Yazarlarımızla Hasbihal: Celal Kuru

Edebifikir okurları için, yazarlarımızla yazı ve hayat merkezinde samimi bir hasbihal gerçekleştirmeye devam ediyoruz. “Yazarlarımızla Hasbihal” serimizin onuncu konuğu Celal Kuru. (Edebifikir İhtiyar Heyeti)

***

Celâl, çocuk yaşta çalışmaya başladın. Akranların ev okul arasında mekik dokurken sen ailenin geçimine destek oluyordun. Bize biraz hayat hikâyenden, özellikle çocukluk günlerinden bahseder misin?

Gücük ayına yirmi dört gün kala doğmuşum. Yani 7 Ocak. Annem, doğduğumda insanlar Cuma namazından çıkıyordu ve dışarıda feci bir kar yağıyordu diye anlatır. Bir yanımın soğukluğu belki de doğduğum günden geliyordur. Çocukluğum köyde geçti. Köyde yetişen çocukların daha özgüvenli olduğuna hep şahit olmuşumdur. Çünkü altı yedi yaşına geldiğinde hayvan otlatmaya başlıyorlar. Misal sekiz yaşındayken ablamla mantar toplamaya gitmiştik. Ablam da on yaşında. Daha o yaşlarda mantarların çeşitlerini biliyorduk. Kanlıca, gübür kaldıran, karaoğlan, civciv bacağı, sümüklü mantar vesaire. Şehirde yetişen insan ise kültür mantarından başka bir şey bilmez. O günlerle alâkalı böyle parça pinçik şeyler hatırlıyorum. Bunları da Yahyâ’ya Mektuplar’da peyderpey anlatmaya çalışıyorum. İstanbul’a geldiğimde on bir yaşımdaydım ve gelir gelmez işe başladım. Bu yaşları çocukluk olarak görmüyorum daha çok ilk gençlik demeyi uygun buluyorum. Çıtayı düşürmekten hiç hoşlanmıyorum. On yaşında bir insan çocukluktan kurtulur, on beş yaşına geldiğinde ise tam bir feta, yiğit, delikanlı olur. Ama maalesef şimdi otuz yaşına gelmiş insanlar için bile bunları söyleyemiyoruz. Çünkü herhangi bir sorumluluk vermiyoruz. Otuz yaşında bir arkadaşım vardı. Babası vefat ettikten bir ay sonra geldi bana intihar edeceğini söyledi. Niçin diye sorduğumda, artık kaldıramıyorum. Akşam işten geliyorum. Musluk bozuldu. Ampul patladı. Çocuk camı kırdı. Telefon, elektrik, su, doğalgaz faturası… Artık kaldıramıyorum, bunalıyorum, demişti. Evet, babası otuz yaşına kadar hiçbir sorumluluk yüklemediği için bu basit görünen yükler ona ağır geliyordu.

İlk gençliğimle alâkalı sadece pazar günleri hafızamda kalmış. Sabah kalkar, kalabalık sayılan bir aileyle birlikte kahvaltı ederdik. Sonra pazar sabahlarının vazgeçilmezleri vardı bizim için. Show TV’de Battal Gazi, ATV’de Kara Murat, Kanal D’de Malkoçoğlu, Star TV’de Tarkan. Yeşilçam’ı her türlü eleştirebiliriz ama bu saydıklarımın benim hayatımda çok büyük izleri oldu. Öğleden sonra okulun önündeki toprak sahaya gider akşama kadar maç ederdik. Yağmur, kar, kış, toz toprak demeden. Akşam eve döndüğümüzde de annemden paparayı yerdik. Sonra hayatımın dizisi dediğim Deli Yürek vardı. Yusuf Miroğlu ve Kuşçu. Gençliğimde örnek aldığım insanlardı. “Senin suyun eksik Yusuf’um” dediği sahneyi hiç unutamam mesela. Ya da “Sevdiğine değil de kendine âşıksan hapı yuttun demektir.” dediği bölümü. Sonra Ferdi Tayfur’u. Şuan o ruhtan zerre taşımayan Galatasaray’ı.

Artık dizi seyretmiyorum. Müzik nadiren. Galatasaray varla yok arası zaten. Ama yine de tam olarak kurtulmak mümkün değil. Geçen Samet Çıldan’la telefonda konuşurken Ferdi Tayfur’un bir şarkısının sözlerini şiir halinde karşılıklı okuduk. Birden cezbeye kapılır gibi oldum. Bazen Kuşçu’yu açıp seyrediyorum. Galatasaray’ın 2000’li yıllardaki maçlarına dönüyorum. Geçenlerde Okan Buruk’un Fenerbahçe’yle anlaşma imzalayacağına dair bir haber okudum. Birden tuhaf bir şekilde içim burkuldu. Sanki ilk gençliğimim safiyetini yitirecekmişim gibi hissettim. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi.

Kendimden daha nasıl bahsedeyim bilmiyorum. 2015 yılında Kumarbaz kitabının girişine şöyle bir not düşmüşüm: “Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibarettir.” Şimdi bu sözü şöyle düzeltebilirim: Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarısında kazandığı alışkanlıklardan kurtulmaya çalışmasından ibarettir.

17 yaşından beri kitaplarla haşir neşirsin. İyi bir okur olmayı önemsiyorsun. Kitaplarla kurduğun dostluktan bu yana hayatında ne gibi değişiklikler oldu? 

İlk gençliğimden itibaren hep ketum birisiydim. Kimseyle arkadaşlık kuramazdım. O boşluk kabul etmeyen kâinatı ben de radyoyla, kitapla doldurmaya gayret ettim.

17 yaş okumaya başlamak için geç bir vakit. Bu geç kalmışlığı telafi etmek için iki kat çaba sarf etmem gerekiyordu. Ama ilk zamanlar (on sene kadar) çok dar bir çerçevede kaldım. Semerkand yayınları harici pek bir şey okumadım. Bu taassup birilerine kötü gelse de ben şükrediyorum. Sağlam bir temel atmıştım. Özellikle Semerkand dergisini her ay yeni bir yarama merhem olacak diye dört gözle bekledim. Merhum Yarbay Mehmet’in kitapları sonra Seyyid Sâki hazretlerinin Hayat Dengemiz kitabı. Gençliğin getirdiği arızi şeylerden kurtulmam için âdeta bir ilaçtı. Okuduğum her yazı beni üç gün ayakta tutardı. Misal 2004 yıllarında Muhteşem Âttar hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama İlahinâme adlı kitabını okumuştum. Sonra Bostan ve Gülistan, Mesnevî’de Geçen Hikâyeler.  Böyle böyle günler akıp gitti.

Yirmi yedi yaşıma geldiğimde sosyal medya vesilesiyle edebi camia ile tanıştım ve birçok şey değişti. Bu dönemi uzun uzun anlatmak istemiyorum. Bazen gerçekten niye aldığımı ve niye okuduğumu bilmediğim kitaplar kalbimi daraltıyor. Bugüne gelecek olursak uzun zamandır hiçbir şey okumuyorum. Kitaplığımla göz göze geliyoruz. Ben onlara, bu kitaplarla ne yapacağım, onlar bana bu adamla ne yapacağız deyip duruyoruz.

Yıllarca edebiyat dergilerini takip ettin, hatta bir fanzin de çıkarmıştın. Sonra niçin dergilerden soğudun? İleride bir dergi çıkarmaya niyetlenirsen, yayın yönetmeni veya editör olarak dergide en çok dikkat edeceğin hususlar ne olurdu?

Sosyal medyayla başlayan tanışıklık dergilerle devam etti. Ayda ona yakın dergi alırdım. Hele yeni çıkan dergilerin ilk sayılarını büyük bir heyecan ve iştahla alıp okurdum. Bu üç beş yıl böyle devam etti. Sonra bu mahfillere girmeye, sevdiğim şair ve yazarlarla tanışmaya başladım. Bunun sağlıklı bir şey olmadığını, bir okurun sevdiği bir şair yazarı ancak uzaktan sevebileceğini de geç anlamış oldum. Bu meclislerde hoşuma gitmeyen konuşmalar oluyordu. En fenası da kimse kimseyi beğenmiyordu. Bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü dergilerden soğudum.

Zikrettiğiniz fanzini ben çıkartmamıştım. Gene sosyal medya üzerinden birkaç şehirde oturan bir grup arkadaş çıkarmıştık. Ben de arabesk metinlerle ve İstanbul’un dağıtımıyla yardımcı olmuştum. Uzun sürmedi, 5 sayı çıkarabildik zaten. Bir dergi çıkarma hevesi ise otuz yaşına kadar vardı. Çünkü insan otuz yaşına kadar bir şekilde dünyaya nizam vereceğini düşünür. Otuzdan sonra bu körelir. Otuz beşten sonra da kendimi düzeltsem yetere döner. Son dönemde bir derginin yayın kurulunda olmam söz konusu oldu. Bunun için de ilk başlarda bir gayret gösterdim ama çok üretken biri olmayışım ve düşüncelerimin piyasa şartlarıyla uyuşmaması sebebiyle o projeden de el çektim. Artık böyle bir niyetim olmadığı için bu soruya bu kadar cevap yeterli diye düşünüyorum.

Sen bize sormuştun, aynısını sana soralım: Daha çok hangi vakitler kelimelerle, cümlelerle kavgaya tutuşursun?

Kendimi sürekli bir koşuşturmaca içinde bulduğum için ne zaman başımı kaldırsam, şairin, “Oturmak istiyorum biraz sıkışır mısınız?” dizesini mırıldanıyorum. Kör olası vardiya sisteminde çalıştığım için herhangi bir vakit çizelgem olmuyor. Bundan sebep gece gündüz uyumadığım sürece kelimelerle kavga ediyorum. Bu uyanıklık hâlindeki durumum ne zamanki rüyâlarımda olursa, uykumda da kelimelerle kavga etmeye başlarsam o zaman iyi bir yazar olacağımı düşünüyorum. Şuana kadar yazdığım hikâyelerden sadece Gece Yürüyüşü bir rüyânın ardından bir saat içinde yazıldı. En azından bunun gibi bir hikâye her kitabımda olsun isterim.

Senin gibi biz de merak ediyoruz: Yazarların ilginç yazma ritüellerinden sana miras kalan var mı? Varsa kimden tevarüs ettin? Not alırken defter, kalem kullanıyor musun?

Hiçbir zaman bir çalışma masam olmadı. Ya da o masaya oturup yazacak bir zamanım olmadı. Yazma ritüeli deyince aklıma Kemal Sunal’ın Atla Gel Şaban filmi geliyor. Seyredenler bilir. Ganyan tahmini için bazı şartları koşuyordu. Topkapı, Topkapı diye bağıran bir muavin, hurra diye binilen minibüs, şıkı şıkı baba şarkısı, ihtiyar dedikoducu kadın, başında kokan ve sallanan adamlar olacak ki doğru atı tahmin edebilsin. Benim için de durum hemen hemen böyle. Gürültülü bir ortam, makine sesleri, sürekli başka şeylerle meşgul olmak. Ya da tıkış tıkış bir otobüs, minibüs yolculuğu. Ancak böyle durumlarda yazabiliyorum. Tek başıma yalnız kalıp saatlerce oturabilsem bir cümle bile kuramıyorum. Yazdığım hikâyeleri ve yazıları ya iş yerinde ya da işe gidip gelirken yolculuk esnasında yazmışımdır. Şimdi bunlardan kurtulup oturup yazmak istiyorum ama olmuyor. Not alma alışkanlığı ise neredeyse yok gibi. Oysa bunun için bir sürü defter biriktirmiştim. İnsan değişiyor. Belki o biriktirdiğim defterler bir gün işime yarar ve not almaya başlarım. Ya da tertemiz bir şekilde benden sonrasına miras kalır. Tabiî benden sonraki nesil defter kalem kullanır mı, orası da şüpheli.

Yazılarında belirgin bir karamsarlık var. Kişinin dünya ile arasına mesafe koymasını anlayabiliyoruz ama umutsuz olmasını anlayamıyoruz. Umutsuz metinler yazdığın için kendini kötü hissediyor musun?

Bu sorunun cevabı tamamen göreceli. Misal sizin belirttiğiniz karamsarlığı ben yazılarımda görmüyorum. Benim için gayet normal şeyler. Ki ben Kafka ve Cıoran’ı da bedbîn olarak görmüyorum. Sadece bu adamlar yaralı. Yaralarına dünyada merhem bulamamışlar. Belki de Beckett haklıydı: “Dünyadasın işte bunun devası yok.” Misal son günlük, Çetrefilli Perşembe’yi birçok insan sizin gibi karamsar buldu ve karamsarlığa takılıp kaldı. Peki o metni okuyan kaç kişi Ahlâkı Alâî kitabını araştırdı ya da en azından YouTube’da, İhsan Fazlıoğlu’nun Ahlâkı Alâî okumalarını seyretti? Bir kişi çıkarsa bu beni çok mutlu eder. Veya bir hocamın söylediği,  “Güneşin doğuşu ve batışı bizim için mahalleye gelen çöp arabasından farksız. Gidiyor geliyor ruhumuz bile duymuyor, alâkamızı cezbetmiyor.” sözü üzerine kaç kişi tefekkür etti? Ya da başka bir örnek vereyim: Beş Meczup hikâyesini modern bir göz ve kafayla okursak günde beş parçaya bölünmüş bir adam, bölünmüş bir benlik yani bir hastalıklı insan görürüz. Ama Koca Yunus’u okuyan bir kalple okursak, “Bir dem gelir İsa gibi, ölmüşleri diri kılar/ Bir dem girer kibr evine, Fir’avn ile  Haman olur,” hâlden hâle geçmeyi, kabz ve ve bast hâlini anlamış olur.

Belki de okuru kendim gibi gördüğüm için biraz sıkıntılı düşünüyorum. Alaylı olduğum için hiçbir zaman bir yönlendirenim olmadı. Bu yüzden çoğu okuduğum kitaba bir deneme ya da bir değini üzerinden gitmişimdir. Ali Ayçil’den şifahi olarak bir tek kitap tavsiyesi bile almadım ama onun denemeleri sayesinde, Körleşme, Tatar Çölü, Uzun Çarşının Uluları, Usta ile Margarita, Oblomov gibi harika eserler okudum.

Sorunuzun son kısmına gelecek olursak umutsuz netinler yazdığım için kendimi kötü hissetmiyorum ama sürekli böyle bilinmek ve yazılarıma bu önyargıyla yaklaşılması hafiften kötü hissettiriyor. Bu da bana bundan sonraki yazdıklarımda daha dikkatli olmamı diretiyor. Bir dayatma karşısında da ne kadar samimi yazabilirim onu da bilemiyorum.

Edgar Allan Poe mutluluk ile ilgili olarak “Bir noktaya kadar mutlu olabilmek için, o noktaya kadar acı çekmiş olmak gerekir.” diyor. Bu sözü okuyunca nedense aklıma geldin. Mutlu olmak için mi acılarını deşiyor ve bize gösteriyorsun?

Poe’nin bu sözü bana da Kafka’nın şu sözünü hatırlattı: “Belli bir noktadan sonra geriye dönüş yoktur. O noktaya da erişmek gerek.” Bir önceki ve bu soruya göre o geriye dönüşü olmayan yola varmışım. Ama şu bir gerçek ki acılarımı kimseye göstermek gibi bir gayretim olmadı.  Çünkü acı gösterilemez, yaşanır ve kimse kimsenin acısını anlamaz ve alamaz. Hem konuşabildiğimiz, yazabildiğimiz acı gerçek acı değildir. Gerçek acı insanı büyük bir suskunluğa sevk eden şeydir.

Hiçbir zaman neşeli eğlenceli bir delikanlı olmadım, bu doğru. Bir oğlak burcu olarak her meseleye en olumsuz tarafından bakma istidadı ve vesvese; âlimlerin ve düşünürlerin tahlillerine bakılırsa, Satürn’ün hediyesi kara safranın eseri. Belki bu bende bir tık ileridedir, bilemiyorum.

Yıllardır Sulhi Ceylan sana, “Eleştiri metinleri yazmalısın. Türk edebiyatında eleştirmen eksikliği var, bu alana büyük hizmet verebilirsin” demesine rağmen sen tavrını öyküden yana koydun. Öykü yazmak senin için varoluşsal bir durum mu?

Hafızam beni yanıltmıyorsa Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle adlı eserinde eleştirmen olmak için güldesteleri okumak yetmez, divan edebiyatını baştan ayağa okumak gerekli diyordu. Bu sadece şiir için geçerli değil elbette. Roman için belli başlı klasikleri okumak yetmez. Keza hikâye ve diğer türler için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Eleştirmenlik asla bir yan meslek olarak yapılamaz. Bütün geceni gündüzünü ona vakfetmelisin. Hem eleştirmek için bir yumruk attığında muhatabını öldürmelisin ki tek rauntta maçı kazanabilesin. Yaralı bırakırsan iyi bir eleştirmen olamamışsın demektir. Tarık Buğra’nın dediği gibi eleştirmenlik düşman kazanmak sanatı. Belki düşman kazanmaktan çekinmem ama birilerini eleştirdiğimde kalbimin daraldığını gördüm ve bu işten vazgeçtim.

Hikâye yazmak benim için şahitlik demektir. Bazı güzelliklerin kıyıda köşede kalmasına gönlüm razı olmuyor. Akşam haberleri açınca sürekli ruh hastası insanlarla karşılaşıyoruz ve bu bizim de ruh hâlimizi etkiliyor. Ama haber değeri taşımayan hadiseler de vuku buluyor. Misal geçende süratle gelen motosikletin önüne birden karton toplayan ihtiyar bir amca çıktı. İhtiyar amca yüzde yüz suçluydu. Motorun şoförü genç arkadaş amcaya baktı, tam bir şey söyleyecekti. Sustu ve direksiyonu kırıp yoluna devam etti. İşte bu öfkesini yenen hakiki pehlivanların da hikâyesi yazılması gerekiyor. Başka bir örnek de iş yerinden vereyim. Suriyeli Ahmet’e “Nasılsın?” diye sordum. “Benim adım Ahmed, babamın adı Mahmud, oğlumun adı Mahmud iken bana hamd etmekten başka ne düşer?” dedi kırık dökük Türkçesiyle. Bu cümle, saatlerce fasîh bir şekilde konuşan adamların sözlerinden daha çok tesir etti bana. Böyle güzelliklerin heba olmasına gönlüm razı olmadığı ve benden sonra gelecek nesle de kayıtlı güzellikler kalması için hikâyeyi seçtim. Sanırım elimden geldiğince de sebat edeceğim.

Son zamanlarda kısa öykülere ağırlık vermeye başladın. Minimal öyküde kıvam tutturabilmek kolay değil. Geleneğimizde kıssa, mesel, fıkra, letaif gibi özlü anlatıların önemli yeri olduğunu da göz önünde bulundurarak minimal öykücülüğe dair neler söylemek istersin? Sence bu türün başarılı temsilcileri kimler?

Öncelikle bu tanımlarda bir karmaşa var. İki sayfalık bir öyküye de kısa öykü denilebiliyor, elli kelimelik bir öyküye de. Sanırım Semih Gümüş’tü.  55 kelime altına küçerek, minimal öykü; 55 ila 5000 arasına kısa öykü, 5000 üzerinde olup da bir roman olamamış hikâyelere de novella ya da uzun hikâye diyordu. Katılırsınız ya da katılmazsınız ama bu türlerin arasında keşmekeşten kurtulmak için bu şekilde bir kategorizeye ihtiyaç var.

Bana göre Mesnevî’de geçen “Ey âşık onca şehirler gezdin söyle bakalım en güzeli hangisiydi? Sevgilinin bulunduğu şehir.” bu hikâyede kıpkısa öyküye giriyor. Nasreddin Hoca’nın göle maya çaldığı fıkra da. Kıpkısa hikâyenin en büyük özelliği birkaç kelimeyle insanda bir şok etkisi yaratması. Bu Ferit Edgü’nün Öç, Mehmet Raşit’in Çiçekli Elbise, Mehmet Emin Oyar’ın Yetim Namazı’nda aniden çarpıyor ama bazılarında da hemen ele vermiyor. Sadece yazarın değil okurun da dikkatli bir şekilde odaklanmasını belki birkaç kez okumasını istiyor. Kıpkısa hikâye için şiirin kardeşi de diyebiliriz. Nasıl ki şiir hemen kendini ele vermiyorsa kıpkısa hikâye de aynı şekilde vermiyor. Artık kimseler uzun uzun romanları okumak istemiyor. Buna hem zaman yok hem de zemin. Onun için kaliteli kısa hikâyelerin ve kısa filmlerin çoğalmasını istiyorum.

Dünya edebiyatı için bir şey diyemem ama ülkemizde Abdullah Harmancı, özellikle Muhteris kitabıyla, Sadık Yalsızuçanlar, Bahaeddin Özkişi, Ferit Edgü, Necati Tosuner aklıma ilk gelen kişiler. Son dönemde ise Ahmet Sarı’nın,  Kendi İmdadına Da Koşup Gelen Hızır kitabı başarılı. Bir de Arzu Özdemir var Hece yayınlarından iki kitabı çıktı. Meraklısı alıp okuyabilir. Hatırlamadıklarımı da yorumlarda yazan olursa memnun olurum.

Kalp birdir ama içerisine dünyaları alabilir. İnsanın pek çok üstadı, hayranlık duyduğu hocası olabilir fakat biri ya da birkaçı diğerlerinden farklıdır. Gerek yazarlığında gerek manen beslenme anlamında zikredebileceğin isim ya da isimler var mı? O kişinin huzurunda bulunma imkânın olsa ona ne sormak, hangi sorunun cevabını almak isterdin?

Bu sorunun cevabı ruh hâlime göre değişiyor. Bazen Herat’da, Molla Cami, Ali Şir Nevai, Üstad Bîhzâd ile Hüseyin Baykara’nın meclisinde olmayı, Bîhzâd’ın çizdiği resimlere Cami, Nevaî ve Baykara’nın yorumlarını dinlemek isterdim. Bazen Yunus Emre hazretleriyle dağlara çıkmak istiyorum. Ona verilmiş o söyleme aşkını iliklerime kadar hissetmek. Bazen de Konya’ya Mevlâna hazretlerinin huzuruna varmak, Selahaddin Zerkubî çarşıda demir döverken, o demirin sesiyle cezbeye gelen ve dönmeye başladığında yükseldiği makamları müşahede etmek ister,  Hüsameddin Çelebî’yle Mesnevî’yi yazarken getir götürünü yapmak isterdim. Ya da Muhteşem Âttar’ın o meymenetsiz Moğol askerine kendisinin ancak bir çuval saman edeceğini ve bunun karşılığında satmasını istediği anda o tevazu kanatlarının onu nerelere uçurduğunu görmek isterdim ama bu saydıklarımın hiçbirisine bir sual sormak istemez yanlarında bir ahraz gibi dolaşmak isterdim. Eğer eski büyüklerden birine sormak imkânım olsaydı, Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerine “Oğlak burcu olmak günahlara kefaret midir?” diye sormak isterdim.

Öykü kitabını yayınevine teslim ettiğini öğrendik, hayırlı olsun. Öykü dışında herhangi bir türde eser verme niyetin var mı?

Kitap meselesi tam bir arap saçına döndü. Dosyayı verdiğim ilk yayınevi kapandı. Hep derim ismimle müsemma olamadığım için soyismimle müsemma oluyorum ve el attığım dalı kurutuyorum. İkinci yayınevi ise, kitabı neşretmek için altı bin liranın üzerinde fahiş bir fiyat istedi. Üçüncü yayınevi dosyayı isterken iki hafta içinde dönüş yapacağını söylemişti. İki ay geçti tık yok. Yolum yayınevinin yakınlarından geçerken bir uğradım ve bir dosyamın olduğunu hatırlattım. İki aydır okunmayan dosya bir gün içinde okundu ve pandemi dolayısıyla yayın takvimindeki yoğunluktan ötürü kabul edemediklerini söylediler. En son gönderdiğim yayınevi de değerlendirmeye aldıklarını söyledi. Köyde bir çin çin kayası ya da mağarası denilen bir yer vardı. Biz çocukken toplanır giderdik. Mağaranın ağzından bir taş atar ve dibe inmesini ve o çin çin sesini duymayı beklerdik. Bu beklenti de aynen öyle.

Hikâye dışında mektup roman yazmayı düşünüyorum. Yahyâ’ya Mektuplar bunun için yazılıyor. İçinde otobiyografik parçalar ve modern zamanlar menkıbeleri olacak türden. Çünkü otobiyografik romanları seviyorum. Mesela Martin Eden’i okuyan birisi yüzde seksen benim hayatımı okumuştur. Sonra, çocukluğum, ekmeğimi kazanırken, benim üniversitelerim… Bunlar yazarlık serüvenimde bana çok şey söylediler. Sürekli olarak tek alaylı olmadığımı hatırlattılar. Belki benim yazdıklarım da bir kişiye hitap eder.

Seni ilk tanıdığımda kamerasız eski bir telefonun vardı, akıllı telefon kullanmayı reddediyordun. Şimdiyse telefon elinden düşmüyor, Twitter’da, YouTube’da fink atıyorsun çoğumuz gibi. Telefonla ve sanal dünyayla bağını koparmak ister miydin?

O ilk tanıştığımız günleri, Nokia 1100 telefonumu, bazı meseleler üzerine daha derin düşünebildiğim günleri özlüyorum açıkçası. Telefonun tehlikesini son günlerde yakinen daha iyi idrak ettim. Malumunuz kız çocukları babasına düşkün olur. Bizimki de öyle. Hattâ biraz fazla da diyebiliriz. İşten eve geldiğimde beni görünce kendince sevinç gösterileri yapar ama elinde telefon varsa ve bir şeyler seyrediyorsa şöyle yüzüme bakıp bir gülümser ve izlemeye devam eder. Fark ettim ki telefon insandaki sevgi duygusunu bile köreltiyor. Buna şahit olunca bir daha eline telefon vermemeye gayret ettim. Bir de geçen ay bir hafta internetim yoktu baktım ki çok huzurluyum, daha dinginim en azından. Çünkü internete girdiğimde sürekli bir şeyler araştırıyorum ve daima dağınık bir zihinle dolaşıyorum bu da beni rahatsız ediyor. Tamamen kurtulmak imkânsız gibi. Çünkü yazılarımın hepsini (bu söyleşi cevaplarını da) telefonda yazdım ama kısıtlamaya gitmeyi düşünüyorum hem de radikal bir şekilde.

Son olarak neler söylemek istersin?

Kafka’ya yazdığım mektupta “İnsanın insanı anlayacağına dair umudum günden güne azalıyor.” yazmama ve böyle olduğuna inanmama rağmen bir sürü lakırdı ettim. Buraya kadar okuma zahmetinde bulunanlara teşekkür ederim. Beni kınamayın. İnsan anlaşılmayacağını bilse de anlatmak istiyor. Çünkü insan anlatmazsa çıldırabilir.



Yazarlarımızla Hasbihal Serisi

Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Can Coşkun
Yazarlarımızla Hasbihal: Cüneyt Dal
Yazarlarımızla Hasbihal: Bilal Can
Yazarlarımızla Hasbihal: Adem Suvağcı
Yazarlarımızla Hasbihal: Davut Bayraklı
Yazarlarımızla Hasbihal: Muhammet Emin Oyar
Yazarlarımzla Hasbihal: Ömer Ertürk
Yazarlarımızla Hasbihal: Feyyaz Kandemir
Yazarlarımızla Hasbihal: Mehmet Raşit Küçükkürtül

 

DİĞER YAZILAR

14 Yorum

  • İsmail Başaran , 25/02/2023

    Çok istifadeli ve samimi bir sohbet
    Dolu dolu.
    Türkçeniz ve kelimeleriniz not almam gerekiyor duygusu verdi, okulda hocalarımda görmediğim bir anlatış üslubunuz var Celal Hocam,
    Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın burçlardan bahsettiği kitabını merak ettim , ismi nedir acaba..

  • silgim yok , 25/12/2022

    ben bu yazıyı ilk bir buçuk ay önce filan okudum herhalde. sevdiğim biri celal kuru’yu seviyordu. ben edebifikir’i yeni tanıyordum ve hangi yazısı hatırlamıyorum yani daha okumadan bile olabilir bu yargım ama galiba bir yazısını okumuş ve pek sevmemiştim kendisini. birkaç gün sonra bu yazıyı okuyunca bir baktım ısınmışım celal kuru abi’ye?? valla kendimi kandırmıyorum. hemen sonrasında bir sürü hikayelerini okudum metrolarda keyifle. edebifikir top 4’ümde herhalde kendisi😀. he ben nasıl bir okuyucuyum bilmiyorum. şimdi yeni bi şeyler için ne var ne yok diye gelmiştim ama buraya düştüm. çok keyifli bir söyleşi bence söylemeliyim dedim.

  • celâl kuru sevilmeyecek adam mı? , 21/11/2022

    celâl kuru geniş gönüllü, edepli, saygılı, anlayışlı bir insan. onda öfke gibi görünen merhametten başka bir şey değildir. insanlara karşı hüsnü zan hâlindedir. bir olaya veya kişiye karşı önyargılı davranmaz. bilmediği konularda sessiz kalmayı tercih eder. sevdiğimiz bir abimizdir. janti adamdır. adabı giyinmeyi çok iyi bilir. iyi öykü yazar. kendisi “hikâyeci” denmesini tercih eder.

  • Leylizey , 21/11/2022

    İnsan okuduklarında kendinden bir parça görmeyiversin, hemen nasıl da genişliyor yüreği. “İnsan anlaşılamayacağını bilse bile anlatmak istiyor. Çünkü insan anlatmazsa çıldırabilir.”

  • Celal Kuru Sevenleri Derneği , 29/05/2022

    Celal abinin hikayelerini yazılarını özledik. Buradan duyurmuş olalım..

  • Amme hizmeti , 04/02/2022

    Üşenmedim izledim. Şiki şiki baba sahnesi:

    https://youtu.be/xb2PFtLaaK4

  • Tahalli , 27/01/2022

    Kişinin sevdiği yazarı , şairi uzaktan sevmesi kısmına kesinlikle katılıyorum. Soyisminle müsemma olduğuna yeterince kaniysen Dolara bi an önce el atmanı bekliyorum.

  • Orman meyveleri , 25/01/2022

    Bazen yol hazırlığı o kadar uzun sürer ki yolun önüne geçer. Bazen kervan yolda düzülür. Eleştiri metni yazmak için de böyle. Mükemmel iyinin düşmanıdır, mükemmel olsun diyerek bütün iyileri kaçırdık. Yol katetmedik kontak kapattık, bu olmamalı. Eleştiri yazmalısınız çünkü okuduklarınıza sahipsiniz onlar sizde silinmiyor.Sıklıkla beslendiğiniz kaynaklardan söz edebiliyorsunuz. Ceylan’ın yorumu uygun eleştiriyi size heveslendirme noktasında.

    Yazdığınız metinler hakkında okur ne düşünür diye bir kaygı ne kadar aza indirilebilirse o denli samimi ve kendisi olur yazar. Okur bunu hak ediyor; beğensin yahut dudak bulsun, beyhude.

  • ihsanbul , 25/01/2022

    Celâl Kuru’nun yazılarında beni ne çekiyor demiştim. Bu söyleşi ile öğrenmiş oldum. Ve eğer İbrahim Hakkı hazretleri “oğlak burcu olmak günahlara kefaret midir?” sorusunu cevaplarsa cevabını öğrenmek isterim. Adem’e de kanımın kaynamasinda muhtemel aynı sebep. Şimdi ister istemez diğer edebifikir yazarlarının burçları merak konusu oldu.

    Celal Hocam ile bir kere sohbet etme fırsatı buldum ve tavsiye ettiği kitapları okumaya gayet ediyorum. Özellikle öykü konusunda tavsiyeleri oldukça yerinde. Bu vesileyle teşekkür ediyorum.

  • baş ağrısı , 25/01/2022

    aman hocam ya insanlar anlasa ne olur anlamasa ne olur. anlasalar da kötü. birçok zorluğu konuştuğum zaman insanların tümüyle içimi gördüğüne inandığım için yaşadım. insan anlaşıldığını hissetseydi anlatamazdı belki de.
    ve kitabınız inşallah tez vakitte çıkar :))

  • Nblk , 24/01/2022

    Yahya’ya mektupların neden bu denli beni etkilediğini anladım kalpten gelen söz kalbe tesir eder yaşadıklarınızdan yazmışsınız teşekkürler Celal Kuru

    • Adem Suvağci , 25/01/2022

      Ben de bir oğlak olarak umuyorum ki, oğlak burcu olmak günahlara kefaret olur. Celal Abimi bir oğlak olarak en iyi anlayanlardan biri de benim. Mektupları olsun, hikâyeleri olsun…

      Evet, her ne kadar da Celal Abi’nin yazılarına “karamsar” kelimesini “uygun” görseler de aslında Celal Abi, herkesin bastırdığı duygulara işaret ediyor, kurcalıyor. Ve bu durum okuyanları rahatsız ediyor. Bu yüzden de karamsar olduğunu iddia ediyorlar. Tabii ki bu Celal Abi’nin de dediği gibi göreceli bir şey fakat onun her yazısını “karamsar ne de olsa” düşüncesiyle okurlarsa bence bir verim alamazlar. Haddime değil tavsiye vermek ama okur, bu “karamsar” önyargısını kırmak zorunda. İşte o zaman anlayabilirler Celal Abi’nin derdini.

  • Beklenen Yorum , 24/01/2022

    Teşekkürler, faydalı oldu.

  • Yorum Bekleyen , 24/01/2022

    Sabahtandır bilmem kaç kez siteye girip baktım, yorum yapılmış mı şu söyleşiye diye. Yok yok yok! Bir Allah’ın kulu da yorum yapmamış ben mi yapayım ne istiyorsunuz? Ben sizin gibi yorum yap(a)mıyorum, benden beklemeyin siz yapın, hadi lütfen. Üzmeyin çocuklar beni.. Şu güzelim cevaplar yorumsuz kalmayı haketmiyor. Hadi göreyim sizi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir