Prof. Dr. Fatih Durgun: “İnsan, kendisini dışlayan, temsil etmeyen, sesini duymayan bir tarih anlatısına razı olamaz.”

Orta Çağ ve modern Avrupa tarihine dair yerleşik kabuller, bugün yeniden düşünülmeye muhtaç bir noktadadır. Prof. Dr. Fatih Durgun, özellikle ilerleme miti, karanlık Orta Çağ anlatısı ve Batı-merkezli tarih yazımı gibi kavramları eleştirel bakışla sorgulamaya çağırıyor. Bu söyleşide, kendisiyle Orta Çağ’ın gerçek mirası, tarihin ideolojik kullanımı ve modern tarih anlatılarının problemli yönleri üzerine konuştuk.

***

İsmet Özel bir şiirinde, “Razı değilim beni tanımayan tarihten!” diyor. Peki siz… Tarihten razı mısınız?

Bu soruya doğrudan bir evet ya da hayır cevabı vermek kolay değil. Çünkü tarih tek bir düzlemde işlemiyor. Bir taraftan olmuş bitmiş olayların gerçeği, diğer taraftan o olayların ahlâkî boyutu ve dahası bugünün tarih anlatılarının kurgulama biçimi birbirine karışmış durumda.

Her şeyden önce tarihte yaşanmış olanlara itiraz edemezsiniz. Savaşlar, yıkımlar, büyük dönüşümler vs. bunların hepsi oldu ve geri alınamaz. Bu düzeyde “rıza” zorunlu bir kabul gibidir. Rıza bu anlamda, değiştirilemeyenin ve geri döndürülemeyenin farkına varmak demektir. Fakat bu zorunlu kabul, tarihte yaşanan haksızlıkları, zulümleri ya da felaketleri onaylamak anlamına da gelmez. Olmuş olanı kabul ederken, doğru ile yanlışı ayırma ahlaki sorumluluğu da devam eder.

Asıl mesele tarih anlatılarında ortaya çıkar. Bugün bize sunulan tarih, çoğu zaman gerçekliğin kendisi olmuyor, seçilmiş, parlatılmış ya da tersine sürekli karartılmış bir tarih versiyonu mevcut. Zaten tarihten tam anlamıyla böyle gerçeklik ortaya çıkarmak da imkânsız gibidir. Ya kendimizi şövalyevari bir zafer hikâyesinin içinde buluruz, ya da bitmeyen bir yenilgi anlatısının içinde. Oysa tarih ne bütünüyle bir övgüler kataloğudur ne de suçluların yargılandığı ve yargılanması gerektiği bir mahkeme salonu. Bu yüzden bu anlatılardan herhangi birine “razı olmak” mümkün değil.

İnsan, kendisini dışlayan, temsil etmeyen, sesini duymayan bir tarih anlatısına razı olamaz. Çünkü bir anlatının “tarih” adını taşıyabilmesi için, yalnızca olayları değil, o olaylarla yüzleşen insanları da tanıması gerekir.

Ben bu soruya kendi adıma şöyle cevap verebilirim: Tarihin kendisiyle bir problemim yok. Fakat tarihe nasıl baktığımız, onu nasıl kullandığımız ve nasıl anlattığımız konusunda ciddi tereddütlerim var. Olanı olduğu gibi kabul ederim, kendi bakış açımdan yanlışları yanlış olarak adlandırır, eksik olduğunu ve adil olmadığını düşündüğüm anlatılara rıza göstermem. Kısacası, tarih karşısındaki konumlanışımızın yenilenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Bu yüzden benim için ne tam bir rıza ne de bütünüyle bir reddiye mümkün değil, daha ziyade tarih konusunda eleştirel bir dikkat ve bilinçli bir mesafe gerekir.

Issız bir adaya düşseniz, yanınıza Homeros’u mu, Fernand Braudel’i mi, Âşıkpaşazâde’yi mi alırdınız?

Issız bir adaya düşmek, insanın aslında hangi hafızayla, hangi dünyayla, hangi sesle yaşamak istediğini sorgulaması demektir. Homeros, Fernand Braudel ve Âşıkpaşazâde’nin üçü de farklı zamanların, farklı coğrafyaların ve farklı anlatı geleneklerinin temsilcileri. Bu yüzden tek bir isme yönelmek kolay değildir, çünkü biri eksildiğinde insan başka bir dünyanın ışığını kaybeder.

Homeros, insanlığın evrensel düzeyde en eski anlatı biçimlerini bize sunar. Onun sesi, insanın özgür iradesinin kaderle imtihanını, hırsını, hüznünü, sevincini, kahramanlığını binlerce yıllık bir şiirsel tahayyülle bugüne taşır. Homeros’u yanına almak, insan ruhunun en temel titreşimini yanına almak demektir. Truva’nın Yunanlılar tarafından ele geçirilmesiyle birlikte insanın kendi karanlığıyla da yüzleştiği o destansı hafıza, insana yalnızlığı unutturur. Homeros evrenseldir ancak bu evrensellikte bize de dokunan bir taraf var: Bütün yönleriyle insan olmanın hakikati.

Fernand Braudel çok daha farklı bir dünyanın insanıdır. O, modern tarihçiliğin analitik aklını temsil eder. Braudel, tarih yazımını olayların yüzeyinden koparıp derin akıntılara indiren bir isimdir. Onu okuyunca insan zamanın üç katmanını hisseder. İnsanların günlük hayatını belirleyen “kısa süreli yapı”, devletlerin ve savaşların çizdiği “orta süreli yapı” ve coğrafya ve iklim gibi insanoğlunun hükmedemeyeceği faktörlerin belirlediği “uzun süreli yapı” (long durée) dediği o devasa zaman ufku. Braudel’in dünyasında bireyler kaybolur, ama ne kadar deterministik olsa da o kayboluş aslında insanı daha geniş bir yapının parçası hâline getirir. Akdeniz’in rüzgârlarını, dağ sıralarını, limanlarını, ticaret yollarını anlatırken, insanın kaderinin de aslında bu faktörlere bağlı olduğunu hissettirir.

Âşıkpaşazâde ise tüm bu isimlerden farklı bir düzlemde durur. O, sözlü geleneğin izlerini yazılı tarihe aktaran bir isim olarak hem kendi çağının zihniyetini hem de toplumsal dönüşümün atmosferini yakalamayı başarmıştır. Onu yanınıza aldığınızda, bir tarih anlatısından çok daha fazlasını taşımış olursunuz. Osmanlı Kuruluş çağının sosyal dokusunu, siyasî yapıyı şekillendiren değer dünyasını, savaş ve barış arasındaki geçişleri belirleyen zihniyeti daha iyi anlarsınız.

Âşıkpaşazâde’nin anlatısı, menkıbevî unsurlarla tarihsel verileri aynı metinde buluştur ve bu durum onun anlatısını asla zayıflatmaz. Tam aksine, dönemin tarih tasavvurunu anlamak için değerli bir pencere sunar. Homeros’un destanlar üzerinden kurduğu evrensel insan tecrübesi ne kadar geniş bir ufuk açıyorsa, Âşıkpaşazâde’nin Osmanlı toplumunun ilk asırlarına dair gözlemleri de bize en az o kadar somut ve “yakın” bir tarihî duyarlılık sağlar. Onun metinlerinde, bu coğrafyada Osmanlı’nın geliştirdiği erken dönem tecrübelerini, toplumsal hareketliliğini ve tarihsel hafızasını şekillendiren temel unsurları daha berrak şekilde görürüz. Bu yüzden Âşıkpaşazâde, yalnızca “bizden biri” olduğu için değil, erken Osmanlı tarihini zihniyet dünyasıyla birlikte kavramamıza imkân verdiği için değerlidir. Onu okumak, duygusal bir aidiyet üretmekten ziyade, tarihimizin nasıl bir zihinsel çerçevede oluştuğunu anlamak açısından güçlü bir imkândır.

Braudel’i değersizleştirmeden ama insanın varoluşsal ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak şöyle söyleyebilirim: Issız bir adada yanıma hem Homeros’u hem Âşıkpaşazâde’yi alırdım. Çünkü Homeros evrensel insanlığın trajedisini fısıldar; Âşıkpaşazâde bu toprağın ruhunu taşır. Braudel ise dünya düzeninin tarihsel yasalarının işleyişini anlamaya yardımcı olur fakat tek başına insanın iç boşluğunu dolduramaz. Issız adada insanı diri tutacak şey zannedersem, bir sesin insana “yalnız değilsin” demesi olacaktır. O sesi Homeros verir, o aidiyeti Âşıkpaşazâde tamamlar. Braudel ise ikisini anlamak için güzel bir arka plan sunar.

NATO kurulduğundan bu yana aynı temcit pilavına kaşığı çalıp duruyoruz. Neymiş? Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra ilerleme fikri ivme kazanmış. Ceteris Paribus varsayımı altında, tarihin ve tekamülün başat ilerlediğini düşünelim. Bugün, 21. yüzyılın modern dünyasında, handiyse yarım milyon masum insanın katledildiği bir holokosta şahit olduk, oluyoruz. Acaba tarihçiler dikey yönlü bir ilerleme fikrine mi yönelseler?

Rönesans’ın aklın ve bireyin özgürleşmesinde dev bir adım olduğu, Reform’un bireysel bir teolojiyi merkeze aldığı, bunların üzerinde yükselen Aydınlanma’nın insanın kaderini kendi ellerine almasının büyük bir aşaması olduğu ve bu uzun zincirin bizi daha iyi, daha adil, daha insancıl bir dünyaya taşıdığına inanılır. Batı merkezli dünya tasavvurunun, Batı’da dahi uzun bir süredir fazlasıyla sert şekilde eleştirilmesine rağmen, bu varsayım üzerinde yükseldiği görülür.

Fakat tarihe ceteris paribus bir çizgisellik atfetmeye kalktığınızda, yani toplumsal, siyasal ve ahlaki değişkenleri sabit varsayıp zamanı tek yönlü ve doğrusal bir ilerleme hattı olarak kurguladığınızda, karşınıza çıkan ampirik gerçeklik bu anlatıyı derhal çökertecektir. 21. yüzyıl, insanlığın teknolojik kapasitesinin doruğa ulaştığı, iletişimin sınırlarının fiilen kalktığı, bilgi dolaşımının tarihte eşi görülmemiş bir hız kazandığı bir dönem. Eğer ilerleme anlatısı vazgeçilmez bir gerçeklik olsaydı, bu yapısal dönüşümlerin insan davranışında ve kolektif ahlaki tercihlerde paralel bir iyileşmeye yol açması gerekirdi. Oysa aynı çağ, uluslararası toplumun gözleri önünde yüzbinlerce masum insanın sistematik biçimde yok edildiği bir felakete sahne oluyor. Bu çelişki, ilerleme fikrinin varsayımsal temellerinin kabulünün, tarihin çok değişkenli doğasına uygulanamayacağını gösteriyor. Dolayısıyla bugün “tarih ilerliyor” demek, analitik bir iddia değil, modern bilincin kendisini rahatlatmak için tekrar ettiği bir konforun ifadesidir.

O yüzden asıl soru şu olmalı: Tarihçiler gerçekten dikey ve doğrusal bir ilerleme fikrine mi yönelmeli? Bana göre yönelmemeliler. Çünkü “ilerleme” dediğimiz kavram, tarihin içkin bir yasası değil, modernliğin kendi kendisini anlamak için ürettiği bir anlatının temel unsurudur. Özellikle Aydınlanma döneminde, Hristiyanlığın kıyamete doğru ilerleyen kötümser çizgisel zaman anlayışı sekülerleştirilmiş, fakat ters yönde çevrilerek “kötüden iyiye doğru yükselen tarih” fikrine dönüştürülmüştür. Böylece ilerleme, tarihsel verilerden türetilmiş bir sonuç değil, modern öznenin kendi varoluşunu meşrulaştırmak için yazdığı teleolojik bir hikâye hâline gelmiştir. Tarihe bu gözlükle bakmak, olguları açıklamak yerine onları modernliğin önceden çizilmiş anlam şemalarına uydurur. Bu nedenle tarihçinin görevi ilerleme fikrini yeniden üretmek değil, tam tersine onun nasıl kurulduğunu, hangi zihinsel ve politik ihtiyaçlara cevap verdiğini analitik biçimde ortaya koymaktır.

Tarih hiçbir zaman düz bir çizgi boyunca akmadı. Teknik kapasitenin arttığı dönemlerde bile büyük insani felaketler yaşandı. Bilimsel bilginin kurumsallaştığı çağlarda savaşlar daha yıkıcı hâle geldi. Hukukî yapılar karmaşıklaştıkça toplumsal eşitsizlikler ve siyasal kutuplaşmalar derinleşti. Yani ilerleme ile gerileme, çoğu durumda birbirinin alternatifi olmaktan ziyade, aynı tarihsel yapının eşzamanlı sonuçları oldu. Bugünün küresel manzarası da bu çift yönlü hareketin güncel ve çarpıcı bir örneğini sunuyor.

Tam da bu nedenle tarihçinin görevi, tarihe tek yönlü bir yükseliş hattı atfetmek yerine ilerleme anlatısının kendi iç çelişkileriyle çöktüğü anları çözümlemektir. Zira tarih, yukarı doğru tırmanılan bir merdiven olmanın aksine, yükselişlerin, düşüşlerin, sapmaların, geri dönüşlerin iç içe geçtiği bir alan. Hatta kimi zaman, doğrusal bir hareketten ziyade, bizi farklı kılıklarda tekrar eden aynı yapısal sorunlara geri getiren döngüsel bir dinamik biçiminde çalışır. Bu nedenle tarihsel analiz, ilerleme mitolojisini doğrulayan bir şema çizmemeyi ve tarihsel hareketin bu karmaşık çok yönlülüğünü görünür kılmayı gerektirir.

Bu yüzden bana göre tarihçilerin görevi, ilerleme mitinin hangi tarihsel koşullarda, hangi siyasal ve ideolojik ihtiyaçlara göre nasıl manipüle edildiğini ve neden sistematik biçimde ampirik verilerle çeliştiğini araştırmaktır. Çünkü tarih çoğu zaman ilerlemenin kendisini değil, ilerleme fikrinin çözülüşünü, yani modernliğin kendi kendine yazdığı teleolojinin nasıl başarısız olduğunu ortaya koyuyor.

Çocukluğumuzun meşhur çizgi filmi Ninja Kaplumbağaları bilirsiniz. Haddizatında kaplumbağalar, Rönesans devrinin dört büyük ressamıdır.  Rafael, Donatello, Leonardo ve Michelangelo. Bu arkadaşlar lağımda yaşarlar ve hikâyede üst-akıl olarak resmedilen Usta Splinter’da kocaman bir faredir. Keza, arkalarından dolap çeviren Beyin karakteri de kötülüğü temsil eder. İmdi, Doğu geleneği kötülüğü setretme temayülünde iken, sanki Batı paradigması Rönesans’ın kokuşmuş karanlığını su yüzüne çıkarmak istiyor gibi… Bu temel farkı nasıl anlamak lazım? Ya da biz çok fazla Kurtlar Vadisi izlediğimiz için komplo teorisi mi üretiyoruz?

Aslında Ninja Kaplumbağaları örneği üzerinden belirttiğiniz husus Doğu ile Batı arasındaki çok eski bir “kötülük” anlayışı farkına dayanıyor. Bu farkın temelinde de de “ilk günah” doktrini bulunuyor kanımca.

Batı Hristiyan geleneğinde, insan doğuştan kusurlu ve günaha meyilli bir varlık olarak görülür. Bu yüzden kötülük, insanın içindeki karanlığın hem kaçınılmaz hem de görünür bir parçasıdır. Dolayısıyla, Batı kültürü kötülüğü saklamaz aksine onu teşhir ederek kontrol altına almaya çalışır. Dante’nin cehennem tasvirleri, Shakespeare’in kahramanlarının bazıları, bu “kötülüğün görünürlüğü” geleneğinin devamıdır.

Ninja Kaplumbağaları’nda Rönesans devrinin dört büyük sanatçısının lağımlarda yaşaması, rehberlerinin bir fare olması, kötülüğün grotesk bir beyin şeklinde karikatürize edilmesi temaları Batı’nın “günahla kirlenmiş insan” anlayışının popüler kültürdeki tezahürüdür. Kötülük teşhir edilir, dramatize edilir, yüzeye çıkarılır.  Zira, Batı’nın bilinçaltında kötülük zaten insanın özüne sinmiş bir yaradır. Yara görünür hâle getirilirse daha kolay tedavi edilebilecektir.

İslam geleneğinde ise durum tam tersi görünüyor. İslam’da ilk günah yoktur. İnsan doğuştan temizdir ve fıtraten iyidir. Kötülük içkin değil, sonradan bulaşan bir kir gibidir. Bu yüzden kötülüğü göstermek, teşhir etmek çoğu zaman tehlikeli görülür. Kötülük görünür olursa cazibesi artabilir.

Dolayısıyla Ninja Kaplumbağaları üzerinden soru haline getirdiğiniz mesele, aslında iki büyük medeniyetin insan doğasına bakış farkının popüler kültüre sızmış hâlidir.

Avrupa ve Amerika’da ilgiyle seyredilen meşhur bir dizi var. Rome… Dizide Sezar, Galiçya bozkırlarında barbar kavimleri tokatlarken, yakın arkadaşı ve kirvesi, aynı zamanda Roma’nın konsülü olan Magnus Pompey ruhban sınıfıyla beşlik bozup, büyük komutanın arkasından siyasi angajman yapıyor. Pekâlâ Osmanlıda da, para vakfı ve hal fetvaları gibi politik/ideolojik meseleler, siyaset-din bağlamında yıllardır tartışılır. Buradan hareketle soralım, filmlerde gördüğümüz gibi Orta Çağ’da kilise hakikaten mutlak gücü mü temsil ediyordu?

Kilise (Papalık) güçlüydü evet, ama mutlak mıydı? Kesinlikle hayır. Hatta Orta Çağ dediğimiz bin yıllık dönemi anlamanın en sağlam yolu, Kilise’nin mutlak gücü iddiasını bir kenara bırakarak o gücün, diğer belirleyici güç odaklarıyla sürekli tartışma, pazarlık ve müzakere içinde oluşunu görmekten geçer.

Kilise hiçbir zaman yekpare bir yapı olmadı. Papalar, piskoposlar, manastırlar, tarikatlar ve halkın kendi çıkarları, hatta çoğu zaman kendi çatışmaları vardı. Papalık bir yanda kralların meşruiyetini kutsayan bir kurumdu. Diğer yanda imparator ve krallarla iktidar kavgasına tutuşan bir rakip. Bir yanda hukuki, ekonomik ve sosyal düzeni belirleyen bir otoriteydi. Diğer yanda bilhassa krallar, soylular ve kentli tüccar zümresinin baskısıyla sürekli sınırları çizilen bir güçtü.

Papalık çok güçlü bir aktördü, ama her adımında dirençle karşılaşması muhtemel bir kurumdu. Dinî otorite, siyasetle iç içeydi fakat hiçbir zaman siyasi iktidarlar üzerinde mutlak hakimiyet kuramadı. 11.yüzyıldaki Investitura (Atama) Krizi bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Kutsal Roma İmparatoru IV. Heinrich ile Papa VII. Gregorius, piskoposların görev yerlerine atanmalarında söz hakkının İmparator da mı yoksa Papa da mı olduğu konusunda büyük bir anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Aslında bu daha derin bir krizin gün yüzüne çıkmasıydı. Ruhani otorite mi yoksa dünyevi otorite mi daha üstün? Sonuçta ne dünyevi otorite ruhani otorite üzerinde, ne de ruhani otorite dünyevi otorite üzerinde hakimiyet tesis edebildi. Kazanan olmadı, çünkü bu mücadele zaten sürekli bir pazarlığın parçası. Aynı şekilde Fransa krallarının 14. yüzyılda papalığı Fransa’nın güneyindeki Avignon’a taşımayı başarması da, Kilise’nin gücünü değil, sınırlarını gösterir. Kilise, mutlak güce sahip olsaydı, böylesi manevraları mümkün kılmazdı.

Dini yapı içeriden de çatışmayla çevriliydi. Fransiskenlerin yoksulluk ideali, Dominikenlerin doktriner disiplini, mistik hareketlerin yönelttiği eleştiriler, heretik (sapkın) akımların kurumsal ruhani otoriteye meydan okumalarının hepsi, Kilise’nin tek vücut bir yapı olmadığını, iç dinamiklerle sürekli değişen, savunma geliştiren ve kendini yeniden tanımlamak zorunda kalan bir güç olduğunu gösterir.

Şehirlerin yükselişini de tabloya eklemek gerekir. İtalya’nın komün devletleri, Alçak ülkelerin ticari merkezleri kendi hukuklarını, mahkemelerini, ekonomik düzenlerini kurarken, Kilise bu yeni güçlere karşı mevzilerini korumak için adım geri atmak, yeni ittifaklar kurmak, hatta uzlaşmalara yönelmek zorunda kalır. Mutlak bir güç geri adım atmaz; ama Kilise, Avrupa’nın toplumsal dokusu değiştikçe geri adım atmak zorunda kalmıştır. Bugünden geriye bakarken Kiliseyi anlamanın yolu, onu “mutlak” saymak değil, bir güçler dengesinin merkezindeki en etkili aktörlerden biri olarak görmektir.

Rönesans düşüncesi kendini merkeze alarak tarihi yeniden tasnif ederken, bir önceki dönemi neredeyse topyekûn bir “kuyu karanlığı” ile tarif ediyor. Popüler tarih anlatılarında da Orta Çağ, aklın uyuduğu, insanın kaderine küsüp içine kapandığı bir dönem olarak resmedilir. Peki hakikaten öyle midir? Rönesans’tan itibaren Orta Çağ’ın neden böylesi olumsuz ve karanlık bir dönem metaforuyla ilişkilendirildiğini nasıl anlamak gerekir?

Rönesans düşüncesi kendisini bir “yeniden doğuş” olarak inşâ ederken, doğal olarak bir önceki dönemi tanımlamak için güçlü bir zıtlığa ihtiyaç duydu. Bu zıtlığın adı da “Orta Çağ” oldu. Kabaca 5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden 15. yüzyılın sonuna, yani 476-1453/1492 aralığına yerleştirilen bu bin yıllık dönemin Orta Çağ olarak tanımlanması Rönesans icadıydı. Orta Çağ, Rönesans anlatısında insanlığın akıl ufkunun daraldığı bir çağ olarak tasvir edildi. En azından Rönesans düşünürlerinin anlattığı hikâye böyleydi. Gerçekte ise bu karanlık imge, tarihsel bir tespit olmaktan çok, modern Avrupa’nın kendisini kurma sürecinde ihtiyaç duyduğu ideolojik bir karşıtlığın ürünüdür. Orta Çağ’ın tarihteki gerçek yeri ile ona atfedilen “karanlık” imgesi arasında büyük bir uçurum vardır. Zira bu karanlıklaştırmaya yol açan Orta Çağ’ın kendisi değil, Rönesans’ın kendi ışığını parlatma arzusudur.

İtalyan şair Petrarca’nın, “Karanlık” imgesiyle tarif ettiği Orta Çağ, aslında o çağın insanlarının dünyası değil, hümanistlerin kendi aydınlık iddialarını temellendirmek için icat ettikleri kavramdı. Kendi çağlarını, Klasik Yunan ve Roma’ya atıfla, Klasik kültürün yeniden doğuşunun gerçekleştiği dönem olarak tanımladıklarında, ister istemez önceki yüzyılları ölü bir sessizliğin içine yerleştirdiler. Orta Çağ ne kadar karanlık görünürse, Rönesans’ın ışığı o kadar parlak olacaktı. Bu nedenle Orta Çağ, daha en başından bir retorik malzeme olarak işlev gördü.

Bu retoriğin hedef aldığı merkez de skolastik düşünceydi. Oysa 12. ve 13. yüzyıl üniversiteleri, Avrupa düşünce tarihinde büyük bir devrim yaratmıştı. Bu yüzyıllarda Avrupa’da hukuk sistematikleşmeye başlamış, Aristotelesçi mantık yeni tartışma biçimleri doğurmuş, şehir ekonomisi, lonca yapıları, teoloji ve felsefe arasında önemli sentezler ortaya çıkmıştı. Buna rağmen Rönesans hümanistleri için skolastik düşünce, eski ve kendi içine kapanmış bir dünyanın sembolüydü.  Öne sürdükleri yeni insan tipi ve modelinin kendi özgürlüğünü ilan edebilmesi için, skolastiğin toptan bir karanlık olarak resmedilmesi gerekiyordu.

Ardından Reform ve Aydınlanma bu karanlık anlatıyı daha da koyulaştırdı. Protestan reformcular Orta Çağ’ı “Papalığın karanlığı” olarak tanımladılar; Voltaire ve Diderot gibi Aydınlanma düşünürleri ise Orta Çağ’ı aklın zincirlendiği bir çağ olarak ilan ettiler. Böylece Rönesans, Reform ve Aydınlanma aynı noktada birleşti. Orta Çağ, yeni olan anlamında, “modernliğin karşıtı” olarak karanlıklaştırılmalıydı. Modern Avrupa, kendini kesintisiz bir ilerleme anlatısıyla temellendirirken, bu hikâyenin inandırıcılığı için doğal olarak bir “geri kalmışlık dönemi” icat etmek zorunda kaldı. Orta Çağ’a yüklenen karanlık imaj da tam bu işlevi gördü. Bu karartma süreci, Rönesans ve Reform’un eleştirel mirası üzerine inşâ edilerek Aydınlanma Çağı’nda en keskin hâline ulaştı.

19. yüzyılın Orta Çağ imgeleri yalnızca zıt kutuplar olarak değil, birbirine iç içe geçmiş ve çoğu zaman anakronik biçimlerde varlık gösterdi. Bir yanda Aydınlanma’dan miras alınan ve popüler kültür aracılığıyla kitlelere yayılan “Karanlık Orta Çağ” anlatısı vardı. Öte yanda ise romantik akımın beslediği ve geçmişi idealize eden nostaljik bir Orta Çağ tasavvuru. Ne var ki bu iki imge birbirini dışlamadığı gibi, çoğu zaman aynı toplumlarda, hatta aynı yazarların eserlerinde bile yan yana yer aldı.

Karanlık Orta Çağ anlatısı, modernliğin kendisini ilerleme ve akılcılık üzerinden meşrulaştırma ihtiyacının bir uzantısıydı. Buna karşılık romantik Orta Çağ, modern dünyanın hızına, bireyselleşmesine ve sanayileşmesine karşı duygusal ve estetik bir tepkiydi. Ama her iki yaklaşım da biri korkularını, diğeri özlemlerini bu döneme yansıtarak Orta Çağ’ı kendi bağlamından koparıp 19. yüzyılın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendiriyordu. Dolayısıyla hem karanlık hem romantik Orta Çağ, tarihsel gerçeklikten ziyade modern Avrupa’nın ruh hâlinin aynalarıydı. İki farklı Orta Çağ imgesi gibi görünseler de aslında aynı anakronik zihinsel dünyanın ürünleriydiler.

Oysa “Karanlık” olduğu iddia edilen dönem, aslında Avrupa’nın uzun vadeli yükselişinin derin altyapısını hazırladı. Bugün tarihçilerin giderek daha yüksek sesle vurguladığı şey, Karanlık olanın Orta Çağ değil, Orta Çağ’a dair modern önyargılarımız olduğudur.

Bugünün bilimsel birikimi, düşünce gelenekleri, üniversite kurumları ve hatta modern rasyonalitenin birçok öncül kavramı, sandığımızdan çok daha eski köklerden süzülüp geliyor. Genellikle Orta Çağ’a dair hafızamız karanlık olsa da, bazı damarlardan hiç beklenmedik ışıkların sızdığı biliniyor. Bu bağlamda, Orta Çağ’ın günümüz ilmi ve fikrî birikimine ne tür etkileri olduğunu nasıl değerlendirmek gerekir?

Bugünün bilimsel ve fikrî dünyası çoğu zaman modern çağın kendi iç dinamizmiyle açıklanır.  Ancak dikkatle bakıldığında, bu yapıların önemli bir kısmının kökleri doğrudan Orta Çağ’a uzanır. Zihinlerde karanlık gibi yer eden bu dönem, gerçekte modernliğin zeminini hazırlayan birçok kurumsal ve düşünsel yeniliğin kaynağıdır. Her şeyden önce üniversite, modern dünyanın değil, 12. ve 13. yüzyıl Orta Çağ şehirlerinin icadıdır. Üniversite yapılanması, akademik hiyerarşi ve araştırma toplulukları, bugünkü halini o dönemin kurumsal denemelerinden alır. Benzer şekilde modern rasyonalite dediğimiz şey, skolastik düşüncenin geliştirdiği kavramsal kesinlik, mantıksal çözümleme ve tartışma yöntemlerinin üzerine kuruludur. Disputatio (tartışma) geleneği, sistematik argüman üretme alışkanlığı ve Aristotelesçi mantığın yeniden işlenmesi, modern bilimsel düşüncenin zihinsel omurgasını oluşturdu. Bu nedenle boşuna, az önce hakkında tespitler yaptığım 12. Yüzyıl Rönesans’ından yahut ondan da önceki Karolenj Rönesans’ından söz etmiyoruz. 8. ve 9. yüzyıllardaki Karolenj Rönesansı ve kısmen ardından gelen 10. ve 11. Yüzyıllardaki Otto Rönesansı, 12. Yüzyıl Rönesansı ile birlikte, klasik metinlerin korunması, eğitim kurumlarının yeniden düzenlenmesi ve Latince’nin standartlaşmasıyla Avrupa entelektüel hayatını adeta yeniden inşâ eden, uzun vadeli belleğini şekillendiren bir temel atma süreciydi. Karolenj saray okulları, manastırlardaki keşişler ve Yorklu Alcuin gibi alimlerin öncülük ettikleri metin düzeltme ve şerh faaliyetleri olmasaydı, antik dünyanın önemli bir bölümünün bugüne ulaşması bile mümkün olmayacaktı. İşte tam da bu yüzden, Orta Çağ’da yaşanan bu canlanmalar, modern Avrupa’nın kurucu damarlarının en erken ve en kritik halkaları olarak değerlendirilmelidir. Hukuk ve siyaset düşüncesi açısından da Orta Çağ belirleyici bir dönemdir. Roma Hukuku’nun 11. yüzyıl sonu ve 12. yüzyıldaki yeniden keşfi, özellikle Kuzey İtalyan şehir komünlerinin özerklik deneyimleri ve buralarda temsilî kurumların ilk biçimleri ve egemenliğin sınırlandırılmasına dair fikirler, modern anayasal düzenin erken öncülleridir. Bilimsel alanlarda da durum farklı değildir. Optik, mekanik, hareket teorileri ve deneysel gözlem gibi konularda 13. ve 14. yüzyıl düşünürlerinin geliştirdiği çalışmalar, Rönesans biliminin önünü açmıştır. Kısacası Orta Çağ, modernliğin sandığımızdan çok daha geniş ölçekte üzerine yaslandığı bir altyapı sunar. Bu dönem, modern aklın, bilimin ve kurumların filizlendiği bir aşama olarak değerlendirilebilir.

Avrupa kendi Orta Çağ’ını yaşarken, dünyanın diğer büyük uygarlık havzalarında neler olup bitiyordu? İslam dünyasında aynı dönemi nasıl isimlendirmek gerek? Zira aynı yüzyıllar, Bağdat’ta Beytülhikme’den Endülüs’teki ilmî altın çağa kadar bambaşka sahnelerle karşımıza çıkıyor.

Avrupa kendi “Orta Çağ”ını yaşarken, dünyanın geri kalanındaki tarih bambaşka akıyordu. Bu yüzden “Orta Çağ” denen dönem, coğrafyalar arasında eşzamanlı bir karanlık veya gerilik çağı olarak görülemez. Daha önce de değindiğimiz gibi, Orta Çağ bilakis Avrupa’nın kendi iç deneyimine göre kurulmuş bir tarihsel tasniftir.

Avrupa 5. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra siyasal parçalanma, nüfus gerilemesi ve ekonomik daralma yaşarken, İslam dünyasında bunun tam karşıtı bir ivme ortaya çıkıyordu. 7. ve 8. yüzyıllar, İslam medeniyetinin doğuşu, genişlemesi ve şehirleşme ile karakterize olmuştu. Bağdat’ta Beytülhikme’nin kurulması, sadece bir çeviri hareketi değil, dünya tarihinde eşine az rastlanır bir entelektüel hamleydi. Aristoteles, Plato, Galen, Öklid vd.  pek çok antik yazar, Arapça üzerinden yeniden düşünülür, yeniden yorumlanır, yeniden üretilir hale geldi. Avrupa’nın “karanlık çağlar” diye tanımladığı dönemde, Bağdat tam anlamıyla bir ilim merkeziydi.

Ayrıca, Endülüs ve Sicilya, Latin Hıristiyan dünyasıyla İslam dünyası arasında adeta entelektüel geçiş kapıları haline gelmişlerdi Kurtuba’nın kütüphaneleri ve Sicilya krallarının sarayları, yalnızca kitap zenginliği bakımından değil, farklı ilim geleneklerini yan yana getiren melez bilgi merkezleri olarak da Avrupa’daki bütün krallıkların kütüphanelerini gölgede bırakıyordu. Felsefe, matematik, astronomi ve tıp İslam Dünyası’nda sadece muhafaza edilen miraslar değil, yeniden yorumlanan, geliştirilen ve özgün katkılarla genişletilen disiplinler hâline gelmişti. Bu katkılar, Latinceye yapılan çeviriler yoluyla Avrupa’nın entelektüel damarlarına taşındı ve böylece Paris ve Bologna gibi merkezlerde yükselen skolastik düşüncenin altyapısını hazırladı.

Dünyanın başka havzalarında da durum benzer şekilde farklıydı. Kısa bir örnek vermek gerekirse, Çin, Tang ve Song hanedanları altında büyük bir kültürel ve teknolojik atılım yaşıyordu. Kâğıt üretimi ve matbaa gelişiyor, şehirleşme Avrupa’daki seviyeyi katbekat aşan bir yoğunluğa ulaşıyordu.

Bu örnekler bize, “Orta Çağ” diye tanımlanabilecek evrensel bir dönemi sorgulamamız gerektiğini gösteriyor. Avrupa-merkezli dönemlendirmeler küresel tarih için açıklayıcı değil, sınırlayıcıdır, çünkü medeniyetlerin kendi dinamiklerini görmezden gelme tehlikesi içerirler.

Söyleşen: Bahadır Dadak, Sulhi Ceylan



 

Prof. Dr. Fatih Durgun Kimdir?

Prof. Dr. Fatih Durgun, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesidir. Orta Çağ ve modern Avrupa tarihyazımı alanında uzmanlaşmış olup özellikle Britanya ve Alman tarihleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Lisans eğitimini 2004 yılında Ankara Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamlamış; yüksek lisans derecesini 2007’de, doktora derecesini ise 2013’te Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü’nde almıştır. Doktora çalışmaları sırasında, 2010 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’nun (TÜBİTAK) bursu ile St Andrews Üniversitesi Tarih Bölümü’nde misafir araştırmacı olarak bulunmuştur.

Durgun, 2019 yılında Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından Üstün Başarılı Genç Bilim İnsanı Ödülü’ne (TÜBA-GEBİP) layık görülmüştür. 2023–2024 yılları arasında ise TÜBİTAK doktora sonrası araştırma bursu kapsamında Ruhr Üniversitesi Bochum’daki Toplumsal Hareketler Enstitüsünde misafir araştırmacı olarak çalışmalar yürütmüştür. Burada gerçekleştirdiği “Avrupa’da Profesyonel Orta Çağ Tarihyazımının Kurumsallaşması: Georg Waitz ve William Stubbs Arasındaki Etkileşim Üzerinden Alman ve İngiliz Örneklerinin Karşılaştırılması” başlıklı projesi, 19. yüzyıl Avrupa’sında profesyonel Orta Çağ tarihçiliğinin oluşumunu karşılaştırmalı bir perspektifle ele almıştır.

Fatih Durgun’un Avrupa tarihyazımı üzerine ulusal ve uluslararası düzeyde yayımlanmış çeşitli kitap ve makaleleri bulunmaktadır. Başlıca eserleri arasında Modern Avrupa Tarihini Yeniden Düşünmek: Aydınlanma’dan 19. Yüzyıl Sonuna (2021; üçüncü baskı, Ketebe 2024); Salisburyli Johannes’in Policraticus adlı eserinin Siyasal Yönetim Üzerine Bir İnceleme başlığıyla açıklamalı Türkçe çevirisi (Timaş Akademi, 2023); Ortaçağ Avrupa Tarihi Üzerine: Kavramlar ve Olgular (Ketebe, 2021) ve editörlüğünü yaptığı Ortaçağ Kıta Avrupa’sında Dinsel Sapkınlıklar: Ariusçuluktan Husçuluğa (Paradigma Akademi, 2023) yer almaktadır. En son yayımlanan kitabı, Doğu’nun Kayıp Kralı: Bir Batı Efsanesi, Prester John’un Yükselişi ve Düşüşü (Ketebe, 2024), Prester John mitinin Batı düşüncesindeki ortaya çıkışı ve tarihsel dönüşümünü konu edinmektedir.

Fatih Durgun’un güncel araştırmaları, 19. yüzyıldan günümüze Orta Çağ’ın ulus-aşırı alımlanması ile geçmişin Avrupa’da ve Türkiye’de siyasal amaçlarla nasıl kullanıldığına odaklanan çalışmaları kapsamaktadır.

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir