
27 Ekim Pazartesi 2025
İnsanın sahiplenme hırsını anlamak için tarihin tozlu sayfalarına müracaat etmeye gerek var mı? Öyle sanıyorum ki yok. Bu hırs her gün defalarca tekrar eden sıradan anların içinde de aşikar hale gelebilir. Mesela kalabalığın hızla arttığı bir metro istasyonunun ilk durağında kapıların açılmasına saniyeler kala yaşanan gerginliği ve sonrasında yaşanan kısa sahneyi düşünelim. Bu sahne insanın tabiatına dair ipuçlarıyla gizlidir.
Bu sessiz bir savaş ilanının ilk sahnesidir. Metronun gelmesiyle kalabalığa çarpan rüzgar adeta savaşın başlamasına saniyeler kaldığının habercisidir. Metro gittikçe yavaşlar ve tiz bir fren sesiyle durur. Kapılar aralandığında savaş başlamıştır. Herkes sağa sola koşuşturur. Amaç nettir: koltuk kapmaya çalışmak. Yarım dakikalık bu sahne dar alanda yapılan bir mülkiyet savaşını andırır. Her bir vagon boş koltuklar dolana dek küçük birer savaş meydanına dönüşür. Koltuğu kapanlar onu sahiplenmiş olmanın mağrur ifadesini yüzlerinden gizleyemez. Oturmuş olmanın verdiği rahatlıkla omuzlarındaki bir yükten kurtulmuşlardır. Ayakta kalan mülksüzler ise koltuk sahiplerinin kayıtsız ve bazen acımayla dolu bakışlarından gözlerini kaçırır. Bir yere tutunup etrafı belli belirsiz kolaçan etmeye koyulurlar. Bu manzara sanki insanın geçici olanı ebedi sanma yanılgısının somutlaşmış küçük bir örneği gibidir.
İnsan belirsizliğe gelemez. Tam da bu sebeple aslında sürekli bir akış halinde olan hayatta kendine güvenli bir ortam oluşturmaya gayret eder. Sahip olduklarımızın, sıfatlarımızın, gençliğimizin sonsuza dek süreceğine inanmak ister, böylece belirsizlikten kurtulacağımızı düşünürüz. Geçici olanı ebedi sanma yanılgısı da böyle zamanlarda pek aşikar hale gelir. Bu adı üstünde bir yanılgıdır. Bir eşyaya benim derken, aslında ona sadece geçici bir süreliğine sahip olduğumuzu unuturuz. Sahip olduklarımıza sıkı sıkıya bağlılığımız bizde ebedilik hissi uyandırır. Oysa her biri geçici olan dünyanın içinde yer alan geçici diğer nesnelerden başka bir şey değildir. Sahip olmak kaybetme korkusunu da beraberinde getirir. Kaybetme korkusu ise sahip olunandan lezzet almanın önündeki en büyük engeldir. İnsan elindekini o kadar sıkı tutar ki avucunun içinde olanı ezdiğinin farkına bile varmaz.
Bu, sadece eşyayla sınırlı olmayan iç dünyamıza ve hislerimize de sirayet eden durumdur. Mutlu olduğumuzda o an hiç bitmesin ister, derdimiz olduğunda ise o acı hiç geçmeyecek sanırız. Mutluluğu ebedi sanmak şımarıklık ve şükürsüzlük, hüznü ebedi sanmak ise ümitsizlik ve bunalım getirir. Oysa her hal geçicidir. Bir ânın tekrar edilemez olması yani geçici olması o ânı fevkalade kıymetlendirir. Baharın gelmesinin coşkusu çiçeklerin solmasında, bir gün batımını izlemenin büyüsü gecenin usul usul gelişinde saklıdır.
Geçici olanı ebedi sanma yanılgısından uyanmak hayatı kıymetlendiren bir manzaraya göz açmak demektir. Hiçbir şeyin bize ait olmadığını, sadece emanet edildiğini idrak ettiğimizde manzara değişir, yüklerimiz hafifler. Sahiplenme hırsı yerini emanete riayet bilincine bırakır. En nihayetinde metro inilecek durağa geldiğinde hiç kimse sahiplendiği koltuğu yanında götüremez. Artık o koltuğu başkasına bırakıp inmekten başka çaremiz yoktur. Peki hayat usulca geçip giderken insan ardında neleri bırakamaz? Ve kim, aslında neye gerçekten sahip olabilir?
11 Kasım Salı 2025
Metro yine ağzına kadar dolu bir halde perona yaklaştı. Yetmişlerini aşmış nurani yüzlü, temiz, özenli ve şık giyimli bir İstanbul beyefendisi benden hemen sonra vagona adımını attı. Kalabalığın itiş kakışı arasında kendime tutunacak bir direk bulabilmiştim. O ise ortada kalmıştı. Etrafı bedenlerle çevriliydi ama tutunacak hiçbir yer bulamadı. Kolumdan tutabilirsiniz diye seslendiğimde hiçbir cevap ve en ufak bir tepki vermedi yalnızca kolumu sıkıca tuttu. Metro biraz ilerledikten sonra sadece “torunuma ne kadar çok benziyorsun” demişti. Bir durak sonra yine hiçbir şey demeden usulca indi birkaç adım yürüdü ve sonrasında bana doğru hafifçe dönerek nazik bir baş selamı verdi. Kalabalık tekrar üzerime kapandı. Bu olay beni tutunmanın sadece yerçekimine karşı koymak için yapılan bir eylem mi olduğuna dair düşüncelere sevk etti.
İnsanın tutunma ihtiyacı genellikle kırılma anlarında belirir. Güvenli sandığımız zemin ayaklarımızın altından kaydığında insan boşluğa düşmemek için tutunacak bir dal arar. Bu bazen elle tutulur gözle görülür bir şekilde olur bazen ise inanç, hatıra veya histir. Dışarıdan bakıldığında bu tutunma hali zayıflık gibi algılanabilir. Oysa çoğu zaman insanın kendi sınırlarını kabul etmesinin ve kırılganlığını fark etmesinin ifadesidir. Tam da bu nedenle kişi neye tutunacağını seçerken büyük gayret gösterir. Tutunmak insanın kendini dağılıp paramparça olmaktan koruma çabasıdır.
Tutunmak yalnızca kendini korumak için yapılan bir eylem değildir. Aynı zamanda insanın kendini inşâ etme sürecinin de önemli bir parçasıdır. İnsan neye tutunduğunu idrak ettikçe kim olduğunu, neyi önemsediğini fark etmeye başlar ve tutunma kişinin kendini anlamlandırma çabasına dönüşür. Bu nedenle tutunma yalnızca bir ihtiyaç değil aynı zamanda bir anlam üretme biçimidir. Bazı tutunmalar insanın hayatında belli bir süre yer alır ve vakti dolduğunda geride bırakılır. Bazıları ise insanın karakterine dönüşür ve onu ayakta tutan bir omurga gibi hayatın sarsıntıları karşısında denge sağlar. İnsan tutunduğu değerler, inançlar, ilişkiler ve hisler sayesinde içindeki boşluk hissiyle baş edebilir. Tutunmak boşluğu bütünüyle ortadan kaldırmasa da onu katlanabilir kılar. İnsana yön, süreklilik ve dayanma gücü kazandırır. Böylece dağılıp savrulmaktan kurtulur.
İnsan tutunduğu şeyi mutlaklaştırdığında ise bu bağ kendisi için tehlikeli bir hal alabilir. Çünkü mutlaklaştırma insanı tutunduğu şeyin öznesi olmaktan çıkarıp mahkûmu haline getirir. Tam düşecekken tutunduğu tuğlayı kendine rab belleyen biri onu sorgulanamaz, vazgeçilemez ve dokunulamaz kılar. Bir fikre körü körüne tutunmak düşünmeyi durdurur. Bir ilişkiye aşırı tutunmak sevgiyi bağımlılığa çevirir. Geçmişe tutunmak şimdiyi yaşanılmaz kılar. Alışkınlıklara tutunmak değişimi tehdit gibi gösterir. Bu sebeple tutunma başlangıçta destekleyici ve inşâ edici bir eylemken fark edilmeden sınırlayıcı ve yıpratıcı hale gelebilir. Yani tutunma çift yönlü bir eylemdir. İnsanı ayakta tutar ancak aynı zamanda hareket edemez hale de getirebilir. İtidal korunmadığında tutunulan şey insanın yürüyüşünü kolaylaştıran dayanak olmaktan ziyade ayaklarını bağlayan zincire dönüşür.
Nihayetinde tutunma insanın kendisiyle, ötekiyle ve hayatla kurduğu bağın adıdır. Bu bağ bilinçli şekilde kurulduğunda yaşamı anlamlı kılar ancak bilinçsizleşirse anlamın önündeki en büyük engellerden biri haline gelir. Ancak neye, neden ve ne pahasına tutunduğunu idrak eden insan tutunduklarını engel olmaktan çıkarabilir ve bu sayede tutunduklarından manalı bir hayat devşirebilir.
Oğuzhan Yılmaz

