Akşam kızıllığı. Göz alıcı bir parıltı. Suyun yüzeyinde sanki binlerce mücevher. Kıyıdan uzakta aldatıcı bir sakinlik, denizden karaya doğru esen ılık bir rüzgâr, rüzgârın şefkatle okşadığı küçük bir beden: Kumların içinde, dakikalardır hareketsiz. Vücudunda sadece nefes alış veriş kıpırtısı.
**
Kendine gelmeye çalışırken göz kapaklarını hafifçe araladı. Uzun kirpiklerini örten kum taneleri yüzünden duyduğu acıyla gözlerini tekrar kapatmak zorunda kaldı. Henüz yeni uyanıyordu ve nerede olduğunu hatırlayamamıştı. Günlerden neydi, bilmiyordu. Kaç saattir uyuduğunun farkında değildi. Uyku muydu bu yoksa baygınlık mı? Hiçbir şey yoktu zihninde, sadece büyük bir boşluk. Yavaşça kıpırdanırken etrafının ve hatta tüm vücudunun kumlarla kaplı olduğunu fark etti. Gözlerini açmayı bir daha denedi. Yakıcı kum tanelerine tekrar yenilmişti. Belli belirsiz gördüklerinden hiçbir şey anlayamadı. Yalnızca etrafta büyük bir karmaşa var gibiydi. Küçük elleriyle gözlerini temizlemek istedi fakat sadece ellerine yapışan kum taneleriyle gözlerindekiler arasında bir nöbet değişimi yaşanmıştı. Bir süre daha olduğu yerde yatmaya devam etti. Yetişkinlerde bile görülemeyecek bir sakinlik ve olgunluk hali vardı üzerinde. Yavaşça doğrulmaya çalıştı. Gözlerini açmaya cesaret edemiyordu. İşitme kabiliyetinin, görme engellilerde diğer insanlara nazaran daha gelişmiş olduğunu duymuştu bir yerlerden. Görme engelli değildi elbette ama şu an işitme konusunda üstün yeteneklere ihtiyacı vardı ve buna sahip olduğunu hissediyordu. Daha doğrusu başındaki şiddetli ağrıya ve kulaklarındaki uğuldamaya rağmen öyle olmasını umut ediyordu. Çevresindeki sesleri dinledi. Ağlama sesleri, feryatlar, bağırışlar… Hatırlamaya başlamıştı. Son duyduğu şey güçlü bir patlama olmuştu. Sonra şiddetli bir çınlama ve karanlık. Kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Midesinden göğsüne doğru yükselen bir his: Heyecan mı bu, yoksa korku mu? Hayır, korkmamalıydı. Korkuyu kendine yakıştıramadı. Birden ayağa kalkıp kendince doğru olduğunu düşündüğü yöne doğru koşmaya başladı. Denize doğru birkaç adım atmıştı ki birisi “nereye gidiyorsun!” diye bağırarak kolundan çekiştirdi. Aynı anda biraz uzaklarında başka bir patlama duyuldu ve etrafa kumlar saçıldı. Gözlerini açma denemeleri her defasında başarısız oluyordu. Sadece anlık bir iki fotoğraf karesi şeklinde etrafı görebiliyordu. Silah sesleriyle birlikte bağırış ve feryatlar da artmıştı. Kolundan tutan kişiyle birlikte biraz koştuktan sonra durdular. “Burada bekle, hiçbir yere kıpırdama, birazdan bitecek. Yiyecek bir şeyler bulmaya fırsatın olur. Ailen nerede, kimsen yok mu?”
Konuşmuyordu. Konuşabiliyordu ama konuşmuyordu. Tıpkı kör olmadığı gibi.
Bir müddet sonra ortalık sakinleşmeye başladı. En azından saldırı bitmişti. Önce ellerindeki kumları iyice silkeledi, sonra gözlerini temizlemeye çalıştı. Artık gözlerini daha uzun süre açık tutabiliyordu. Sahilin gerisindeki ağaçlık alana kadar gelmişlerdi. Onu, buraya getiren kişiyi görememişti. Korku ve heyecan dolu bakışlarla etraftaki insanları seyretmeye başladı. Sağa sola koşuşturanlar, yerde hareketsiz yatanlar, yardım bekleyenler, yaralıların başında çaresizce yardım etmeye çalışanlar ve gökyüzünden paraşütle atılan yardım sandıklarının içinden işe yarar bir şeyler bulmaya çalışanlar. Her yer kan revan içindeydi. Tam anlamıyla bir can pazarı yaşanıyordu. Kardeşi aklına geldi. Yiyecek bir şeyler bulmak için kıyıya doğru inmiş, ben gelene kadar sakın buradan bir yere gitme demişti. Etrafına bakındı. Biraz ötede, bıraktığı yerde beklediğini görünce rahatladı. Hemen yanına koştu. Küçük kardeşi kucağında mavi renkli oyuncak ayısıyla tepkisiz vaziyette öylece bakıyordu.
“Bunu bize neden yapıyorlar ki?” diye düşündü, sonra vazgeçti. “Burası dünya” demişti babası. “Herkes her şeyi yapabilir. Şaşırma. Sen doğru olmaya bak. Doğrudan şaşma.”
Peki, ama daha 12 yaşında bir çocuk bu kadar çok kötülükle nasıl mücadele edebilirdi ki?
Kafasını kaldırıp denize baktı: Özgürlüğü alabildiğince hissettiren uçsuz bucaksız masmavi denize.
**
Ahmed siyah kıvırcık saçlı, zeytin gözlü, zayıf bir çocuktu. Annesi de onu böyle severdi: “Zeytin gözlüm”. Denizi, babası sayesinde sevmişti. Birlikte sık sık sahile gider bazen kıyıdan bazen de denize açılarak balık tutarlardı. Bir oltası yoktu ama olmasına da gerek yoktu. Misinayı heyecanla denize fırlatır, biraz bekledikten sonra ucundaki balığı yukarı çekerdi. Balık yerde zıplarken Ahmed de her seferinde sevinçten havalara uçardı. Eve gittiğinde ise annesinin sevgi dolu bakışları karşısında nasıl balık tuttuğunu büyük bir heyecanla ve coşkuyla anlatırdı.
Bazen de oturur uzun uzun denizi seyreder, gözlerini kapatıp özgürlük hayalleri kurarlardı. Deniz dalgalı ve hırçınsa onlar da coşkulu birer özgürlük savaşçısı olurdu, deniz sakin ve durgun olduğunda ise onu seyretmekten daha huzur verici bir şey yoktu onlar için.
Yüzmeyi iyi bilir, kumsalda yarışırken ter içinde kalır ama çok eğlenirdi. En çok da denizin altını merak ederdi. Gizli, büyüleyici bir dünya vardı denizin uçsuz bucaksız derinliklerinde.
Saldırılar başladığında korkmuştu. İlk değildi. Biliyordu, son da olmayacaktı. Fakat bu sefer çok daha şiddetliydi ve bitmiyordu. Geceleri uyku uyuyamıyorlardı. Dışarı çıkamıyor, okula gidemiyor, oyun oynayamıyorlardı. Evde durmak da güvenli değildi elbette ama başka ne yapabilirlerdi ki?
Tüm dünyanın gözü önünde bir millet yok ediliyordu. Hastaneler bombalanıyor, ambulanslar taranıyor, okullar yıkılıyor, çadırlar yakılıyordu. Yasaklı fosfor bombaları, yanmış vücutlar, parçalanan çocuk bedenleri, yıkılan evler, enkaz altındaki çocuklar, çocuklarını arayan babalar, feryat eden anneler, annesiz kalan bebekler… Herkes bu vahşeti ilgiyle izliyor ama kimse durdurmaya çalışmıyordu. Bosna’da, Doğu Türkistan’da, Suriye’de, Afrika’da ve daha birçok yerde yaşananlardan ders almak yerine bu kokuşmuş dünya gün geçtikçe daha da merhametsizleşiyordu. Babası ise kimsenin yardım etmeyeceğini, sadece Allah’ın yardımıyla bir gün mutlaka özgür olacaklarını söylüyordu. Uçsuz bucaksız denizler gibi özgür.
İlk bombalamanın üzerinden ne kadar geçmişti hatırlamıyordu ama neredeyse çevrelerindeki bütün mahalleler yıkılmıştı. Sağ kalanların çoğu Ahmedlerin yaşadığı mahalledeki okul binasına sığınmışlardı. Ahmedler ise şimdilik evlerinde kalıyorlar, bir yandan ise sıranın kendilerine ne zaman geleceğini düşünerek normal hayatlarına devam etmeye çalışıyorlardı. Altı kişilik bir aileydiler. Daha doğrusu yakın zamana kadar öyleydiler. Ahmed’in ablasını yeni evlendirmişler ve beş kişi kalmışlardı: Ahmed, annesi Meryem, babası Musa, küçük kardeşi Hamid ve en küçük kardeşi Esma.
Zulme, yokluğa, bin bir türlü sıkıntıya rağmen bombalar altında bir düğün yapmışlardı. Çünkü her şeye rağmen yaşamaya devam etmeliydiler. Ancak böyle ayakta kalınabilirdi. Ancak böyle galip gelinebilirdi. Mücadele etmenin, direnmenin vücut bulmuş haliydi tüm Gazze halkı. Allah’tan başka hiç kimseden yardım beklemiyorlar, her şeyin hakkını tastamam veriyorlardı: Yaşamanın, sevmenin, savaşmanın, direnmenin, iman etmenin, gülmenin, ağlamanın hatta ölmenin bile. Bu insanların her biri batık bir gemideki saklı hazineler gibiydi.
Akşam yemeğine az kalmıştı. Esma’nın doğum günü için Meryem mutfakta, eldeki imkânlar nispetinde bir kek yapıyor, Esma ise sabırsızlıkla doğum günü kutlamasını ve babasının sürpriz hediyesini bekliyordu. Hediyenin ne olduğunu söylememişti babası. Aslında o da ne alacağını bilmiyordu. Bir şeyler bulabileceğinden de emin değildi ama söz vermişti bir kere. Ekmek bulmak için dışarı çıktığında uzun uzun yürüdükten sonra bir oyuncakçı dükkânının yıkıntıları arasında mavi renkli oyuncak bir ayı gördü. Dükkân sahibi ortalıkta yoktu elbette. Alıp almamak konusunda tereddüt etti. Oyuncak ayının yanında bir süre bekledi, etrafına bakındı. Sonra ayıyı taşların arasından çıkarıp silkeledi ve elini cebine atıp son kalan parasını çıkardı. Bir elindeki paraya bir ayıcığa baktıktan sonra oyuncağı çıkardığı taşların arasına paraları sıkıştırdı ve eve doğru ilerlemeye devam etti. Yolda bulduğu kâğıtlarla oyuncağı gelişigüzel sarıp paketledi. Eve geldiğinde kapıyı pembe elbisesiyle koşarak Esma açtı. Kocaman gözleriyle babasının ellerini kontrol ediyordu. Musa hiç oralı değilmiş gibi yaparak içeriye girdi. Evin girişinde uzun bir koridor, koridorun iki yanında mutfak, banyo, tuvalet ve odalar sıralanıyor, sonunda ise koridor büyükçe bir salona açılıyordu. Ahmed’le Hamid salonda kan ter içinde kalmış oynuyorlardı. Meryem ise hâlâ mutfaktaydı. Esma, omuzlarını geçmeyen kumral saçlarını koşarken sağa sola savurarak hoplaya zıplaya babasının peşinden ayrılmıyor, hediyesini tahmin etmeye çalışıyordu. Musa mutfağa girerek eşine selam verdikten sonra elindekileri yemek masasının üzerine bırakırken “ellerine sağlık hanım, evi mis gibi kokutmuşsun yine” dedi sıcacık bir bakışla. Meryem gülümseyerek “hadi sofra hazır” diye çocukların da duyabileceği bir şekilde seslendi. Bu gülümseme öylesine bir gülümseme değildi. İçlerinde bulundukları zorlukları, korkuları, kaygıları bir an olsun unutturan, yok eden, dokunduğu yerde çiçekler açtıran bir gülümsemeydi. Pırıl pırıl bir sabaha uyandıran gün doğumunda cıvıldayan kuşların bahar neşesi gibi bir gülümsemeydi. Her kadın gibi Meryem de eşinin iltifatlarından çok memnun olur, gözleri parlar, etrafına ışık saçardı.
Çocuklar koşarak mutfağa geldiler. Bu geliş mutfakta her zamanki gibi ufak çaplı bir kargaşaya sebep olmuştu. Ahmed kardeşi Hamid’i kovalıyor, Hamid ise kıkır kıkır gülerek oradan oraya kaçıyor; masanın altına giriyor, sandalyelerden atlıyor, nefes nefese yerdeki halının üzerinde yuvarlanıyordu. Tombul yanakları kıpkırmızı olmuştu. Musa, baba olarak duruma el koymalıydı. Numaradan yaptığı belli olacak şekilde kaşlarını çatarak “hadi bakalım, artık herkes otursun yerine” diye gürledi.
Sofraya oturuldu. Yemekten henüz bir kaşık bile almamışlardı ki patlama sesiyle birlikte şiddetli bir sarsıntı hissettiler. İnsanların sığındığı okul binası bombalanmıştı. Gülüşmeler kesildi, Musa’yla Meryem endişeyle bakıştılar. Sarsıntının etkisiyle mutfaktaki tabak, çanak, bardak ne varsa devrilmişti. Az sonra bir patlama ve sarsıntı daha gerçekleşti. Çocuklar korkudan titremeye başlamıştı. Hepsi masanın altına girmiş birbirlerine sarılıyorlardı. Musa ayağa kalkıp camdan baktığında ortalık toz dumandı. Hiçbir şey görünmüyordu. Sadece yürekleri parçalayan bağırış sesleri. Tekrar ailesinin yanına geldi ve çocukların kollarını kontrol etti. Birkaç gün önce oyun oynama bahanesiyle kollarına isimlerini yazmıştı. İçin için ağlayarak, elleri titreyerek yapmıştı bunu. Ama yapmalıydı. Başlarına bir şey geldiğinde tanınmaları için bu gerekliydi. Yazılar okunur şekilde duruyordu. Meryem’le helalleştiler. Tevekkülü ve teslimiyeti bırakmıyorlardı. Dillerinde “hasbunallahi ve nimel vekil”, kelime-i tevhid ve tekbir. Sıranın kendilerine geldiğini biliyorlardı. Kulakları sağır eden bir patlama daha oldu. Sarsıntı çok daha güçlüydü. Evin duvarlarından parçalar kopup etrafa saçılmaya başladı. Sarsıntının etkisiyle masanın üzerindeki mavi oyuncak ayı ki Esma renginin pembe olmasını daha çok isterdi, gelişigüzel sarılmış kâğıtlardan kurtulup biraz ileriye düştü. Esma’nın kocaman gözleri ışıldadı. Merakla beklediği hediyesini sonunda görebilmişti. Aniden fırladı yerinden. Musa’yla Meryem onu tutmak için peşinden ileriye doğru atıldılar. Esma oyuncak ayıya doğru hamle yaparken beton tavan büyük bir çatırtıyla üzerlerine çöktü. Birkaç saniyelik gürültünün ardından her yer toz duman içinde kalmıştı. Görülebilen tek şey molozların arasından uzanan minik bir el ve o elin sımsıkı tuttuğu mavi oyuncak ayıydı.
Musa, Meryem ve Esma oracıkta hayatlarını kaybetmişlerdi. Ahmed’le Hamid ise altına saklandıkları mutfak masası ve yanındaki buzdolabının oluşturduğu yaşam üçgeni sayesinde hayattaydılar. Saatler sonra enkazdan önce Ahmed çıkarıldı. Israrla önce kardeşinin çıkarılmasını istiyordu fakat Hamid’i çıkarabilmek için önce Ahmed’in çıkarılması gerekiyordu. Sedye üzerinde taşınırken gözleri mavi oyuncak ayıya takıldı. Karanlık bir boşluğun içinde hissetti kendini. Gözlerini kapattı. Hastaneye getirildiğinde baygın vaziyetteydi. Yaraları ciddi değildi. Birkaç saat içinde ayaklanabildi. Hastanede büyük bir kargaşa yaşanıyordu. Sürekli yaralılar geliyor, tedavi için yatak ya da sedye bulunamadığından insanlar yerde tedavi ediliyordu. Daha kötüsü ise çok ciddi bir ilaç ve morfin sıkıntısı vardı. Artık tedaviler narkozsuz yapılmak zorundaydı. Bu sadece yaralılar için değil doktorlar ve diğer çalışanlar için de büyük bir psikolojik çöküş sebebiydi. Yine de ayakta durmaya, direnmeye devam ediyorlardı. Ahmed kalabalığın ve kargaşanın içinde dolaşarak ailesini aramaya başladı.
Hamid ise hastaneye getirildiğinde şoktaydı. Konuşmuyor, ağlamıyor, sadece sabit bir noktaya bakarak titriyordu. Sırtının sağ tarafında derin bir kesik, kollarında ve bacaklarında ise ona nispeten daha basit yaralar vardı. Her yeri toz toprak içindeydi. Kanlı kıyafeti sırtındaki kesiğin olduğu yerden parçalanmıştı. Ahmed sedyede oturan Hamid’i görünce hızla yanına geldi. Sarılmak istedi fakat sırtındaki yara yüzünden sarılamadı. Doktorlar yaranın tedavisine başlayacaklardı ama maalesef Hamid’in yarasını da narkozsuz dikeceklerdi. Ahmed kardeşine destek olmak için elini tutuyor ve sürekli konuşuyordu. Yarayı önce oksijenli suyla temizlediler. Hamid ağlamaya başladı. Dikiş atılırken ise Ahmed, Kur’an okuyarak kardeşini teselli etmeye, acısını dindirmeye çalışıyor, onun acı çektiğini gördükçe kahroluyor, çaresizce çırpınıyordu. Dikiş bittiğinde Hamid kendinden geçmişti. Ahmed ise bir an bile kardeşinin başından ayrılmıyordu.
Artık anneleri yoktu. Babaları ve kız kardeşleri Esma da. İkisi de yalnız başlarına kaldıklarını biliyorlardı ama bu konuda herhangi bir şey konuşmuyorlardı. Konuşurlarsa, bunu dile getirirlerse bir şeyler bozulacakmış gibiydi. Konuşmazlarsa sanki çıkıp geleceklermiş gibi bir umudu yaşatıyorlardı içlerinde. Fakat bu umutlu bekleyiş de fazla uzun sürmedi. Musa, Meryem ve Esma’nın cenazeleri başka cenazelerle birlikte hastaneye getirildi. İki kardeşin de kalplerinin çarpıntısı dışarıdan görülecek kadar şiddetliydi. İliklerini donduracak kadar soğuk ve büyük bir salonda tek başına gibiydiler. O kalabalık ve karmaşanın içerisinde derin bir yalnızlık hissiydi bu. Tarif edilemez bir boşluk. Onlar olduğuna inanmak istemeyerek yaklaştılar. Yerdeki onlarca cenaze arasından geçerek usulca yanlarına sokulup son kez huzuru ve güveni kokladılar. Yanlarına uzanıp dünyanın en derin, en uzun, en huzurlu uykusunu uyumayı dilediler dalgın bakışlarıyla. Cenazeler defnedilmeye götürülürken Hamid bir daha bırakmamak üzere Esma’nın mavi ayıcığına sımsıkı sarılmıştı. Bu acıya şahit olanlar ise dünyanın, bu iki masumun sessiz gözyaşlarında boğulmasını dilediler.
Artık hastanede daha fazla kalamazlardı. Ablalarından da haber yoktu. İki kardeş baş başaydı şimdi. Kendi başlarının çaresine bakmaları gerekiyordu. Dünya bundan sonra onlar için çok başka bir yer olacaktı. Omuz omuza verip, Ahmed’in kendine bir sığınak gibi gördüğü denize, sahile doğru ağır ağır yürümeye başladılar.
**
Hâlbuki Ahmed’in hayalleri vardı. Evet, Gazzeli bir çocuğun da hayal kurmaya, onları gerçekleştirmeye hakkı vardı. Deniz altındaki hayatı öyle çok merak ediyordu ki. Suyun altında adeta başka bir dünya vardı ve bunu görmek, incelemek, insanlara göstermek istiyordu. Bunun için de dalmak ve su altı fotoğrafçılığını öğrenmek onun için günden güne vazgeçilmez bir arzu haline gelmişti. Denizlere açılacak, okyanuslar geçecek, dünyayı dolaşacaktı. İzlediği su altı belgesellerindeki gibi derinlerde yaşayan canlı türlerini keşfedecek, mağaraları inceleyecek, gemi enkazlarını araştıracak, yaratıcıya ve yaratılışa tekrar tekrar hayran olacaktı. Pahalı bir meraktı ama neden olmasındı. İstemesi ve azmetmesi yeterliydi. Bir keresinde, çok da uzak olmayan eski güzel günlerinden birinde, televizyonda, Akdeniz’de yeni bulunmuş çok eski bir gemi batığına yapılan dalışı seyretmişti. İzlerken hayallere dalmış, kendini, dalış ekipmanları, su altı kamerası ve fotoğraf makinesiyle birlikte ünlü bir su altı belgeseli yönetmeninin asistanı olarak batık bir gemiyi araştırırken bulmuştu.
Dalış öncesi çok heyecanlıydı. Böylesine önemli bir batığı görecek olmak onun için büyük bir şanstı. 3600 yıllık Tunç Çağı’na ait bir ticaret gemisiydi bu. Söylenene göre en eski ticaret gemisi batığıydı. Ahmed, hocasının tüm talimatlarını yerine getirerek görüntü almak için ekipmanlarını hazırlamış, son kontrollerini yapmış dalgıç kıyafetlerini giymişti. Su altı arkeologlarıyla birlikte 5 kişilik bir ekip batığa inecekti. Gemi 50 metre aşağıdaydı. Büyük bir zincire bağlı bir çembere tutunarak aşağı doğru inmeye başladılar. Çembere bağlı bir hava hortumu bulunuyordu. Belirli bir mesafeye kadar hava ihtiyaçlarını sırtlarındaki tüpler yerine buradan karşılıyorlardı. Batık gemiye doğru ilerlerken rengârenk balık sürülerinin arasından geçtiler. Hiç görmediği balıklar ve deniz canlılarıyla karşılaşıyordu: Renkli mercan resifleri, onlarca tür balık, deniz kaplumbağaları, iskorpit, ateş mercanı, müren balığı, aslan balığı, balon balığı, taş balığı, papağan balığı, deniz anemonları, mığrı balığı, ahtapot, karavida, kurbağa balığı, deniztavşanı ve daha birçok canlı. Gördüğü her canlı hayretini artırıyordu. Su altında muhteşem bir dünya, muhteşem bir renk cümbüşü vardı. Mercanlarla kaplanmış batığın yanına geldiklerinde Ahmed bunu bir gemiye benzetememişti. Üzerinden geçen yılları düşünürsek bu çok normaldi. Arkeologlar kazı işlerine başladılar. Numuneler alıp gemi üzerine birtakım etiketler asıyorlardı. Ahmed ise dikkatlice hocasını takip ediyor, hangi açılardan nasıl çekimler yaptığını inceliyor, talimatlarını harfiyen yerine getiriyordu.
Dalıştan önce öğrendiğine göre gemi Kıbrıs’tan Mısır’ a gönderilen bakır külçelerini taşıyordu ve fırtınaya yakalanarak batmıştı. Kafasında gemiyle ilgili bir sürü soru vardı. Sadece batığı çekmekle değil, geminin ve içindekilerin hikâyesiyle de ilgileniyordu. Bakır külçeler ne içindi? Gemide kaç kişi vardı ve neler yaşanmıştı? Kaptan fırtına çıkabileceğini düşünmüş müydü? Hava durumunu günümüzdeki gibi önceden tahmin etmek mümkün değildi elbette ama belki tecrübeyle bilinebilirdi.
Evet, şimdi bu eski batığın kaptan köşküne Ahmed geçmişti. Tecrübeli kaptan fırtınayı elbette öngörmüştü ama bu hem sadece bir hissiyattı hem de külçelerin bir an önce yola çıkması gerekiyordu. Eğer buna itiraz edecek olursa kanıtlayamayacağı için muhtemelen kellesinden olacaktı. Denize açılırsa bir ihtimal fırtına çıkmazdı, çıksa da gemiyi sağ salim kıyıya ulaştırma şansı olabilirdi. Endişeli fakat özgüvenliydi. Her şeyden önce kendisine korkuyor dedirtemezdi. Tedbir olarak bakır külçelerin gemiye azami dengeli yerleştirilmesini emretti. Yükleme yapıldı ve hareket için hazırlıklar tamamlandı. Kürekçiler yerlerini almış, kaptan ve diğer mürettebat harekete hazırdı. Demir alıp yola çıktılar. Ahmed’in alberaber komutuyla kürekçiler coşkuyla küreklere asıldı. Başlangıçta her şey yolundaydı. Kaptan sık sık havayı kontrol ediyor, dürbünüyle gökyüzünü ve ufku inceliyordu. Kıyıdan epey açılmışlardı, geriye dönüp baktığında kara görünmüyordu. Akşamüzeri hava zamansız kararmaya başladı. Yağmurla birlikte rüzgâr da şiddetini artırıyordu. “İşte başlıyoruz” dedi Ahmed mırıldanarak ve meydan okuyarak ekledi: “Gel bakalım”. Dalgalar öfkeyle geminin yanlarını tokatlıyordu. Kısa sürede güvertede ayakta durmak zorlaştı. Demir atıp yelkenleri indirme emri verdi. Gemiyi durdurup burnunu rüzgâra ve dalgalara karşı biraz çevirebilirse, evet bunu başarabilirse dalgaları zayıflatabilirdi. Fakat dümeni kontrol etmek hiç de kolay değildi. Dalgalar şiddetini artırdıkça bunu yapmak daha da zorlaşıyordu. Gemi iyiden iyiye yan yatmaya ve su almaya başladı. Herkes korku ve panik içinde bir yerlere tutunuyor, tutunacak yer bulamayanlar ise korku dolu haykırışlar arasında denize düşüyordu. Güvertenin ortasındaki direk önce çığlık atar gibi gıcırdamaya başladı. Hemen peşinden ise şimşek ve gök gürültüleri eşliğinde büyük bir çatırtıyla tam ortasından kırılarak devrildi. Ahmed devrilen direğin altında kalanları görünce dümeni bırakıp o tarafa doğru koştu. Zaten dümeni tutmanın da bir anlamı yoktu. Sırılsıklam bir vaziyette ayakta durmaya çalışırken ikinci direk de çatırdayarak tam önüne devrildi. Felaket dedikleri tam da böyle bir şeydi ve Ahmed bunu sonuna kadar yaşıyordu. Bu vaziyette geminin daha fazla su üzerinde kalma şansı yoktu. Bunu iyi biliyordu. Son kez gökyüzüne baktı. Yağmur damlaları yüzünü yıkamaya devam ederken kollarını teslim olurcasına iki yana açıp derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı. Gemi sağ tarafına doğru tamamen yatarak suya gömülmeye başladığında ise annesinin derinlerden gelen sesiyle irkildi:
“Oğlum! Kalk artık şu televizyonun başından.”
**
Ailesini kaybetmesinin üzerinden haftalar geçmişti. Günlerden neydi, ayın kaçıydı, aylardan hangisiydi bilmiyordu. Artık zaman kavramı yoktu. Zamanın bir önemi de yoktu. Onları çok özlüyordu. Özlemek ne demek? Aklını yitirecek gibi oluyordu. Havalar soğumaya başlamıştı. İnsanı en çok üşüten şeyin yalnızlık olduğunu ise maalesef çok erken yaşta öğrenmişti. Gidecek hiçbir yerleri yoktu. Uzun zamandır kardeşiyle birlikte sahilde kalıyorlardı. Sağdan soldan bulduğu tahta parçalarıyla gücünün yettiğince küçük bir baraka yapmıştı. Şimdilik bu barakada yaşıyorlardı. Yine etraftan buldukları plastik ya da tahta parçalarını ayaklarının altına bağlayıp ayakkabı niyetine kullanıyorlardı. Zaman zaman yukarıdan uçaklarla yardım kolileri atılıyor, bu zamanlarda ise mutlaka bir saldırı oluyordu. İnsanlar bunu bile bile yine de gelip açlıktan ve soğuktan ölmemek için burada şanslarını deniyorlardı. Çaresizlik ve zulüm tahayyül edilemeyecek derecedeydi. İki kardeş son saldırıdan da kurtulmuşlardı. Eskiden kavgasız bir gün bile geçirmezken şimdi birbirlerine sımsıkı sarılmış hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı.
Ahmed genelde balık tutmak için kayalıkların bulunduğu tarafa doğru gidip ayaklarının altındaki yaralara aldırmadan ilerleyebildiği kadar ilerliyor, burada uzun süre kalıyordu. Hamid ise nadir de olsa gelen yardımlardan bir şeyler alabilmek için saatlerce bekliyor fakat maalesef çoğu zaman eli boş dönüyordu. Sonra barakalarına gelip ateş yakıyor, balıklarını pişirip birlikte yiyorlardı. Ahmed yemek yemeyi saçma ve gereksiz buluyordu aslında ama o yemezse kardeşinin de yemeyeceğini biliyordu. Sadece denizi seyrederek rahatlıyor, hayaller kuruyordu. Artık hayalleri de rüyaları da ailesinin intikamını almak ve zalimlere dur demek üzerineydi. Ülkesi ve özgürlüğü için bir şeyler yapmalıydı. Babasının sözlerini aklından çıkarmıyordu. Bir gün mutlaka özgür olacaklardı. Bir gün mutlaka. Zalimlerin yaptıkları yanlarına kalmayacaktı. Çünkü Allah bunu vaat ediyordu. Zafer inananların olacaktı.
İşte yine bu düşüncelerle birlikte ellerini başının arkasında bağlayıp sırtüstü uzandığı barakasında kendinden geçmiş, rüya âlemiyle hayal dünyası arasında bir yerlerde gezinirken elinde konserve kutusuyla gelen kardeşini fark etmemişti bile.
Gazze açıklarında batık İngiliz savaş gemilerinden bahsedildiğini duymuştu. Tecrübeli bir dalışçı olarak 3 kişilik ekibiyle birlikte bu batıklara ulaşmalıydı. Burada işe yarayabilecek silah ya da mühimmat bulunabilirdi. Eğer bulunur ve kullanılabilirse çok şey değişebilirdi. Dikkat çekmemek için gece dalmaya karar verdiler. Gece dalışında ise daha dikkatli ve kontrollü olmaları gerektiğini iyi biliyordu. Görüş mesafesi 2 metreye kadar düşebilirdi. Ekipmanlarını da buna göre ayarladılar. Yanlarına bir enkaz makarası ve fazladan birer tane daha fener aldılar. Çünkü iki dalış fenerinin aynı anda bozulması çok daha düşük bir ihtimaldi.
Her şey hazırdı ve nihayet büyük dalış başladı.
Deniz o gece sakindi. Bulutsuz, tertemiz, masmavi gökyüzünden yeryüzüne uzanan ay ışığı suyun yüzeyinde adeta dans ediyordu. Usulca ilerleyen kayığın kürekleri suyun içine yavaşça dalıp çıktıkça dökülen su damlaları, göğü süsleyen yıldızlar gibi parıldayarak tekrar denizle buluşmanın sevincini yaşıyorlardı. Kayıkta dört kişiydiler. Üç kişi dalışı gerçekleştirecek, bir kişi ise kayıkta bekleyecekti. Batığın bulunduğunu düşündükleri noktaya geldiklerinde kürekleri bıraktılar ve sırayla suya atlayıp derinlere doğru inmeye başladılar. Çıkış noktasını bulabilmek içinse kayığın altından bir çakarlı fener sarkıtmışlardı. Suyun altında sessizce ilerleyen üç kişi birbirinden uzaklaşmamaya ve yan yana kalmaya gayret gösteriyorlardı. Gece dalışında gündüzden daha farklı canlılarla karşılaşmak da mümkündü fakat Ahmed için artık bunların hiçbir ehemmiyeti yoktu. Önemli olan tek şey batığı bulup silah ve mühimmatı çıkarabilmekti. Yaklaşık 30 metre kadar aşağı inmişlerdi. Suyun altında bir saate yakın kaldılar. Hava rezervi neredeyse 70 atmosfere kadar düşmüştü. Bu, artık vakit kaybetmeden çıkmaları gerektiği anlamına geliyordu. Çünkü bu derinlikte uzun süre suyun altında kalındığında dekompresyon tehlikesine karşı çıkışı tek seferde değil ara duraklarda bekleyerek ve hızları dakikada 10 metreyi geçmeyecek şekilde yapmalıydılar. Umutlarını yitirmişlerdi ki batığa ait olduğu anlaşılan etrafa dağılmış birkaç konserve kutusuyla karşılaştılar. Görüş mesafesi çok kısa olduğu için başlangıçta fark etmemeleri çok normaldi ama işte bulmuşlardı. Söylenenler gerçekti. Biraz ileride batık gemi onları bekliyordu. Suyun altında büyük bir sevinç yaşıyorlardı. Ancak daha fazla kalmamaları gerekiyordu. İki kişi çıkış noktasını gösteren çakarlı fenere doğru ilerlemeye başladılar. Ahmed ise batığın yerini tam olarak belirleyebilmek için geminin bulunduğu noktadan dik bir şekilde yukarıya çıkmıştı. Yukarıya çıkarken ağzından çıkan baloncukları geçmeyerek hızını ayarlıyordu. Karaya çıktıklarında mutluluktan yerlerinde duramıyorlardı. Birbirlerine sarılıyorlar, şükür secdeleri yapıyorlar, zafer çığlıkları atıyor ve başarılarını dabke dansıyla kutluyorlardı. Bundan sonra bir ya da iki dalış daha yapmak gerekecekti. Sonrasında ise bulunacak mühimmatın dışarıya çıkarılması işin en önemli ve riskli kısmıydı. Bu dalışlarda batığın içine gireceklerdi. Bir gün sonra ikinci dalış gerçekleşti. Bu sefer gemiyi sadece dışarıdan incelemekle yetindiler. Üçüncü dalışta ise artık batığın içine girmek için hazırlık yapıyorlardı. Ahmed enkaz makarasıyla birlikte yan yatmış geminin ana güvertesinden içeriye doğru ilerlemeye başladı. Deniz canlılarının yaşam alanı haline gelen, mercanlarla kaplı merdiven ve koridorlardan geçiyor etrafı mümkün olduğunca detaylı incelemeye gayret ediyordu. Nihayet bir insanın güçlükle sığabileceği dar bir delikten geçerek depoların bulunduğu bölüme ulaştı. Sonunda depolardan birine girmiş, silah ve mühimmat sandıklarını bulmuştu. Hareket alanı çok kısıtlıydı. Etrafta dağılmış birkaç top mermisi ve silah bulunuyordu. Birkaç sandığı ise bulduğu bir manivelayla güçlükle açabildi. Silahlar, el bombaları, top mermileri, mayınlar… Çok dikkatli ve titiz davranmalıydı. Mühimmatı yerinden oynatmak şimdilik tehlikeli olabilirdi. Birkaç fotoğraf çekip görüntü aldıktan sonra yukarı çıkmayı planladı.
Bu arada rüyayla gerçek arasında gidip geliyor, kardeşinin derinlerden gelen sesini ise belli belirsiz duyuyordu: “Abi çok acıktım hadi yemek yiyelim. Bak, bozulmamış bir konserve.”
Elindeki makarayı bırakıp kamerasını çıkarırken sol bacağının arkasında bir yanma hissetti. Arkasını dönüp fenerini bacağına doğrulttuğunda yaklaşık 30 santimetre uzunluğunda bir aslan balığıyla karşılaştı. Telaşla bacaklarını karnına doğru çekerken arkasındaki rafın kıyısında asılı kalan bir sandığa çarptı. Balıktan kurtulmak için birkaç defa daha çırpınır gibi hareketlerde bulundu. Paniğe kapılmıştı. Panik ve zehrin etkisiyle nefes alması zorlaştı. Ateşinin yükseldiğini hissediyordu. Son gördüğü şey yerdeki mermilerin üzerine doğru düşen sandıktı. Gecenin sessizliğinde, ürkütücü bir patlamayla birlikte ateş topunun aydınlattığı derinlerden yüzeye doğru ilerleyen yüksek basınç, denizin sakin ve durgun sularını gökyüzüne doğru büyük bir hışımla püskürttü.
Aynı anda Hamid bulduğu konservenin kapağını açarken kalleşçe hazırlanmış bir bombanın pimini çektiğini bilmiyordu.
Ahmed’in gözbebeklerine yansıyan son görüntü ise kucağında mavi ayıcığıyla karşısında dikilen küçük kardeşinin karnını doyurmak isteyen masum bakışları olmuştu.
İki güzel cennet kuşu sonsuz özgürlüğe doğru usulca kanat çırptılar.
İbrahim Beyaz
1 Yorum