Gerçekten İçre Gerçek

Gerçeklik öylesine fantastik ki ancak uydurulsa böyle görünürdü.”
(Gabriel García Márquez)

Arsızca dilimize dolanan bir şarkıdan kurtulmanın en iyi yolunun, ya o ezgiyi dinlemek ya da bu hastalığı başkasına bulaştırıp oradan uzaklaşmak olduğunu biliriz. Kaktüslerin, kendilerine has o çatık kaş duruşlarıyla neden insanda onları avuçlama isteği doğurduğuna dair gerçeği bilmek isteriz. Bebeklerin, tüm o tatlılıklarının ardında var olmak için acı çekercesine doğrulmaya çalışmalarının, başlarını dik tutmak kadar bize normal gelen bir davranışı yapabilmek için bir sürü çaba sarf etmelerinin hakikatini bilmeyiz. Çocukken misafirlikte, bir koltuğun hatta halının üzerinde kapanan gözümüzün, git gide uzaklaşan seslerin ardından daldığımız uykunun verdiği o güven duygusunun sırrını, ileride çağrışımlar uyandıracak o nostalji hissinin geri döndürülemezliğini bildiğimizi sanırız. Her ne kadar hukukumuz olursa olsun, canımız ciğerimiz bilirsek bilelim, yanıbaşımızdaki bir bedenin aklından ve kalbinden geçenleri hiçbir surette tam anlamıyla bilemeyiz. Ve işte ömür, bildiklerimiz, bilmek istediklerimiz, bilmediklerimiz, bildiğimizi sandıklarımız ve bilemeyeceklerimizle geçip göçerken, esip dururken bizler; güvenmeyi, inanmayı, rol yapmayı, şüphe etmeyi, uydurmayı, özlemenin ve gizlemenin yollarını, çeşitlerini tecrübe eder, öğrenir ve öğretiriz. Bilmek, bilinmek ve bildirmek istemek… Bu, özetidir hayatın.

Şaşırmanın mazoşist hazzını tadan insan, şaşırtmanın sadist zevkiyle bunu devamlı kılmak istediğinden beridir edebiyat, dünya üzerinde. Hem hayatın kan dolaşımında her yerde, hem de hiçbir yerinde. Zıtların buluşmasıyla hayat bulan bu cazibe hep ara renklerde. Şöyle: bizler, sorunlu tipleri ilginç buluruz. Bizce, sorunsuz insanlarda, anlatılmaya ve anlamaya değer bir hikâye yoktur çünkü.  -Sanki sorunsuz insan varmış gibi- Ama sıkıntı, şunun ayrımını yapamamamızdadır: Bir film veya kitapta sever, ilginç buluruz Raskolnikov’u hatta Hannibal’ı. Ama gerçek hayatta karşımıza çıksalar ve onlarla sosyal bir ortamda bulunmamız gerekse, ilkine tahammül edemez, ikincisinden ise kaçmak isteriz. Bunun tersi bir şekilde gerçek hayatta akla yatkın olanı, daha tutarlı, aile ve çevresi ile sağlıklı ilişkileri olan, mutlu olmasını ve etmesini bilen bireyleri tercih etmemizdir. Ama bu kişiyi biz çoğu zaman kurgu bir eserde sıkıcı buluruz. Demek mesele, kurgu ve gerçek arasındaki ayrımda. Hayattan olan ama hayatta olmayan…

Ende, ölümsüz eseri Bitmeyecek Öykü’de, geçmişi değiştirmenin tek yolunun masal kurmak olduğunu söyler: Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde annesiyle birlikte yaşayan yoksul bir köylü varmış, dersin ve bu çulsuz ile bedbaht anası tarihin sayfalarında birdenbire beliriverirler. Öyle ki kanıyla canıyla yaşamış birçok gerçek insanın adı sanı silinir, unutulur da bu iki köylünün adı ve macerası yüzyıllar boyu bilinir, anlatılır, tanınır olur. Bu, sonlu beşeri, içsel ve hadsiz bir şekilde “كُنْ فَيَكُونُ” kudretine en yaklaştıran andır. Hatta Eco, bu ayrımda insana öyle bir paye verir ki sonuçları itibariyle düşündürücüdür.

Bilenler bilir, bir kurgu karakteri olan Anna Karenina’yı, neredeyse tüm hayatını kameralar önünde geçirmiş, yaşantısı belgelerle sabit gerçek bir kişi olan Hitler ile karşılaştırır Eco. Bilinen ortak bir özellikleri vardır; yaşamlarına, kendi elleriyle son vermeleri. Peki, gerçekten öyle midir? Eco, burada kurgunun kesin bilgisinin, hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın gerçekten çok daha net bir şekilde ortaya koyulabileceğini gösterir. 1945 sonrası çıkan komplo teorilerine ve söylentilere bakılırsa Hitler’in ölümünün kesin kanıtları yoktur. Bazı uzmanlar kafatasını ve dişlerini bilimsel kanıt olarak sunadursunlar bu dedikodular öyle bir hal alır ki birçokları neredeyse onun, Transilvanyalı Drakula gibi geceleri çıkıp intikamını almaya ahdettiğine bile inanmıştır. Tıpkı Vaka-i Hayriye olayının akabinde hortladıkları halk arasında anlatılıp duran vampir Yeniçeri askerleri gibi… Kimileri, klonlarından birinin öldürüldüğünü iddia ederken bazıları, gayri meşru çocuklarının damarlarında akan kanda hâlâ yaşadığını söylemiştir. Öte yandan Anna Karenina’nın, kendini tren raylarının altına atıp can verdiği konusunda kimsenin bu bilgiden, hiçbir spekülasyona yer bırakmadan şüphe etmemesi ortadadır. Evet, Dostoyevski yine haklıdır çünkü birçok bakımdan gerçek, kurgudan çok daha gizemli ve fantastiktir. (Fantastik: gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, düş ürünü olan)

Bu iç içe geçmişlik, bu birbirini doğurma ve kuyruğundan yiyip tüketme hâli insanda, uyku-uyanıklık, rüya-gerçek ayrımında hangisinin hangisi olduğu noktasında düşüncelere sevkediyorsa bu durum, görüldüğü üzere hiç de şaşırtıcı değil. Meselenin, işin bizzat içinde olan kimi meşhurların bile muzdarip olduğu bir konu olması da derinliğini açıkça gözler önüne seriyor. Tolstoy’un, bahsi geçen romanının ardından başkarakterin yasını tutarak yerde kıvrılıp ağlaması, Conan Doyle’nin, kendi ürünü olan Sherlock Holmes’i öldürmek istemesi, Harry Potter filminde botanik hocası rolüyle tanınan meşhur İngiliz hikâye seslendirmeni Miriam Margolyes’in filmin hayranlarına, “Yeter, büyüyün artık, çıkın şu Harry Potter dünyasından!” şeklinde ayar vermesi, Rıfat Ilgaz’ın, hepimizin öle bayıla izlediği Hababam Sınıfı filmlerini görmeye tahammül edememesi, konunun hep, “ne var canım, alt üstü gerçek dışı uydurulmuş şeyler” yorumunun ötesinde olduğuna dair birbirinden ilginç örnekler. Bu bağlamda, ilk öykü kitabımın yayınlanmasının ardından gelen, “falanca hikâyedeki olaydan bize neden bahsetmedin,” veya “filanca öykündeki kişi kim yahu, bulup bir güzel ağzını burnunu kırayım,” şeklinde düşüncelere ilk zamanlar çok şaşırmış, yazdıklarımın büyüsüne kapılıp onları gerçek sanan bu beni tanıyan okurlara, “bunlar birer kurgu, o olayları yaşamadım ki,” veya “öyle biri yok ki,” gibi açıklamalarıma karşılık söylenen, “ha, uydurdun yani, öyle bir anlatmışsın ki gerçek sandım,” ifadeleri, zamanla işin büyüsünün, doğasının ve belki başarısının bu olduğunu anlamama yardımcı oldu. Zamanında yazdığım, “bir köprüden atlayarak intihar etme içerikli” kara mizah unsurları barındıran öykünün yayınlanmasından birkaç gün sonra bir gece tıpkı hikâyedeki gibi aynı yerden aynı şekilde intihar teşebbüsüne denk gelmem, bende de bir şeyleri sorgulatmıştı elbette. Tabii burada, psikiyatri biliminin ilgi alanına giren şizofreni, paranoya, sanrı nöbetleri gibi patolojik durumlardan bahsetmiyoruz. Söz konusu ettiğimiz durum, elde olmayan sebeplerle tedaviye muhtaç olunan bir halden ziyade, ilgi çekici ve şaşırtıcı bir doğal işleyiş mekanizması. Yazarını yazan bir öykü karakterinin pozisyonunu düşünün mesela. Veya Stranger Than Fiction filmini…

Ende’nin, yukarıda bahsettiğim, geçmişi değiştirmenin tek yolu olarak gördüğü masal anlatımına alternatif oluşturacak şekilde bir diğer yolu da ben söyleyeyim: yalan söylemek. Öyle insanlar vardır ki geçmişleri tarifsiz pişmanlıklarla, yarım kalmış bir sürü mutluluk imkanları ve kaçırılmış fırsatlarla doludur. Bu öyle bir derecededir ki hayatını bir defter şeklinde eline versek, neler yazıp çizer, ne düzelti ve değişiklikler yapar. Ne var ki artık ne kişi o kişidir ne de hikâye o hikâye. İşte bu da bu yasaklı işin bedeli olsa gerek. E doğal olarak bunu yapamayacağına göre, geriye tek bir çare kalır: geçmişiyle ilgili yalanlar uydurmak. Sonra bunları demlendirmek. Düşünürken bile yüzünde oluşan tebessümün hazzını yaşamak. Ardından, bunlar kökleşince de tüm bu yalanlara birer yaşanmış belgeli şahitli olaylar gibi inanmak, çevresindekilere bunları inandırmak istemek… Yani az önce bahsi geçen ve bambaşka bir disiplinin konusu olan hastalıklı durumlardan birkaçına göz kırparcasına… Şimdi, şahsen ben, böyle birinde derin bir trajedi ve dram görür, sonrasında da öyküsünü, kara mizahî bir tonda yazmak isterim. Bu yazım sürecinde bu karakterle yatıp kalkar, onun gibi düşünmeye, konuşmaya, yürümeye, gülmeye ve hatta sevişmeye çalışırım. Hikayem tamamlanır, editör beğenir ve ardından yayınlanırsa, bu defa yeni bir dönem başlar. Görücüye çıkması, beğenilmesi, benimsenmesi, oradan örnekler verilmesi, onunla ilgili sorular sorulması, benim hiç düşünmediğim tespitler yapılması… Fakat gün gelir de bu kişi canlı kanlı bir şekilde, gözünde parlayan hayatla karşıma dikilse, eminim ki ne yapacağımı şaşırır, onu tiksindirici bulur, her ne kadar mantıklı ve haklı sebepleri olursa olsun yalanlarının gayri ahlakiliğini yüzüne vurmaya bile vakit harcamadan ondan ve oradan uzaklaşırım. Çünkü o artık bir Frankenstein’dir benim için. Gelgelelim, üzücü mü bilmem ama düşündürücü olduğu kesin bir şey varsa o da şudur: işin doğası gereği yazar olarak ben, ondan çok daha ölümlüyümdür. Sakın, ölümlülüğün de derecesi mi olurmuş hiç, demeyin. Mary Shelley, ölmüştür. Frankenstein’in yaratıcısı Victor, ölümlüdür. O yaratık ise aralarındaki en ölümsüz ölümlüdür.

Cüneyt Dal

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Edgar Allen Poe , 26/11/2025

    Is all that we see or seem
    But a dream within a dream?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir