Edebifikir okurları için, yazarlarımızla yazı ve hayat merkezinde samimi bir hasbihal gerçekleştirmeye devam ediyoruz. “Yazarlarımızla Hasbihal” serimizin üçüncü konuğu Bilal Can. (Celal Kuru)
***
Kütahya denince aklıma Şeyhî geliyor. Şeyhî ile karşılaşma imkânın olsa ona kendini nasıl tanıtırdın, bu tanışıklık üzerinden bize biraz kendinden bahseder misin?
Kütahya’ya yerleşmek ve üniversite okumak amacıyla 2009 yılının Eylül ayında gelmiştim. Şehir, soğuk ve yağmurlu yüzüyle beni karşılamıştı. Puslu ve soğuk bir akşam öncesinde elindeki valizle nereye gideceğini bilmeyen fakat yine de kendinden emin, karşıma çıkacak yeni bir maceranın seyrini görmeye çalışırken önümde koskoca bir meçhul duruyordu. Bu durum biraz tedirgin edici olsa da tebdil-i mekânda ferahlık vardır deyip, yolda, Kütahya’nın Afyon tarafından girişinde, içimden geçirdiğimi bir derviş sözüyle tekrar edip durduğumu anımsıyorum. Biliyorsun, dervişler bir şehre girmeden önce, hâkim bir tepeden, orada yatan zatlardan müsaade isterlerdi. Şehirlerine geldiklerini manen bu şekilde haber verir, şehrin kendileri için hayırlı olmasını diler ve dua ederlermiş. Biz de öyle yaptık. Aradan geçen 12 yılın ardından bu şehir bize hayırlı oldu, hayırlara vesile oldu diyebilirim. Halen buradaysam bu memnuniyetim dolayısıyladır. Çünkü mekân insana sirayet eder ve mekânın kaderi insanla bütünleşir, insan mekâna siner, mekân da insana. O ruh, yayılarak büyütür kendini, içsel bir serüven ile.
Kütahya denilince akıllara evet Şeyhî gelir, Gaybî gelir, Ahterî gelir, Ergün Çelebi, Hezar Dinarî, Paşam Sultan gelir. Çünkü bir şerefül mekân, bil mekîndir. Mekânın şerefi orada oturanlarladır. Mekân, kişi ile anılmaya başlamışsa, orada bir ahenk ve nizam vardır.
Şair Şeyhî ya da bilinen ismiyle Hekim Sinan ile ilk buluşmamız, şehri tanımak için çıktığım yolculuklarla başladı. Gelmeden bilmiyordum, gelince gördüm. Diğer zatlar gibi, kendisini ziyaret ederek, bir divan sahibi şairin ruhuna Fatihalar okuyarak hayırla andım.
Şair Şeyhî ile kendimi kıyas edecek değilim elbette. Fakat yazıyla, şiirle ünsiyeti olanların birbirleriyle ruh akrabalığı vardır. Sancılı durumları, yaşayanlar bilir. O sancı içerisinde bir seyri süluk ile dönenip durur. Eser üretmek, bir sancıdır ve yazanlar/şairler bu sancı dolayısıyla kardeştir.
İlk olarak yazmak telaşesi nasıl başladı. Yazmayı tercih mi ettin yoksa yazmak tarafından işgal mi edildin?
Okumayla birlikte doğdu. Okumanın vermiş olduğu o çok sesliliğe sesimi dâhil etmek, sesimin yankısıyla farklı uğultuları kesmek için. Belirli bir yönlendirme olmadan, çalakalem. İçinden geldiği gibi, bazen de zorlayarak, kelimeleri keşfedip, o kelimelerden kurulacak bin bir türlü anlamın peşinde koşarak. Okumanın zehrini alan zihnim, bunu boşaltmak için yazmaya yöneldi. Yani doğal bir süreç içerisinde. Yazmak zaten öyle değil midir? İçimizin zehrini akıtmak…
Yazmak için okumak gerekliyse de okumaya başlamak için de uygun atmosferin olması lâzım. Yani görmek lâzım, görmediğin bir şeyi yapmak pek mümkün değil. Çocuk muhayyilesi işte. Önünde duran, sana rol model olacak kişilere ihtiyaç duyarsın, ev içinde böyle oldu. Babam iyi okurdu, dolayısıyla bu bize sirayet etti. Onun kısa kısa şeyler yazdığını anımsıyorum, ama yazdıklarını uzun zaman gizledi, defterlere hatıralarını, hislerini, duygularını yazıyordu, kısa şiirler, şiir parçaları… Bunlar biraz da çocuk dünyasında gizemli olarak addedilir. Bu yüzden yazmak benim için de bir gizem haliyle vücut buldu. Kalemin ve kelamın sırlı kapıları açacağına olan inancım, beni yanıltmadı.
Yazarların ilginç yazma ritüellerinden sana miras kalan var mı? Varsa kimden tevarüs ettin? Kendine on parmak yazabilen bir sekreter tutmayı düşünüyor musun?
Her ne kadar kalemle başlasa da yazma serüvenim, bugün klavye yazarlığı ile devam etmekte. Kalem, düşüncemin hızına yetişmekte sıkıntı yaşamıyordu fakat klavye, belirli durakları gerektirdiği için bazen sorunlar yaşayabiliyorum. Hızlı yazan biriyim. Aklıma gelen düşüncenin, cümlenin uçmaması için ivedi biçimde yazıya dökülmesi gerekiyor. Bazen yatak başında, masada, evin muhtelif yerlerinde kalem ve kâğıtlar tuttuğumu anımsıyorum. Fakat daha sonra bundan da vazgeçtim. Çünkü yazmak için konu, cümle yahut bir giriş beklemiyorum artık. Ortak özelliğimiz “insan”ı odağa aldığımız vakit, konu sıkıntısı yahut yazma sıkıntısı yaşamamız pek olası değil. Yeter ki bu alanda iyi bir okuma yapılmış olsun. Çünkü her şey insan eksenli.
Belirli bir yazma ritüelim yok. Fakat uzun saatler çalışabilmem için beni rahatsız edecek bir dış sese, dış etkiye ihtiyaç duyuyorum. Bu uzun zaman, en az 50 yıllık olan bir sandalyenin çivisiydi. Şimdilerde masama dadanmış bir elma kurdu. Çivi ve elma kurdunun vermiş olduğu eziyete katlanma biçimselliği ile gelişen bir yazma serüvenim var.
Yazım serüvenimin yoğunluğu nedeniyle maalesef her istediğimi yazamıyorum. Zihnimde tamamlanmış yazıları oturup yazmak için vakit sıkıntısı yaşıyorum. Kendime yardımcı olacak yine kendimdir, bu yüzden yazılarımı yazmak için hiç destek almadım. Yardımcı fikri nasıl olabilir onu da düşünmedim.
Daha çok hangi vakitler kelimelerle, cümlelerle kavgaya tutuşursun?
Bazen gecenin geç saatleri olabildiği gibi bazen sabahın ilk ışıklarıyla da olabiliyor. Yer, zaman, mekân ve ruh hali… tamamlıyor yazının atmosferini. Yazıyı oluşturabilmem için ilkin zihnimin onu tamamlaması gerekiyor. Tamamladıktan sonra bulduğum ilk fırsatta kavgama başlar, nihayetlendirmeden mümkün mertebe kalkmam. Ama bazı yazılar zorlu, emek isteyen, çalışma isteyen işler. Bunun için de bir raunt gerekiyor.
Yazarken beslendiğin kaynaklar nelerdir? Bize biraz da okuduklarından bahseder misin? Klasik deyince aklına ilk gelen kitaplar hangileridir mesela?
Çok yönlü bir okuma biçimselliğim var. Edebiyattan sanata, sosyolojiden felsefeye, tarihten bilime. Tabiî bunların bir de alt dalları var, edebiyat denilince salt inceleme değil, roman, hikâye, şiir. Sosyoloji denilince minimal sosyoloji çalışmaları gibi. Bir de dergiler, dijital yayınlar ile bu mecrada yayınlanan yazılar. Hemen hemen her gün bir okuma eylemi. Bir şekilde okur olarak buluyorum kendimi, ya da kendimi her zaman bir şeyleri okur olarak fark ediyorum.
Okumak, kanaatimce sadece kitap okumak olmamalı. Doğayı, insanı, bir resmi, bir görüntüyü, bir hava olayı, gökyüzünü de okuyabilmeli insan. Okumayı bilmek, onun dilinden anlayabilmektir. Yaratılmışlar nispetinde yansıyan ayetleri görebilmektir ve hayretini arttırmaktır. Öyle değil mi? Birbirine dua ederken, Allah hayretini artırsın, demek. Okumaktaki temel odak bu olmalı bence.
Kitaplardan bir dünya kurduk, diyerek Kitaphaber’i yönetiyorsun. Kitaplara gelen zamlar malum bir de gelecek olanlar var. Kitap senin için ne ifade ediyor. Matbu kitaplar e-kitap arasında bir fark görüyor musun?
Okumak ve yaşamak için kitapları tasnif etmek mümkün. Kitap, hayatımızın her safhasında başvuracağımız temel bilgi kaynakları. Kelama ve kitaba, kitabî olana itina gösterdiğimiz ölçüde hakikat ile sıkı bir ünsiyet elde edebiliriz.
Kitap, her ne kadar bilgiye erişimin kolaylaşması nedeniyle önemi ardıllansa da bizdeki yerini asla yitirmeyecektir. 10 yıldan beridir sürdürdüğümüz ve bugün Türkiye’nin en büyük kitap değerlendirme platformlarından biri haline gelmiş kitaphaber.com.tr’de kitap ve kitabî olana vurguları ön plana taşıyoruz. Amacımız temiz ve iyi bir yayıncılık yapmak. İyi kitapların gün yüzüne çıkmasına, konuşulmasına katkı sağlamak. Elbette yayın dünyasında sadece iyi kitaplar basılmıyor. Bu yüzden de eleştiri mekanizmasını nesnel ölçütler dâhilinde ele alarak kötü olan eserlerin kötülük nedenlerini de ortaya koymamız gerekiyor. Biz, kitaphaber olarak kendimizi bu mecrada sorumlu hissediyoruz. Çünkü her kitap masum değildir. Bu nedenle yayınlanmış eserler üzerinden değerlendirmelerle okuyuculara hizmet ediyoruz.
Kitaplar sembollerden/harflerden anlam üretimi sağladığımız küplerdir. Sembollerden/harflerden yola çıkarak oluşturulan kelimeler, kelimelerden oluşan cümleler, cümlelerden oluşmuş paragraflar ve paragraflardan yola çıkarak hazırlanan sayfalar dolusu metinler… İnsanlığın anlam üretimi için sığındığı temel anlam aktarıcılarıdır. Anlamın insanlara zamansallık bağlamında süreklilik sağlaması metinler yoluyla olmakta ve bu metinler insanlığın ortak mirası olan anlamın muhafaza altına alınabildiği temel argüman olarak geçmişten günümüze önemini koruyarak sürdürmektedir. Bu ister basılı bir şekilde olsun isterse dijital. Fakat genel kanı ve makul olanı basılı halde olması yönündedir. Bazı kitapların, dijitalleşmesine karşı değilim.
Kitap fiyatları, gittikçe yükseliyor. Bunda dünyadaki kitaplık kâğıdın üretimine olan talep, kitap kâğıdının ithal edilmesi dolayısıyla kur oranlarındaki artış, üretim sürecinde fiyatların sürekli değişmesi nedeniyle üreticilerin peşin çalışma isteği yayınevlerini zor durumda bırakıyor. Buna bir de yabancı dilden dilimize kazandırılan eserler de dâhil edilebilir. Yabancı eserlerin telifleri nedeniyle yayınevleri zorluklar yaşamaya başladı bile. Bu biraz iç piyasadaki yerli yazarların eserlerini çoğaltmaya neden olsa da yayın konusu gittikçe zorlu bir hale bürünmektedir. Bu da doğal olarak kitap fiyatlarının yükselmesine neden oluyor. Hatta bazı butik yayınevi dediğimiz küçük ölçekli yayınevlerinin kapanmasına neden oluyor.
Eleştiri eteğini toplamış ve aramızdan çekilmiş durumda. Kitap hakkında yazılanlar kitap tanıtımından ileri gitmiyor. Kebikeç için bu alışılagelmişliği yıkma çabası diyebilir miyiz?
Kebikeç adlı eseri ortaya koyarken tek bir niyet üzerine odaklandım. Bu niyet; bir kitap nasıl okunmalı, nasıl değerlendirilmeli, nasıl yazılmalı, idi. Kebikeç, biliyorsunuz kitapları koruduğuna inanılan bir kitap meleği olarak tasvir edilir. Kültürel ve mitolojik bir unsur. Ben de bu kitapla eleştiri unsurunu kebikeçle birleştirerek iyi kitapları koruyan, kötü kitapları yiyen bir mekanizma olarak hayal ettim.
Eleştiriyi tekrardan gündeme getirmek, kitapların irdelenmesinin aslında düşüncenin irdelenmesi olduğunu ve düşün alanındaki tartışmaların düşünceyi geliştirmek için bir vesile olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Bu vesilesiyle kitapların nasıl farklı okuma biçimleriyle okunabileceğini de örnekler üzerinden göstererek bilinçli bir okur için önerilerimi paylaştım.
Müslüman bir sosyolog olarak zaman ve mekân tasavvurumuzda ne gibi arızalar var. Zaman İçinde Mekân okuruna ne vaat ediyor?
Zaman, bundan milyonlarca yıl önce de aynı idi şimdi de… Gün, taksim edilmiş bir 24 saatlik zaman içerir. İnsanoğlunun dünya serüveni bu 24 saatlik zaman dilimi ile açıklanabilir. Sultan Süleyman için de gün 24 saat idi, Napolyon için de, sokak köşesinde ayakkabı boyayan için de, karton toplayan için de… Zaman, bütün insanlığa eşit bir biçimde paylaşılmış yegâne unsurdur. Biz zaman içerisine doğar, yaşar ve ölürüz. Bu zamansallık içerisinde ayrıca dâhil olmaktan kendimizi alamadığımız, alamayacağımız bir unsur da vardır. O da mekândır. Zaman ve mekân aynı diskin iç içe geçmiş ve helezonik bir biçimselliğe erişmiş, içine varlıkları almış unsurlardır. Varlıklar, yani yaratılmışlar. Yaratılmışlar için zaman ve mekân zorunluluktur. Her varlık, bu zaman ve mekân içerisindedir. Bunlardan münezzeh olan ise yalnızca Allah’tır.
İnsanoğlunun zahiri mekân serüveni ana rahminden başlar. Bu, onun ilk mekânı, ilk evrenidir. Sonra doğumla birlikte yaşayacağı hane, o hanenin bulunduğu sokak, o sokağın bulunduğu mahalle, mahallenin bulunduğu şehir, şehrin bulunduğu ülke, kıta, dünya, galaksi ve kâinat. Bunun üzerinde durulmalıdır.
Yine insanoğlu, her an bir mekân içerisinde bulunmaktadır. Bu zorunluluktur. Mekân dışına asla çıkamaz, çıkamayacak da. Yaşarken de, ölürken de, öldükten sonra da. Her dem bir mekân içerisinde olacak. Bunun da üzerinde durulmalıdır.
İnsanlığın mekân serüveni, tarihin ve sosyolojinin de serüvenidir. Hatta buna diğer bütün bilimleri de dâhil edebiliriz. Mekânlar üzerinden tarih ve sosyoloji okuması yapmak mümkündür. Mağaralardan gökdelenlere gelinen süreçte, insanlığın dünya üzerinde bıraktığı izlerin okuması mümkündür. Yaşanan bu değişim insanın mekân üzerindeki etkisinin bir sonucudur. Fakat mekân da insanı belirli bir değişim içerisine sokar. Ona sirayet eder, etkiler. Kişi ve mekân birleşerek anlam üretim sürecine geçer. Kendini bağımlı ve güvende hisseder.
İnsanlığın anlam üretim serüveni mekândaki değişim ve dönüşümle başladı dersek yanılmış olmayız. Çünkü mekânı, ölmeyecek biçimde tasarlamaya başladık. Bu mekân üretim serüveninde kendimize hayali cennetler ürettik. Bu cennetler içerisinde konforun o rehavet ve mayınlı alanına girdik. Ürettiğimiz mekânla, önce mekânın anlamını incittik. Ardından bizler için araç olan mekânı amaçsallaştırdık. Mekânı, bu dünya hayatını geçireceğimiz bir gölgelik olarak görmekten ziyade, farklı muhitlere girmek, farklı amaçları elde etmek için bir amaç haline dönüştürdük. İncinen mekân, bize ruhlarımızı sıkarak cevap verdi, gece ve gündüz arasındaki farkı ışıkla silikleştirdiğimiz için zaman mefhumunu yitirdik. Bu da zihnimizde birçok şeyin kırılmasına neden oldu. Artık nereye gideceğini bilmeyen, gideceği yönü ezberlediği için otomatikleşmiş, doğadan kopmuş varlıklar olarak panoların ve vitrinlerin bize sunmuş olduğu hayat biçimlerini üzerimize giyerek yaşamaktayız.
“Zaman İçinde Mekân” adlı eser, bahsettiğimiz bu konular etrafında mekân üzerine düşünme niyeti taşıyan bir kitap. Mekânı tekrardan keşfedip, kendimizle o mekânı bütünleştirerek, evimizin değerini bilip, evler inşâ etmenin gerekliliği üzerinde duruyor.
Yaklaşık iki bin yıldır poetik metinler üretiliyor, her şairin kendine göre bir şiir anlayışı var. Kimi şiiri hakikati arama amacı olarak görüyor, kimi kavga olarak görüyor kimi yalnızca içdöküm olarak görüyor. Sence bugünün dünyasında şairin vazifesi nedir?
Şairin vazifesi şiirini aramaktır. O arayış hiçbir zaman bitmeyecektir. Biterse zaten şiir de bitecek, susacak, anlamını yitirecektir. Şiir, hayalhanemize ışık tutan metinlerdir. Muhayyilemizi besleyen, hakikatle temasımızı arttıran metinlerdir.
“İnsanlığın Ağlama Tarihine Bir Giriş” kitabına gelen tepkiler nasıl? Şiirin anlaşıldığını düşünüyor musun?
Her şiir gibi, “İnsanlığın Ağlama Tarihine Bir Giriş” de muhatabını bulacaktır. Biz bir eser bıraktık, bu eser eninde sonunda muhatabını bulur. Şiirin daha iyi anlaşılması için şairin onu ortaya koyduğu niyetinin araştırılması gereklidir. Bu niyet, aralayacaktır tüm anlaşılmazlıkları.
Bize son olarak neler söylemek istersin?
Söyleşi için teşekkür eder, Edebifikir’e uzun yıllar dilerim.
Yazarlarımızla Hasbihal Serisi
Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Can Coşkun
Yazarlarımızla Hasbihal: Cüneyt Dal