Yazarın Ölümü Hakkında

“Gel, aramıza gir; âşıklarız biz; aramıza katıl da aşk bahçesinin kapısını açalım sana.

Gölge gibi evimizde otur; güneşin komşularıyız biz. Can gibi dünyada göze görünmüyoruz, âşık aşkı gibi izimiz belirmiyor.

Fakat eserlerimiz sende, senin özünde; çünkü can gibi hem gizliyiz, hem apaçık ortadayız biz. İşte bu, dediğin her şeyden daha da yücelere bak; onun da yücesindeyiz biz.
Bir susun sen, fakat bir çukurdasın, mahpussun; bize gel, bize katıl, akar seliz biz.

Biz, kayıtsız-şartsız yokluk âleminde, varımızı-yoğumuzu oynamış, yutulmuşuz; bu bakımdan şiir düzmekten, kitap yazmaktan başka bir bilgisizlik bilmiyoruz biz.” (Divan-ı Kebir VI. Kitap)

Hz. Mevlânâ, “Biz” diyerek “Varlık” sırrını açığa vuruyor. Ortada beliren bir eser yok, iz de bırakılmıyor. Peki bu “biz” kimdir? Öncelikle gramatik cevap şu: “Biz”, “Sen”de görünmektedir.

Belki de sır tam burada gizlidir: Gerçekten arayan kişide, arayan aslında başkasıdır. Hiç kimse, kendisinde kalarak böyle bir şuura erişemez. Çünkü kendinde “aynı” kalan, âşık olamaz.

Aşk, insanın kendi kalbinde başkasına yer açmasıdır. Ancak bu başlangıçtır. Hakiki aşk ise, başkasıyla yani sevilenle “bir” olmaktır. Başka bir deyişle ölmektir. Bu sebeple birlik makamına vuslatın, aşktan başka yolu yoktur.

Hz. Mevlânâ son dizede yutulmuş olmaktan söz eder. “Yutulmak” ifadesi dikkat çekicidir. Zira yutulma varsa, doğal olarak yutan da olmalıdır. Yutan olmak ise yutma kudretini gerektirir. İşte bu yutan, Ruhu’l-Âzam olarak Mutlak “Ben”dir; yani “Biz”in mutlak benlik olarak tecellisidir. Ruh, yutacak kadar yoklukta ısrar etmiş, yutacak kadar da kudret bakımından etkili olmalıdır. Hakiki ruh, başkasını yutar. İnsanın aşka düşmesi de nihayetinde yutulmayı kabul etmesidir. Çünkü yutulan artık kendinde değil, başkasının karnındadır. Orada her gün türlü türlü işler gerçekleşir. Yutan ile yutulan bir olduğunda, birlik makamında başkası kalmaz. Başkalık, yabancılar arasında söz konusudur, dostlukta ise dostlar, birbirinin “nur-ı ayn”ı olur.

Nefs, türlü bahanelerle ikilikte ısrar etmekten doğan içine kapanmadır. Nefs birlikten dolayısıyla yutulmaktan kaçmanın diğer adıdır. Nefs kaçarken kendi ile “aynı” kalmak ister. Bu yüzden içine kapanır. Nefs aşk olmadan kendinden ötesine yönelemez; yöneldiğinde ise tekrar geri döner. Nefsin yolu her macerada kendi evine geri dönen Odesa’nın yoludur. Ama aşk öyle mi? Aşk asla kendi evine geri dönmeyen mutlak kopuştur. Aşk, ölüm korkusundan bile güçlüdür. Aşk, çıktığı yolculukta artık bir daha evine geri dönmeyecek Hz. İbrahim’in yoludur.

Yok olmanın, yani yutulmanın da halleri vardır: “O”, “Sen”, “Ben” ve “Biz”. Her biri, kendisinde nefse rağmen işaret bırakır. Ancak asıl vurgulanması gereken nokta ilimdir. Yukarıdaki dizelerin son satırı da tam olarak bu noktayı açar: “Kayıtsız şartsız yokluk âleminde şiir ve kitap yazmaktan başka bir bilgisizlik bilmiyoruz.” Başka olmayan bilgisizlik, şiir ya da kitap yazma iddiasına girmektir. Zira mutlak “Varlık” huzurunda kim “vardır” ki yazmış olsun?

Yazarın ölümü, bu anlamda bizim için bambaşka bir mana kazanır. Mutlak “Varlık” huzurunda ölen yazar yazmıyor, hatta yazamıyordur. Kendisinin ve bütün bilgisinin gıyabında teslim olmuştur. Fakat bu noktada “sır” başlar. Sır, kişinin kendi yokluğunda başına gelendir. Başka bir ifadeyle, insanın kendini sürekli sildikten sonra bâkî kalandır. Bâkî kalan ise “Ben”deki “Biz”dir. Bütün “Varlık”, “Biz” olarak “Ben”de eserini böyle sunar. Yazan “Ben” değil, “Biz”dir. Zaten yazar, birinci tekil şahısla yaşamayan “Ben”dir. Yazar, en baştan “Ben” demeye muktedir olamayandır hatta yazı “Ben” içinse bir felakettir. Hakikat kendi işaretini (âyetini) bu şekilde gösterir. Ne var ki yazıyı yazar olarak üstlendiğimiz anda hakikat elimizden kaçar, ona tam anlamıyla muktedir olamayız.

Modern dünya, yazar için daima birinci tekil şahsın mülkiyet haklarından söz eder. Oysa yazarın, ölerek ya da yok olarak yutulduğu haller hakkında neredeyse hiçbir şey bilmez. Hiçbir şey bilmediği bir alandan nasıl söz edebilir? Bilginin hiçbir türünün geçerli olmadığı bir halden, kim bilerek bahsedebilir?

Bilginin ötesinde, bilgiyi hiç ilgilendirmeyen “yer-yüzü” ile hemhâl olmak için önce “nefs”in üzerine çizgi çekmek gerekir. Nefs, insanın kendisiyle “aynı” kalma isteğiyse, onun üzerine çekilen çizgi ise başkasına açılmaktır. İnsan, aslında kendisiyle “aynı” ben değildir. Ne var ki, kendisiyle aynı kalmak için sürekli kendine geri döndükçe nefs haline gelir. Öyleyse insan, bir daha kendisine geri dönemeyeceği düşünce hareketinin içine girmelidir. Nefsin üzerine çekilen çizgi bu anlama gelir. Yazı, bu noktada sıradan bir yazı olmaktan çıkar, hakikat yolunda yazgıya dönüşür. Yazının yazgısı, sürekli kendi içine kapanmayı kırmaktır. Yazı, her defasında başkasına açıklıkla başlar.

Kendisiyle aynı olmaya geri dönmeyen hareket, en güzel ifadesiyle “sâlihât”, yani iyilik demektir. Ancak bütün iyilikler (hasenât) içinde en yüce olanı sâlihâttır. Buradan sâlih olmanın ilk şartı da anlaşılır: Kişi, kendisiyle aynı kalmaya geri dönmeyen bir hareketle önce “O”ya yönelir. Bu yöneliş, dereceli bir yükselişle “O”dan “Sen”e, “Ben”e ve “Biz”e doğru ilerler. Fakat hiçbir aşamada kendisiyle aynı kalmaz. Nefsî benliğine rağmen, kendisiyle aynı kalamayan, buna karşılık mutlak “Varlık”a kendini teslim eden mutlak hareketten söz ediyoruz.

Yazı, bütün egoizmi kıracak hakikat hareketi olmaya ne zaman başlar? Yazmak bütün egoizmi kıracak bir hakikat hareketine dönüştüğünde bu anlamda edebe doğru yolculuk olur. Başka bir ifadeyle yazmak, insanın kendi nefsiyle kavgasını başlatmasıdır. Modern ve sonrası yazı kültürü, bu zaviyeden bakıldığında manevîleşir, aşkınlaşır ve yücelir. Yazı, edebiyat olma anlamını edepten aldığı sürece, nefse karşı bir yola dönüşür. “Edebiyat” kelimesinin içindeki “edep” manasına ne kadar dikkat edilse azdır. İcra edilmesinde edep olduğu sürece edebiyatın aslında bir hakikat olayı olduğu idrak edilir.

Yazmak, edebiyat olduğu kadar bilginin, enformasyonun ve her türlü egoizmin ötesindedir. Birinci tekil şahısta yazamamak, edebiyatta ölmek için yazmak demektir. Bu yönüyle yazı, edebiyatta kutsal veya mübarek bir işe dönüşür. Öyleyse, yazı özelinde belirdiği gibi, her türlü sanat asli manasını bu kutsallıkta bulmaz mı?

Yazar, edebiyatta ölmeye hazır olmalıdır. En azından yazma işini sonuna kadar götürürse, narsizminin yerle bir olacağını önceden bilmelidir. Fakat nihayetinde bunu bilmemecesine bilecektir. Yazarlıkta -eğer böyle bir şey mümkünse- ustalaştığında, bildiğinin elinden alındığını görecektir. Başka türlü söylersek: Hakiki yazar, Tanrı’yı görmek için daima yolda olandır ve Blanchot’nun Felaket Yazısı adlı eserindeki alıntısıyla, “Tanrı’yı gören ölür.” Yani Tanrı’yı gören artık yoktur: “Ben” demeye asla muktedir olamayandır. Yazar, üzerine çizik atılmış nefsi “Ben”dir.  Evet, yazı edeptir ve edebiyattır. Zira yazı, asli anlamıyla, “edebiyat” olmasıyla, yalnızca velilerin/azizlerin işidir: “Biz, kayıtsız-şartsız yokluk âleminde, varımızı-yoğumuzu oynamış, yutulmuşuz; bu bakımdan şiir düzmekten, kitap yazmaktan başka bir bilgisizlik bilmiyoruz biz.” 

Dr. Ali Sait Sadıkoğlu

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir