
Allah ile insan arasındaki bütün köleleştirici bariyerlere “ilah” denir. Allah ise asla “ilah” değildir. Kelime-i tevhid hatırlanacak olursa, “lâ ilâhe” ifadesi önce gelir. Biz kelime-i tevhitte “İlah yoktur, ancak Allah vardır” deriz. Dolayısıyla “ilah”ın ne anlama geldiği kavranmadan ve ona bilinçli bir şekilde “hayır” denmeden, “Allah”ı idrake götüren düşünce hareketi başlayamaz. Allah’a giden yol, önce ilahlara “hayır” demekten geçer.
Peki, hemen soralım: “İlah” nedir? “İlah”, insanın üzerinde otorite kuran her türlü ayrılıkçı mefhumun tanrılaştırılmış halidir. İlah ile beşer arasında ayrılık ve vehim vardır. Ya da diğer ifadeyle, “ilah” “dünya”da beşerî köleleştiren her türlü vehimli mefhumdur. Ama bu vehimli mefhum çoğu zaman gerçekmiş gibi etkili olabilir, çünkü bu çoğu zaman hem bireyde takıntılı hem kolektif bir yapının içinde etkin inançlara bürünür.
“İlah”ın ilahlığı, insandan uzaklığı ve ürettiği kölelik üzerinden anlaşılabilir. Beşer, hayal gücüyle sürekli vehimli ilahlar üretir ve onlara otoriter güç atfeder. Latince ifadeyle söyleyecek olursak, beşerin “Deus ex machina,” yani “makineden tanrı” üretme konusunda üzerine yoktur. Bu “makineden tanrı” üretimi, mekanik olduğu kadar zincirleme bir süreçtir ve insanı, bizzat kendi ürettiği vehme köle eder. O halde insanın bu vehimli, köleleştirici, başka bir deyişle illüzyon ilahlara “hayır” demesi, her şeyden önce özgürlükçü bir teşebbüstür. Nitekim “lâ ilâhe” ifadesi, özgürlüğe doğru atılmış etkin bir eylemdir. İnsanı köleleştiren her türlü vehimli otoriteye “hayır” demek, özgürlükçü olduğu kadar hakikate yönelen de bir tavırdır. Zira hakikat, ancak insanı kölece illüzyonlara bağlayan ve onun haysiyetini elinden alan her türlü putun yani sahte ilahın ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir.
Eğer insan, kendisini önce benliğine, ardından diğer insanlara yabancılaştıran bu ilahlara “hayır” demeye muktedir olamazsa, ne özgürlüğe ne de hakikate doğru sahici hareket başlatabilir. Bugün bu durum daha açık biçimde görünür hâle gelmemiş midir? İnsan, büyük bir alet ve meta zenginliği içinde, kendi ürettiği makineden tanrıların kölesi olmuş durumdadır. Özgürlük ve hakikat ise hem uzak hem de şüpheli görünmektedir. Dijital dünyanın daha da hızlandırdığı put üretme mekanizması içinde, insan kendi vehimleriyle ürettiği “özgürlük” ve “hakikat” mefhumlarını birer birer ıskartaya çıkarmaktadır. Fikirler kelimenin tam anlamıyla havada uçuşmakta, biri ertesi gün diğeri tarafından iptal edilmektedir. Sanki insan, sürekli ürettiği bir illüzyon sarmalı içinde, kendi sonunu yani ölümünü önceden bekler gibidir. Yine de aynı insan, belli belirsiz şunu hissetmektedir: Hedonizm ve konformizmin rastlantısal akıntısı, sanıldığı gibi konforlu sona ermeyecektir.
Kelime-i tevhitte bizi bu bahsedilen gafletten uyandıran ilk hareket, “lâ” ifadesiyle dile getirilir. “Lâ”, hayır demenin öyle bir tarzıdır ki, insanı hakikat bakımından sakatlayan her türlü beşerî ve vehimli anlayışa karşı reddiyedir. Bu yönüyle sıradan “hayır”lardan çok daha asli bir anlam taşır. “Lâ” ile, beşerî gafleti kökten mümkün kılan temel düğüm noktasına hayır denir. İnsanı açık ya da gizli biçimde vehimli sulara sürükleyen o asli düğüm noktası ortadan kaldırılır.
Bu “hayır”, öyle kökensel bir noktada icra edilir ki insan, artık ilahların üretildiği nefsî hevanın farkına varır. İnsan, sürekli ürettiği vehimlerin kaynağının kendi hevası yani arzuları olduğunu idrak eder. İşte bu an, insanın kendi hakikatine vasıl olduğu özgürlük anına tekabül eder. Bu idrakle insan fark eder ki, kendisini dışarıdaki otoritelerden önce, içendeki arzuları köleleştirmiştir. Dışsal otoriteye gösterilen her türlü gönüllü köleliğin asıl suç ortağı, içindeki bu hevadır. Böylece “lâ”, tam anlamıyla bir hakikat isyanına dönüşür. İnsanı kendi hakikatinden sürgüne gönderen her türlü vehmin kaynağına karşı yükselen bir isyan…
Peki, “lâ” isyanı, bizi kendi hakikatimizden sürgüne gönderen vehme karşı durduğunda ne olur? Uzaklaştırıcı bütün mesafeler ve bariyerler ortadan kalktığında, bizzat kendi hakikatimiz olan saf varoluşumuza şahitlik ederiz. Hakikatimiz olan saf varoluş ise, kendisinden başka hiçbir şeye muhtaç olmayan ruhumuzdur. Allah’ı tanımanın meskeni de, saf varoluşumuzdan ibaret olan ruhumuzdur. O’na bu yüzden “ilah” değil, “rab” deriz. Zira “rab”, dışımızda konumlanan otoriter ve vehimli bir ilah değil, içimizde, en saf varoluşumuzda tecelli eden en yakın hakikatimizdir.
“Rab”, insana en yakın mabut olup en çok sevilen, en çok özlenen hakiki kendiliğimizdir. O hakiki kendiliğimizden ise bütün Varlık’taki Rabbe, yani bütün rablerin rabbi olan Rabbü’l-Erbâb’a doğru bir iletişim imkânı açılır. O’dan Sen’e, Sen’den Zât’a uzanan yolculuk, Rabbü’l-Erbâb’a doğru gerçekleşir. Bütün rablerin rabbi ise Allah’tır. O halde âlemde rabsiz insan olmadığına göre, her insan saf varoluşundan bütün rablerin rabbi olan Allah’a bağlı olmak durumundadır. Zira her insanda, kendi hakikati olan saf varoluşu ya da ruhu, Zât tarafından kendisine verilmiştir. İnsan hakiki kendiliğine ulaştığında, bu varoluşun kendisine sürekli ihsan edildiğini idrak eder. Ancak kendisini hakikatinde tanıyan ve bu yolla rabbine yönelen insan, bütün rablerin rabbi olan Allah’a giden yolu bulabilir.
Allah ile insan arasına ayrılık koyan her türlü “ilahiyat” bu nedenle aşılmalıdır. Zira Allah ile insan arasında mesafe kuran ilahiyatların tamamı, Allah’ın “rab” tecellisini örter. Bu tür yaklaşımlar çoğu zaman ontolojik ve metafizik bir “ilah” anlayışına yol açar. İnsan için uzaklarda, kendisiyle irtibatı kopuk, putlaşmış tasavvurlar üretir. Oysa Allah ne puttur ne de böyle bir ilah tasarımına indirgenebilir. Allah, insan için en yakında tecelli eder. En yakında tecelli eden Allah’a vasıl olmak ise, başka bir ifadeyle “nur”a vasıl olmaktır. “Nur”, her şeyin kaynağında olduğu gibi insanın da bütün varoluşunun kaynağında olan mutlak idrak kapısıdır.
Daha önceki yazımızda, nurun ışık olmadığını, fakat ışığın kaynağı olduğunu söylemiştik. Nur, ışığın kaynağı olmakla birlikte, aynı zamanda ışığa ayna olandır. Kendi verdiğine daima eşlik eder. Nur, uzaklarda kalan bilinmeyen bir kaynak değildir, kaynak olmakla beraber, her şeyin müşahede edilebilmesine imkân tanıyandır. Hatta kendi kendisinin müşahedesine bile ayna olur. Buraya kadar söylenenlerden, nurun birbirini tamamlayan iki hareketinin bulunduğu anlaşılır. Nur, bu iki hareket içinde her şeyi ihsan ederken, ihsan edileni de kuşatan bir tecelli halinde zuhur eder. Bu iki hareketin insan idrakinde cem olması, mükemmel vahdettir. Nurun mesken bulduğu bu insan, iyiliğin kozmik tecellisine dönüşür. Hem ışığın kaynağı hem de ışığın dağıtıcı tecellisiyle “bir” olmanın eşsiz tecrübesi ise artık “dünya” hesaplarıyla ifade edilemez.
Dr. Ali Sait Sadıkoğlu


1 Yorum