
“Köklü değişimler, halkları fanatikliğe iter.”
(Eric Hoffer, Değişim Sancısı)
Endüstri 4.0’dan Endüstri 5.0’a, robotların ihtimalini hayal etmekten cobotlarla çalışan ışıksız ve molasız fabrikalara, yapay zekânın bilinemez ve öngörülemez korkusundan AI tabanlı inşâ edilen bir geleceğe… Hem de büyük bir hızla ve şu son birkaç on yılda! Kısacası değişmeyen, dönüşmeyen, devretmeyen hiçbir şeyin kalmadığı, beden gücünün piyasadan git gide çekildiği bu çağda belki de en insanî haykırıştır, “Her şey değişirken biz neyi sabit tutmalıyız?” sorusu.
Heraklitos’un meşhur “Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız” sözünden de bildiğimiz üzere antik çağlardan beri değişim, hayatın en belirgin özelliği olarak görülmüş. Dünyanın işleyişine bakıp gözlem yapan insan, doğanın asla sabit kalmayan dönemlerinin ezici gücü altında soyunu devam ettirebilme kabiliyetini ancak bu değişimi iyi okuyup anlayabilmesine ve bununla yaşayabilme yollarını bulmasına borçlu olmuş. Bilimde ve teknolojide gösterdiği tüm bu ilerlemeler, bu yüzyıla dek genel anlamda insana -her ne kadar özel anlamda sermaye sahiplerine ve zenginlere olsa da- hizmet etmiş, ömrü uzatmış ve refahı artırmış. Günümüzü tarihten ayıran özellik ise bu durumun, artık insanın büyük oranda aleyhine bir felaket senaryosu çizmesinde. Nehirde olmak, akmak, “akışta düğümlenmek”; bunların her biri birer hayat göstergesi. İyi ama girdap da bir akış şekli değil mi? Sona sürükleyen bu akışı da mı yüceltmeli, kutsamalı, kucaklamalı?
İnternetin icadı ile başlayan süreç, insanlık tarihinde eşine ve benzerine rastlanmayan bir yaşam biçimi ile karşı karşıya bıraktı bizi. Kanaatim odur ki bu gelişme ile tarihte ne matbaanın icadı ne de endüstri devrimi baş edebilir. Belki de bu sebepledir zamanın dürülmesi, günlerin veriminin azalması, çağımıza hız çağı denmesi. Her alanda sürekli kendini güncellemek, yenilemek ve değiştirmek durumunda kalan insan, sistemden atılmamak, global çarkların arasında ezilip yitmemek için sürekli bir yarış halinde. Feodal yapılardan krallıklara, monarşilerden devletlere şeklinde yön alan yönetim anlayışı günümüzde, devasa şirketlerin karar alma mekanizmalarıyla yönetilen ülkelere bıraktı artık kendini. Elbette doğal süreç içerisinde zaman insanını, insansa zamanını inşâ eder fakat sorun o ki içerisinde bulunduğumuz şu post-truth çağı, ilerlemenin ve yolda oluşun doğal bir süreci içerisinde değerlendirilememekte ve bu sebeple de sürekli olarak anlaşılmaya ve anlamlandırılmaya çalışılmakta.
Yeni üretim araçları, ödeme yolları, pazar arayışları, çalışma alanları tabii ki söz konusu sürecin olumlu yönleri olarak değerlendirilebilir. Ancak öte yandan tarihe karışan meslekler, artan gelir uçurumu, tek tip moda, düşünce ve dünya algısı, bilginin tüketilme hızı, hakikatin önemsizleşmesi ve her şeyin algı ve reklama dönüşmesi gibi unsurlar ise sonuçları itibariyle düşündürücü birer olumsuzluk örneği değil mi? Sosyal medya ve popüler kültür marifeti ile yeni biyolojik ve psikolojik sorunlarla yüzleşmek zorunda kalan insan, hep bir adım ötesini öngörmeye çalıştıkça bu kaosun içerisinde köksüzleştiğini ve savrulduğunu hissetmekten kendini alamamışsa, bu anlaşılabilir bir durum. Amerikalı filozof ve toplum eleştirmeni Eric Hoffer’in, dilimize Değişim Sancısı olarak çevrilen sıra dışı çalışmasında da belirttiği üzere, “Köklü değişimlerden geçen bir halk, uyumsuz bir halktır ve uyumsuz kişilerin etrafı, ihtiraslarla çevrilidir.” Çarpıcı olan şu ki alıntıda geçen “halk” ifadesinin yerine günümüzde, rahatlıkla “insanlık” yazılabilir. Ve bu da birçok çatışmamıza, “medenî” dünyaya yakışmayan şiddet ve savaş olaylarına, anlam arayışlarına ve çelişkilerimize açıklık getirmektedir.
Şimdi, bugünden geçmişe baktığımızda görüyor ve geleceğe dair sezgilerimizle hissediyoruz ki birçok şey gibi klasik aydınlanmacı anlayışın, birbiriyle doğru orantılı olduğu varsayılan zaman-gelişim ve ilerleme teorisi, yanılmıştır. Tıp, insan ömrünü uzatmış fakat yaşlı bedenlerde yalnızlaşan ve yeni dünyaya yabancılaşan ruhlar çoğaltmış; gelişen teknoloji, tahrip gücü yüksek ve karşı konulmaz silahlarla kaygı ve gerilimi artırmış; kapitalizm, büründüğü yeni kılıklarla güçlünün iktidarını ve zenginin otoritesini sağlamlaştırmıştır. İnsanın “insanî” yönünü temsil eden sanat, edebiyat, etik ve empati; bilim ve teknoloji gibi ürününü kısa vadede değil, emek ve eğitim gerektiren uzun bir süreçte verdiğinden, geri planda tutulmuştur. Şimdinin “gelişmişliğiyle” küçümsenen kadim öğretilerin insanı ve hatta diğer canlıları, doğa içerisinde tek bir organizmanın parçaları olarak gören bilgeliğine dayanan kimi düşünce grupları bile sektörleşerek zamanımızın anlam arayışını fırsat bilmiş, buradan kendine müşteriler devşirerek büyümüş ve eleştiriyor göründüğü devasa yapının besleyicisi bir kimliğe bürünmüştür. Köklü kavramların içlerinin boşaltılması, kelimelerin sözlük anlamlarını yitirmesi, politik doğruculukla kaş yapayım derken göz çıkartılması, laboratuvar ortamlarında yaratılan yeni sözcüklerin dayatılması ve dahası, hep durmak bilmeyen ve birbirine zincirleme bir şekilde bağlı olan Kafkaesk bir “dönüşüm”ün ilginç meyveleri olarak görülebilir.
Alibaba Grup’un kurucu başkanı ve iş insanı Jack Ma’nın yıllar önce nerede denk geldiğimi bilmediğim şu sözü, bende derin izler bırakmıştı: “Makinelerle başa çıkmak mümkün değil; iyisi mi biz, insanlık yönümüzü geliştirelim ve çocuklarımıza bunu öğretelim.” Evet, değişim hayatı, durağanlık ise ölümü çağrıştırmaktadır. Tabii ki Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle, “Ne kadar söz varsa düne ait / Dünle beraber gitti cancağızım / Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım”dır. İyi ama yine kendisine ait olan “pergel metaforu” ile iki kere yıkanamadığımız nehirde bir kaya sağlamlığındaki pergelin iğneli kısmı bir yerde sabit tutulamıyorsa, akıntıya kapılıp yok olma akibetine ne demeli? Türkçemizdeki “durup düşünmek” ifadesinde yer alan durmak ve İngilizcedeki “understand” kelimesinin “stand” kısmı, bizlere bir şeylerin hakikatini fısıldar gibiler, ne dersiniz?
Cüneyt Dal

