
“Arz”, dilimize yer-yüzü olarak çevrilebilir. Yer-yüzü ifadesi “dünya”dan ayrı tuttuğumuz ve farklı gördüğümüz “arz” için en uygun çeviridir. Çünkü “arz”, dünya gibi cansızlaştırılmış ve kimliksizleştirilmiş mekân değildir. Tam tersine “arz” canlı ve kimlik sahibi Varlık’ın tecelli ettiği aşkın ve yüksek “yer”dir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Doğu da, Batı da (tüm yer-yüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 115)
“Arz”, nesneleştirilmiş varlıklardan ibaret görülen bir şey değil de canlı ve kimlik sahibi Varlık’ın geniş bir tecellisi olarak idrak edilmeye başlandığında, insanın onunla kurduğu bütün ilişki biçimi dönüşür. Bu dönüşüm, esasen tavır ve şuur değişikliğine işaret eder.
Modern dönemin Kartezyen dogmatizmi karşısında “arz” kavramı, bize asli olarak doğduğumuz yerle, yani yer-yüzüyle aynı boyutta ve kopmaz bir bağ içinde olduğumuzu hatırlatır. İnsanın “arz” ile kurduğu ilişkiyi değiştirecek olan tavır ve şuur dönüşümü ise, değerce ondan çok daha aşağıda olan “dünya” tasavvurundan hareketle sağlanamaz. Bu ancak dikey boyuta uyanış ile mümkün olabilir. Dikey boyuta uyanış, eğer aklî bir yöntemle ifade edilecekse, çağdaş düşüncede Husserl’in ileri sürdüğü fenomenolojik indirgeme yöntemi bu noktada önemli bir imkân sunabilir. Zira bu yöntemi en radikal anlamıyla icra ettiğimizde, “bilinç” ile “dünya” arasında Kartezyen anlamda mutlak ikilik bulunmadığını görmeye başlarız.
Fenomenolojide “bilinç” dediğimiz yaşayan şuur, dünyayı kat eden, ona yönelip sürekli ilişki kuran dinamik yapı olarak anlaşılır. Bilincin yöneldiği şey, özünde bütünüyle kendisine göre dışsal değildir. Bazı fenomenologların “öznelcilik” yanılgısına düşülmediği takdirde, bilinç ile Varlık arasında katı bir ontolojik ayrım bulunmadığı idrak edilir. Varlık özünde bilinçlidir ve bilinç, Varlık’la aynı boyutta birlikte bulunur. Bu nedenle bilinç her yerdedir. Çünkü evrende, bilincin nüfuz edemediği, anlamla ve bilgiyle hiçbir teması olmayan bir alan yoktur. Bu bakımdan bilincin genişliği, aynı zamanda “arz”ın genişliğidir. Fenomenoloji üzerine yürüttüğümüz son dönemdeki çalışmalar, özellikle zaman analizlerimiz de aynı yönü işaret eder. Zaman, bilinçli bir yapılanma olup bütün evrende işleyen dinamik bir şuur akışının varlığına delil olur.
Evrenin zaman içinde açılan canlılığı; bilincin ve dolayısıyla bilginin her yere nüfuz eden yayılımı ile anlaşılır. Aşağıda, “dâni” olan “dünya”dan çok farklı anlamda idrak ettiğimiz “arz”ın genişliği de buradan kaynaklanır. “Arz” geniştir; çünkü yüksek şuur içinde idrak edilebilir. Bu genişlik, geometrik büyüklüğü değil, bilincin ulaşabileceği derinliğini ve kuşatıcılığını ifade eder. İnsan, özne olarak bir köşeye sıkışmış, statik bir “töz” olmaz. Bilakis evrenle sürekli etkileşim halinde olan, geniş bir şuur alanının bizzat içindedir. İnsan ancak Varlık’ın huzurunda, her yerde akıp giden hayatın ve iradenin içinde ve birlik halinde bulunduğu ölçüde, anlamlı bir konuma sahip olabilir. Eşyaya kimliğini veren, mutlak ve evvel olan Varlık’tır. Nitekim İbn Arabi Fütûhât-ı Mekkiyye‘nin on ikinci bölümünde şöyle der: “Bitkilerin mâdenlerin rûhları vardır ki, keşif ehlinin dışındakilerin idrâkinden bâtındır. Bundan dolayı hayvanlar tarafından idrâk olunan şey, onlar tarafından hissedilemez. Ve insan olarak isimlendirilen bu özel mizâcın dışında, keşf ehli indinde her bir şey konuşan hayvândır. Ve bizim keşfimiz de ona şâhiddir. Çünkü biz konuşma lisânı ile taşların Hakk’ı zikrettiklerini kulaklarımızla işittik.”
Âlem canlıdır, hatta canlı olmak zorundadır. Canlılığın kökeni evrenin dışında ve ondan bağımsız bir yerden gelmez, ki böyle düşünmek tutarlı değildir. Bu sebeple canlılık, evrenin kendi imkânları içinde zuhûr eder. Diyelim ki canlılık dışarıdan gelmiş olsun, bu durumda bile evrenin içinde her şeyi kuşatarak, bütünlüğe sirayet eden biçimde ortaya çıkacaktır. Biyolojik canlılığın evrende sırf bir kaza ve rastlantının ürünü olarak belirmesi mümkün değildir. Bu iddia, sağlam bir felsefî tez olmaktan ziyade, modern ateist dogmatizmin zayıf bir hipotezi olarak kalmaya mahkûmdur. Biyolojik canlılık ancak, kendisini mümkün kılan daha kuşatıcı, daha yüksek bir enerji alanının içinde mümkündür.
Eğer canlılık, enerji formunda bile evrende zaten mevcut olmasaydı, bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda nasıl mümkün olabilirdi? Bu nedenle, çağdaş biyolojinin canlılığın kökenini açıklarken “kendiliğinden zuhur” (emergence) fikrine yönelmesi aslında yerindedir. Canlılık gerçekten de kendiliğinden zuhur etmiştir, ancak bu, onu mümkün kılanın baştan beri canlı bir evren olması sayesinde gerçekleşmiştir. Modern düşüncenin, özellikle Kartezyen dogmatizmden kaynaklanan kopuk ve parçalı bilgi anlayışına karşılık, canlılığın, biçim değiştirse de her yerde mevcut olduğunu kabul etmek çok daha tutarlı bir yaklaşımdır.
İnsanın muhatap kabul ettiği şey, kim olduğunu da belirler. Evrene sürekli “ne?” sorusu yerine “kim?” sorusunu yönelttiğinde, insan, kimlik sahibi Varlık tarafından kuşatıldığına şahit olur. Bütün ihtiyaçlarımız, isteklerimiz, arzularımız ve umutlarımız, esasında o Varlık ile kurduğumuz ilişki içinde zuhur eder. Derin bir tefekkür, yaşadığımız evrenin, kendine ait iradesi, hayatı, bilgisi, kudreti ve dolayısıyla bilinci olduğunu gösterir. Yalnızca insanın bilinç sahibi olduğunu iddia etmek, aşırı ve sağduyuya uygun olmayan bir kabuldür. Bununla birlikte beşer idraki sınırlıdır, her şeyde canlılığı ve şuuru sezebilmek ise daha yüksek bilinç düzeyini gerektirir.
Varlık ile dünyada kurulan “Ben–bu” ilişkisinden, “arz”da kurulan “Ben–Sen” ilişkisine geçildiğinde ise, yaşayan Varlığın huzurunda birlik şuuru doğmaya başlar.
Yukarıda İbn Arabî’nin dikkat çektiği nokta da budur: Taşlar bile konuşmakta, hatta Hakk’ı zikretmektedir.
“Ben”, evrene “bu” diye değil de “Sen” diye hitap ettiğinde, mütekabiliyet ilkesi gereği “O” da “Ben”e “Sen” diye hitap eder ve böylece iki muhatap arasında sahici “hitap”, yani bir iletişim başlar.
Varlık, muhatabiyet ilişkisi sayesinde insana yol göstermeye başlar. Çünkü bu ilişki alanına girildiği anda, çevredeki her şey konuşmaya, işaretler veya mesajlar göndermeye başlar. Varlık’la kurulan iletişim, aslında Hakk ile kurulan iletişimdir. İletişim, her şeyin karşısında saygıyı muhafaza etmeyi bilmektir.
İnsan, şuuru sayesinde böylesine bir mucizeye her zaman açıktır. Varlık’la kurulan bu ilişkide karşılıklı paylaşımlar gerçekleşir, sevgi verilir, alınır, sözler söylenir, dinlenir, yaşanan yeni olaylarla ilahî cömertlik idrak edilir. Yanlış yapıldığında uyarı yahut ikaz gelir, güzel ve hikmetli gelişmeler karşısında ise insan övgü ve lütufla karşılaşır. İnsan, bütün varlığıyla bu iletişim alanına girmeye ehildir, ancak bunun için, eşyaya yalnızca madde ve sıradanlık penceresinden bakan dar şuur halinden çıkması gerekir.
Varlık konuşur; O’nu işitmek için can kulağımızı açmamız gerekir. Her hadise ibret, her başa gelen olay derstir, her nefes ise şükre ve övgüye lâyıktır. Ne var ki biz, bu yüce hayata kör kesilerek, yaşamımızı kendi egomuzun çevresinde dönen ve bizim gibi başka körlerle kurulan iletişimden ibaret sanıyoruz.
İnsan konuştuğunda, âlemin sesiyle konuşur; dinlediğinde ise âlemin kulağı olur. Vahdete, birliğe ermiş insan için “taş” bile ruh sahibidir; fakat onun ruhu, basitçe “taş” denilerek örtüldüğünde, farkında olmadan hakikate gözlerimizi kaparız.
“Sen” olarak hitap edilen “şey”, artık benim için sıradan bir nesne olmaktan çıkar. Hakk’ın “arz”ındaki tecellisi haline gelir. Onunla kurulan her alışveriş, Hakk’la yapılan alışveriştir. İşte böyle bir ihtimama erişenler, Arif-i Billah olur. Onlar, saygılı, nazik ve latif karakterleriyle edebin zirvesinde yaşar. Evrendeki her şeye karşı şahitliklerini rıfk, merhamet ve cemal ile gösterirler.
Saygısızca sömürülen ve işgal edilen aşağı “dünya” karşısında, üzerinde saygı ve merhametle yaşanan “arz” bu yüzden çok daha yüksek yer-yüzüdür. O’nun yüzü ve cemali olan “arz”, şükredilmesi gereken nimetleri sonsuz cömertliğiyle ihsan etmekten asla yorulmaz.
Arz, bizim muhatap olabileceğimiz yüksek hayatın vatanıdır. Bu yüce vatana erişmek için, ikilik üreten bütün felsefi sistemlerden uzaklaşmalı ve evreni başka bir şuurla idrak etmeliyiz. Evren, atom altı parçacıklardan ibaret bir toz bulutu değildir, çağdaş fizik bilimi de artık bu gerçeği anlamaya yönelmiştir.
Evren, sınırlı algımızın denetleyebileceği, ruhsuz nesneler toplamı değildir. Varlık’la kurduğumuz ilişki, aslında kendimizle ilişkimizi gösterir. Kendimizi yüksek değerle idrak edebilmek, yaşadığımız mekânla yüksek muhataplığı zorunlu kılar. Varlığa hangi gözle baktığımız, gözlerimizin ruhsal karakterini ele verir. “Dünya”nın sonu, yer-yüzü olarak “arz”ın başlangıcını işaret eder. Adil ve merhametli hayat ancak O’nda tecelli eder. İnsan “arz”ı idrak ettiğinde “dünya” gafletinden Hakk’a, hakikate uyanır. Uyanma, aziz ve mübarek bir hayata uyanmadır. Diğer ifadeyle o Sonsuz Aşk’a uyanmaktır.
Dr. Ali Sait Sadıkoğlu

