Edebifikir okurları için, yazarlarımızla yazı ve hayat merkezinde samimi bir hasbihal gerçekleştirmeye devam ediyoruz. “Yazarlarımızla Hasbihal” serimizin on beşinci konuğu İbrahim Halil Aslan. (Feyyaz Kandemir)
***
İbrahim, yıllar önceki bir yazında, “Etimi kazıya kazıya içimdeki kefeni bulmaya çalışıyorum aslında.” demişsin; hâlâ aynı şeyi arıyor musun yoksa değişti mi? Bize biraz arayışların doğrultusunda kendinden bahseder misin?
Düş Yorgunluğu yazısından bir alıntı bu. Neden ve nasıl yazdığıma cevap olarak kaleme almıştım. Bildiğiniz gibi mühendisim ve sosyal çevremin oluşmasında bunun çok etkisi oldu. Üniversitede, yurtta ve çoğunlukla da iş yerinde tanıştığım insanlar arasında yazıyla meşgul olan çok az kişi var. Bir edebiyat ve fikir platformunda yazılarımın yayınlanması sık sık gündem oluyordu. Halbuki her insanın ilgisini çeken muhakkak bir konu vardı ve benimki buydu. Bana sorarsanız yazmaya ilgi duymak birinin F1 yarışlarına olan ilgisi, diğerinin çok iyi yemek yapması gibi algılanmalı ve bu kadarıyla kalmalıydı. Fakat çoğunlukla alakasız ortamlarda buna vurgu yapılması beni rahatsız ediyordu. İş yerinde önemli gördüğüm bir meseleyi izah etmeye çalışırken “Şimdi sen edebî bir insansın ya…” gibi sözlere muhatap olmuşluğum vakidir. Her ne kadar bu ifade niyet itibariyle nezaket barındırsa da asıl sorun edebiyata yatkın olmanın sağlıklı iş süreçlerine dahi set olabilmesiydi. Bu yaklaşımı rahatsız edici bulsam da sanırım toplumun genelinde kitap okumak üzerinden geliştirilen elitist tavır, yani bir kesimin kitap okumak üzerinden toplumun genelini aşağılaması, insanların doğal olarak böyle düşünmesine ve okuyan yazan herkesin kendini toplumdan ayrıştırdığı zannına yol açıyor.
Kültürel ilginin toplumumuzda marjinalleştirilmiş olması toplumumuz adına beni en çok üzen hususlardan biridir. Böylece okuyan, yazan ve maalesef fikir üretme çabasına girenler toplumun aykırı çocukları olarak etiketleniyorlar. Buraya döneceğim fakat öncesinde bir parantez açmak istiyorum.
Toplumsal bir eleştiri yapıldığında eleştiri yapan kişinin kendisini eleştirdiği konunun dışında tuttuğu zannına kapılırız genellikle. Kendini toplumdan soyutlamak da elitist bir tavır olduğu için toplumu eleştirenler, kendileri istemeseler de toplum tarafından dışlanır ve yalnızlaşır. Hakkının verilebildiği durumlarda çoğunlukla bu insanların yalnızlıklarını değerli buluyorum. Ezberden konuşmayan, bir mesele hakkında düşünen, fikirlerini söyleme cesareti gösteren insanların kusurlarını da çabaları hürmetine hoş görme taraftarıyım. Yeter ki bunu yaparken ‘göbeğini kaşıyan halk yığını’ kibrine kapılmasınlar. Bu insanlar da bilir ki; her ne kadar toplum tarafından dışlansalar da, gelecek nesillerde toplumun övündüğü kültürü ortaya çıkarmada bu insanların büyük emeği var. Toplumun bir ferdi olarak, o insanları hayranlıkla izliyor ve takdir ediyorum. Birinin ekmek yaptığı, birinin fabrikada çalıştığı, birinin güvenliği sağladığı, birinin sebze yetiştirdiği ve en nihayetinde toplumun ortaya çıktığı hikâyede birinin de toplumun ahvali üzerine düşünmesini diğerleri kadar doğal bir görev paylaşımı olarak görüyorum.
Kültürel ilginin toplumumuzda marjinalleştirilmesi hususunda eleştiri yaparken, kendimi, yukarıdan toplumu eleştiren kibirli ve elitist zümreye ait gördüğüm sanılır endişesiyle bu parantezi açma ihtiyacı hissettim. Kibre kapılmama şartıyla ve hakkını verebilecek müktesebata sahip olduğum durumda, insanlara değerli olanı tanıtmaktan ya da hatırlatmaktan mutlu olurdum. Fakat böyle bir yetkinliğim yok.
Toplumun oluşmasında meslek farklılıklarından bahsettik. İnsanların kendi hayatlarını idame ettirebilmek için başka insanlara hizmet etmesiyle toplumun ihtiyaçları karşılanıyor. Bunu yalnızca maddi ihtiyaçlar doğrultusunda düşünmekle mi yetinmeliyiz? Şehirde yaşayan, kamusal alanları paylaşmak zorunda olan dolayısıyla sınırlarını bilmesi gereken insanlar birlikte yaşamanın gerekliliklerini nasıl öğrenebilirler? Milli eğitim politikalarının yeterli olmadığını fazlasıyla müşahede ettik. Demek ki toplum kültürle inşâ edilir. Ders sıralarında şiir ezberletmekten bahsetmiyorum. Kültür bir iklimdir. Sarıp sarmalar. Soğuğun, insanların kalın kıyafetler giymesini doğal kılması gibi kültür de soluduğumuz hava gibi bizi sarıp sarmalamalıydı. Ancak bu şekilde -İhsan Fazlıoğlu’nun deyimiyle- aynı anlam değer dünyasında yaşayabilir ve millet olabiliriz.
Edebiyat bu kültürün yalnızca bir cüzü. Bütünün dikkat çekmeyecek kadar doğal olmadığı hatta değersizleştiği bir ortamda parçaların marjinalleşmesi önlenemez. Tüm zorlayıcı etkenleri kabul ediyor fakat hiçbirini hamaset yapmadan kültürüne sahip çıkan bir toplum inşâ etmeye engel görmüyorum. Bu biraz çocuklarına asgari terbiye vermemiş fakir bir babanın, kendini savunurken fakirliği öne sürmesine benzer. Halbuki şartlar ne olursa olsun herkes çocuğuna asgari terbiye verebilir ve vermekle de yükümlüdür. Toplumumuz da yaşadığı ve yaşamakta olduğu tüm zorluklara rağmen kültürüne sahip çıkmalı ve her nesil yeni kültür üretimine katkı sunmalıdır.
Düş Yorgunluğu’nu yazmamın sebebi, yukarıda bahsettiklerime ek olarak bazı arkadaşlarımın yazılarımda kendilerinden bahsettiğimi düşündüklerine dair zannımdı. Kendimce insanları teskin etmek istemiştim. Belki gerek yoktu, bilmiyorum. Yakın zamanda da Nedim Bey’e İnce Bir Sitem başlıklı hikâyemdeki baş karakterle belli bir kişiyi eleştirdiğime dair söylemler olduğunu duydum. Böyle bir şey yok. Esasında insanların bunu doğrudan bana söylemesini isterdim, “Bunu mu kastettin?” diye. İnsanlar arasındaki sorunların büyük çoğunluğu doğru iletişim kuramamaktan kaynaklanıyor. Mantık zemininde kaldığımız müddetçe insanlarla konuşarak çözemeyeceğimiz bir problem olmadığına inanıyorum. En olumsuz senaryoda anlaşamadığımız üzerine mutabık kalır masadan kalkarız. Ama bu inancın karşılıklı olması ve herkesin iyi niyet konusunda emin olması gerekiyor.
Soruna binaen; etimi kazıyarak içimdeki kefeni bulma çabası özellikle Rusya’da sık sık yazı yazdığım dönemi betimliyor. O dönem benim için balığın akvaryumdan çıkmasına benziyor. O zamana dek bildiğim, tecrübe ettiğim, anladığımı düşündüğüm ne varsa bir bir siliniyor, küçülüyordu. Hayatı el yordamıyla yeniden tanımaya çalışıyordum. Doğal olarak kendimi de… Kendini yeniden tanımak, tanımlamak ve bunu kabullenmek oldukça sancılı. İçe dönmeyi gerektiriyor. O zamanlar içimde aradığım tek şey hakikatti. Halen bulabilmiş değilim fakat ölümle sıkı bir ilişkisi olduğuna inanıyorum o zamandan beri. İnsan kendine ait olmayan her şeyden soyununca üzerine kefen örtülür. İşte o kefeni arıyordum. Şimdilerde eskisi kadar dalgalı ve sancılı değil elbet. Sanırım yeniden tanımlamayı değil de tanımlanmış olanı anlamaya çalışıyorum.
İletişimden çabasından bahsedip “anlaşamadığımız üzerine anlaşmak” dedin. Biraz açar mısın? Ayrıca iyi niyet derken neyi kastediyorsun?
İletişim, bir arada yaşayabilmek için elimizdeki tek araç. Bunu farklı formlarda yapıyoruz. Direksiyon eğitimi alırken hocam doğru sinyal vermek arkadaki şoförle konuşmaktır derdi. İnsanoğlu, kurduğu her ortam için bir iletişim dili geliştirmiş. Sanat da bunun bir parçası, reklamcılık da. En yaygını ise konuşmak. Anlaşabilmek ve dolayısıyla hayatımızı sosyal bir varlık olarak devam ettirebilmek için elimizdeki en güçlü araç. Bazen özensizlikten, bazense gereksiz kaygılardan dolayı ihmal ediyoruz. İki insanın her konuda aynı fikirde olması mümkün olmadığına göre anlaşamadığımız durumlarda konunun önemine göre ya geyik yapar geçeriz ya da ciddi bir mesele varsa ortada, aynı fikirde olmadığımıza kâni olur, ünsiyetimize halel getirmeden devam ederiz. Anlaşma zorunluluğu olan durumlarda da karşılıklı tavizler vererek herkesin mümkün olan en yüksek seviyede memnun olacağı orta yolu buluruz.
Fakat iyi niyetten emin olunmayan durumlarda odağımız konudan uzaklaşıp konuşanlara doğru kayıyor. Muhatabın niyetine dair zannımız, kulaklarımıza takılı bir filtreye dönüşüyor. Muhatap niyetini açıkça söylemiyorsa –genellikle buna gerek yoktur– muhatabımızın niyeti hakkında zanda bulunuyoruz. Yani büyük ihtimalle yanlış olan bir kanı üzerinden muhatabımızın söylediklerini değerlendiriyoruz ve gerçeklikten uzaklaşıyoruz. Sonra hepimiz anlaşılmamaktan yakınıyoruz.
Bir süre Rusya’da yaşadın, gurbet nedir bilirsin. Gurbette kazandığın en önemli farkındalık neydi? Ya da gurbetin insana verebileceği en paha biçilmez şey ne olabilir sence?
Gurbeti, insanı dönüştüren karanlık bir tünele benzetiyorum. Birçok adımı el yordamıyla atmak zorunda kalıyor insan. Bu yüzden gurbetin insana en yoğun yaşattığı duygu tedirginlik. Güvenli alandan, düşersen elinden tutup kaldıracak insanların sıcaklığından uzaklaşınca her zorlukla kendi başına mücadele etme mecburiyeti doğuyor. Gittiğin şehrin ya da ülkenin kültürü, aşina olduğundan ne kadar farklıysa bu mecburiyet o kadar sertleşiyor. İnsan gevşemeye, rutinini korumaya meyyaldir. Yabancıyla etkileşim arttıkça güvenli alan daralıyor, anlayış gelişiyor, insan olgunlaşıyor. Dalından kopmamak kaydıyla tabii ki…
Diğer taraftan –bunu dramatize etmeden anlatabilir miyim emin değilim–gurbetin psikolojik bir hal olduğunu düşünüyordum o yıllarda. Hatta buna emindim. İnsanların dünyaya yabancılaştığı ve kendinden şikayetçi olduğu dönemlerde içine düştüğü bir bal küpü bu. Böyle zamanlarda sürekli huzursuzluk hali meydana geliyor. Huzurlu hissedeceğin bir yer arayışı başlıyor. Zihinde yer adları sıralanıyor fakat hiçbiri beklenen huzuru vermiyor. Böylece kaçma arzusu da kaybolmaya yüz tutuyor. Bedenin nerede olduğu önemsizleşiyor. İnsan bedenen bulunduğu en küçük alana hapsolmakla uçsuz bucaksız çayırlarda koşmak arasında fark kalmadığına kâni olunca en az hareketle yaşamayı seçiyor. Bir odaya kapanıp yalnızca mecbur olunca dışarı çıkmak gibi. En nihayetinde “gerçek gurbet, ruhun bedene hapsolmasıdır” düşüncesi çepeçevre sarıyor insanı. İşte bal küpü tam olarak bu.
Artık böyle düşünmüyorum. Neşeli olmak, bir yere ulaşma maksadı olmadan yürüyüş yapmak, anlamlı bir sonuca varma beklentisi olmadan geyik muhabbeti yapmak daha “insanî” geliyor bana.
Böylece, gurbetin insana verebileceği paha biçilemez şeylerden birinin, başlangıç noktasına dönecek olsa bile insanı dönüştürmesidir diyebilirim.
Yazmak senin için ne kadar önemli bir eylem? Yazarlık serüvenin nasıl başladı? İlk yazını hatırlıyor musun?
Diğer eylemlerle yazmak arasında önem sırası yapmak zor. Her şeyin yeri ve motivasyonu kendine özel. Hayatın farklı dönemlerinde bu motivasyonlar da değişiyor. Yazmak benim için çoğunlukla Rusya’yla ilişkili. Gurbet ve yalnızlık etkisinin yanında düşünce dünyamın da değiştiği, çoğu ezberimin bozulduğu, o zamana kadarki yakın çevreme benzemeyen insanlarla tanıştığım o yıllarda, yazarak ve şiir okuyarak rahatlayabiliyordum. ‘Yazmalıyım’ diye kendimi motive etmedim hiçbir zaman, yalnızca yazabildiğim zaman yazdım ve bir süreliğine rahatladım. Kavurucu sıcakta serin su içmek gibi…
Birçoğumuz gibi yazmaya ilkokul yıllarında günlük tutarak başladım. Fakat ilk yayınlanan yazım orta birinci sınıfta okul dergisinde yayınlanan öykümdü. Üniversiteye başlamak üzereyken de Mustafa Çolak’la ve Edebifikirle tanıştım. Henüz dijital yayına başlamamıştı Edebifikir, düzensiz periyotlarla matbu olarak çıkıyordu. Mustafa Çolak, verdiği kitapları yıpranmamaları için okuyabilecek kadar küçük bir açıyla açmamıza müsaade ederdi ve “yıpratırsanız bir daha kitap vermem” diye usulünce tehdit ederdi. O sıralar bir gün Edebifikir’in ilk sayısıyla geldi ve yazmak istersek sonraki sayıda yayınlayabileceğini söyledi. Heyecanla bir yazı kaleme aldım. Bilgisayar olmadığı için kötü el yazımla kâğıda yazıp iletmiştim. Uzun süre cevap gelmeyince kendisine sordum. “Sulhi Ceylan beğenmedi.” dedi. O günden beri Sulhi Ceylan benim gözümde yazıları beğenmeyen bir editördür.
Yazarların ilginç yazma ritüellerinden sana miras kalan var mı? Not alırken defter, kalem kullanıyor musun?
Lisansta bir arkadaşım WhatsApp durumuna “Rutin beni hayatta tutuyor” yazmıştı. Dışarıdan bakıldığında pek az yaşama belirtileri taşıyan biriydi. Rutinler kimi için canlılığın son belirtileri, düşük nabızlar… Kimi için ilham toprağını kazmaya yarayan neredeyse ruhanî ritüeller. Her halükârda rutini olan insanlara çok saygı duyuyorum. Farklı zamanlarda edindiğim rutinlerim oldu, faydasını da gördüm. Üniversite sınavına hazırlanırken mesela. Fakat yazmak benim için böyle bir şey değil. Şimdilik yazma amacım yok. Derli toplu yazmayı hayal ettiğim konular var. Belki o zaman geldiğinde yazmaya özel rutinler edinme ihtiyacım olabilir.
Daha çok hangi vakitler kelimelerle, cümlelerle kavgaya tutuşursun?
Bu soruyu ilk okuduğumda aşırı ve düzensiz düşünmeyi kastediyorsun sandım. Eğer öyleyse melatonin kullanmadığım zamanlar diyebilirim. Uykusuzluk ve aşırı düşünme birbirini tetikliyor. Ama yazmayı kastediyorsan genellikle günün herhangi bir zamanında yazının ana hatları zihnimde dönüp duruyor. Bu durum günlerce devam ediyor. Yeterince dolduğumda taşıyorum. Kelimelere dökme eylemi genellikle geceleri herkes uyuduktan sonra oluyor. Başka şekilde yazıya odaklanamıyorum.
Yazarken beslendiğin kaynaklar nelerdir? Bize biraz da okuduklarından bahseder misin? Beğendiğin yazarlar kimdir, ben yazsaydım dediğin eserler var mı?
Farklı meşreplere sahip insanlarız ve her birimizin dikkatini farklı konular çekiyor. Özel olarak çalışıp anlatmak istediğim konular haricinde, bendeki tezahür de bu şekilde. Dikkatimi çeken mesele neyse istemsizce ona odaklanmış olarak buluyorum kendimi. Konu belirdikten sonra, öykü ya da deneme formunda yazmak o zamanki ruh halime göre değişiyor. Mümkün olduğu kadar öykü tarafına kaçmaya çalışıyorum çünkü deneme yazmak iddia sahibi olmayı gerektiriyor.
Özellikle öykü yazarken gözlemden öteye geçmek istiyorum. Şahit olmadan yazabilmek, insanı anlamayı gerektiriyor fakat benim için halen uzak bir senaryo bu. Dolayısıyla şahit olduğum tavırların sebebini anlamaya çalışıyorum. İyi ya da kötü fark etmez, “insan neden böyle yapar?” diye soruyorum. Cevap, insana dair zihin dünyamdaki bir fikirle kesişirse yazma arzusu filizleniyor genellikle.
İyi bir okur değilim. Yakın zamana dek düzenli olarak kitap okuduğum çok nadirdir. Birkaç yıldan beri gelenek ve moderniteyi öğrenmeye, anlamaya çalışıyorum. Bugün yaşadığımız birçok meselenin buraya dayandığını düşünüyorum. Bu ilişkiyi merkeze alarak farklı alanlarda kitaplar okuyorum. Farklı tarihî dönemler, olaylar, biyografiler, bilim felsefesi, aklın mahiyeti gibi… Tek tek bakınca ilgisiz gibi görünse de benim için bir bütünün küçük parçalarını temsil ediyorlar. Bunların yanında roman ve hikâye kitapları da okuyorum.
İçinde ‘en’ geçen, uçları tarif eden ifadelerden hoşlanmıyorum. Bu yüzden en beğendiğim yazarlar, kitaplar şeklinde sıralama yapamam ama aklıma ilk gelen Kemal Tahir oldu.
Başkasının ürettiği hiçbir eser için “ben yazsaydım” diyemiyorum çünkü bu arzunun bedelinin o eseri yazdıracak hayatı yaşamak olduğunu düşünüyorum. Abartılı bir yorum mu bu? Belki. Fakat anlamanın bedelinin yaşamak olduğuna kanaat ettim. Yaşamadığımız hiçbir şeyi hakkıyla idrak edemeyiz. Kimsenin acısına talip değilim.
Daha çok hikâye ve deneme türünde yazıyorsun, hikâyelerin kitap hacmine ulaşmasına rağmen neden hâlâ yayınlamıyorsun?
Edebifikir meclislerinde sorulana kadar bir kitap yayınlamayı hiç düşünmemiştim. Şu an bu fikir halen uzak geliyor bana. Açıkçası sebepleri hakkında da düşünmedim. Nasip…
Bahadır Dadak sürekli kızı için şiirler yazıyor, senin de iki tane kızın var, onlar için de yazdığın oluyor mu? Kız babası olmak nasıl bir duygu?
Kız babası olmak ıssız bir adaya düşmek gibi. Her an yeni bir duyguyu keşfettiriyor. Heyecanlı ama bir o kadar da tehlikeli. Çabuk kırılıyorlar çünkü, onarması uzun sürebiliyor. Büyüyor olmaları ayrıca endişelendiriyor. Birkaç kez kendimi “Kocaman oldular, zihin dünyaları için bir şey yapamadık, acele etmek lâzım.” diye endişe ederken buldum. Birçok ebeveyn gibi biz de evde bu konu hakkında konuşuyor, üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Modern ve endişeli bir baba değilim. Kızlarım proje değil. Sadece doğru iklimde yetişmelerini sağlamak gerektiğini düşünüyorum.
Hz. Ali’ye (k.v.) atfedilen “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil; onların zamanına göre yetiştirin.” sözü hakkında epey düşündüm. Şöyle on yıl kadar geriye baktığımızda bugün konuştuğumuz büyük meselelerin neredeyse gündemde olmadığını görebiliriz. Nasihatin genel manasını anlıyorum tabii ki ama biraz daha düşünürsek, çocuklarımız büyüdüğünde hangi meselelerin gündemde olacağını öngörmek, anlamak, mesele hakkında argüman geliştirmek imkânsız. Her halükârda kendi başlarına kalacaklar ve zaten kulluk vazifesi gereği doğruyla yanlışı ayırt edebilme mecburiyetleri var. Bu esnada ihtiyaç duyacakları referansların oluşmasını imkanlar el verdiğince sağlayalım istiyorum. Onları sevdiğimizi (anne ve babaları olarak) bilsinler, bizi sevsinler, iyi örnek olmaya çalışalım ve bol bol eğlenelim, güzel hatıralar biriktirelim. Şu ana kadar iyi bir anne/baba olmaya dair vardığım sonuç bu.
Doğrudan onlar için yazdığım yazılar yok. Kızlarıma hitaben mektuplar yazıp saklamayı düşünüyorum, mesaj kaygısından kurtulduğumda başlayacağım.
Kendinle kavga etmeyi bırakıp başkaları ile kavga etmeyi düşündün mü hiç?
Hayır, gücüm kendime yetiyor.
Bize bir iğne batır?
Bırak o hakikati elinden!
Kendine bir çuvaldız?
İbrahim, kırılan putların yerine yenilerini koyan kim?
Bir teselli cümlesi?
Kimseye bu kötülüğü yapmak istemem. Meriç’in ifadesiyle “Her teselli bir ihanet gibi gelir…”
Son olarak neler söylemek istersin?
Türkiye’nin bu karanlık ve puslu vadisinde yaşananları anlattığımız bu dizideki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür.
Yazarlarımızla Hasbihal Serisi
Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Can Coşkun
Yazarlarımızla Hasbihal: Cüneyt Dal
Yazarlarımızla Hasbihal: Bilal Can
Yazarlarımızla Hasbihal: Adem Suvağcı
Yazarlarımızla Hasbihal: Davut Bayraklı
Yazarlarımızla Hasbihal: Muhammet Emin Oyar
Yazarlarımzla Hasbihal: Ömer Ertürk
Yazarlarımızla Hasbihal: Feyyaz Kandemir
Yazarlarımızla Hasbihal: Mehmet Raşit Küçükkürtül
Yazarlarımızla Hasbihal: Celal Kuru
Yazarlarımızla Hasbihal: Muhammed Furkan Kahya
Yazarlarımızla Hasbihal: Bahadır Dadak
Yazarlarımızda Hasbihal: Mehmet Erikli
Yazarlarımızda Hasbihal: Sulhi Ceylan