Göç
Çatı katındaki sandığı ilk kez açtığımda, on yedi yaşındaydım. Sandığın kapağını açar açmaz, yayılan naftalin kokusu tüm odayı sarmıştı. Annemle,
Mendilini çıkarıp alnından süzülen terleri sildi. Başını cama yasladı. Güneş yavaş yavaş doluyordu otobüsün içine. Yolcular uyuyordu. O ise doğan
Apartmanların arasında ne işe yaradığı belli olmayan, birinci kattaki evin balkon yüksekliğine yakın, neredeyse küp şeklindeki beton yapının kıymeti yoktu
– Tık tık tık! (Bir misafir daha mı çağırmıştım acaba? Ya Rabb’el âlemin! Gelen ya Hızır olsun ya Azrail aleyhisselam,
Annesi onu bir ağaç kovuğuna saklayıp, “Buradan ayrılma! Sakın çıkma!” demişti. Ormanda yankılanan çığlıklar, savaş nidaları, yırtıcı kuş seslerinin taklitleri
Onu gördü. Ona baktı. Onu inceledi ve tanır gibi oldu. Yanına gitmek istedi. Sonra vazgeçti. “Benzerleri gibi” dedi. Ağır ağır,
Ferdi Tayfur Sağ ön çaprazımda oturuyordu. Telefonunun ekranını tam, yüzünü yandan görüyordum. Muavinin ikramını almak için hareketlendiğinde benden yana döndü
Ferdi Bey Efkârlı bir Eylül sabahı… Kalan ömrümü, geçen ömrümden daha iyi bir hale getirmek için atmam gereken fakat bir
Şimdi size desem ki bir resim yazacağım -evet, yazacağım- ve siz de buna şahit olacaksınız, ne dersiniz? Aramızdaki ilişkiyi, bir
Saadet Hanım güç bela tırmandığı merdivenlerin ardından evine ulaştı. Kapısının önünde yaklaşık on beş saniye soluklandıktan ve kırk beş senedir