Şekersiz Çay – 4

34. Bardak

İnsanın dert sahibi olması için illa aşka müptela olması gerekmez. Bazı dertler vardır ki kendiliğinden gelir ve baş köşeye kurulur. Nedensizdir, öncesiz ve sonrasızdır. Ne gelirken ben geldim ne de giderken ben gidiyorum der. Bir bakarsın var, bir bakarsın yok. Hal böyle olunca kelimeler de anlamını yitirir. İstesen de konuşamaz olursun. Bir şarkı ya da şiir açarsın, o yüreğinle, ruhunla konuşmaya başlar, sen de karşılarına geçer ve seyredersin, hissedersin. Olan biten budur işte.

35. Bardak

Ey okur; Farsça bir şarkıda şöyle sesleniyordu şair sana “Şu iki günlük dünya, rüya ile uykunun arasında geçip gidiyor. Hadi barışalım ki bahar yeniden çiçek saçsın.”

36. Bardak

Bildiğimiz bazı gerçekleri çoğu zaman saatlerce ya da sayfalarca anlatmaya çalışır ve sonuçta da başarısız oluruz. Sonra birisi çıkar ve bizim bir kitapla yapamadığımızı bir satırla yapar. Bizi bir şarkıyla, bir dizeyle vurur. Tıpkı Yunanca bir şarkıda dendiği gibi “Beni öldürdü çünkü onu seviyordum.”

37. Bardak

Hayat pişman olacak ya da birbiri ardınca düş kuracak kadar uzun değil. Yine pişmanlıklarla tükettiğimiz ömrümüzü uzun düşlerle, bitmek tükenmek bilmeyen umutlarla eritiriz. İnsan unutan ama hep umut eden bir varlık. Belki de o yüzden Sadi Şirazi’nin dediği gibi “Bir ömür daha lâzım bize, zira bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik.”

38. Bardak

Yokuşun başında sanki zamanın kıyısında durur gibi duruyordu. Dudaklarının arasında o meşhur Uzun Samsun… Yarısı içilmiş, sönse mi yansa mı karar verememiş, arafta kalmış bir köz. Bunu bir tiryakilikten ziyade, maziden kalma bir vefa borcu gibi taşırdı. Aralık ayının o insanın içine işleyen ayazında, dumanı tüten çayından başını kaldırıp yüzüme baktı. Alnındaki çizgiler, sigaranın isiyle daha da derinleşmişti. Sesi, o soğuğu değil, ciğerindeki yangını faş edercesine çıktı: “Sen bakma bana… Bugün kahkahayla süslediğim şu acıya, vaktinde kırk gece ağlamışlığım var benim.”

39. Bardak

Düştümse sana düştüm dedi. Sonra gözlerini toprağa çevirdi ve su gibi döktü kelimelerini “Çiçek bile solarken kendi dalına eğilirmiş.”

40. Bardak

Bu kadar gürültünün içinde hangi şarkıyı söyleyeceksin ve sesini kime duyuracaksın. İnsan, artık her şeyi ve her yeri talan eden bir varlığa dönmüşken… Üzerinde basa basa gezdiği bahçede, “ne bahar kalmış ne de çiçek” diye çığlıklar atıyorken.

41. Bardak

“Beddua, aslında insanın kendisine ettiği bir duadır. Zira o duada önceki sen vardır. O yüzden beddua etme…” dedim. Artık ağlayamayan gözleriyle baktı ve dedi ki “Beddua etmiyorum, kırılsın kanatları da demiyorum. Ama uçup gittiği her yer ona gurbet olsun…”

42. Bardak

Sır sahibi olmak, sırra vakıf olduktan sonra onu saklamak herkesin harcı değildir. Aşikâr kılmak ise en kolay olanı. Unutma, eğer sır gibi seversen muradın gerçekleşir. Zira tohum bile toprağa gizlendiğinde yeşeriyor.

43. Bardak

Bu çağın insanının en büyük hastalığı acıyı derinlemesine hissedemeyip onu bir tiyatroyu seyreder gibi seyretmesi. Çünkü insan derinliğini kaybedip sığlaşınca acıyı hissetmek zahmetli, uzaktan izlemek ve yorumlamak ise konforlu oluyor. Nihayetinde sonuç görünürdür ve tüketilmesi kolaydır. Sebep ise gizlidir, anlaşılması zahmet ve tecessüs ister. İnsanın ruhî olarak yaşadığı kırılmalar da bu sığlıktan nasibini alır. Belki de sosyolojik körlük diyebileceğimiz bu durum yüzündendir bir insan acıdan delirdiğinde diğer insanlar onun acısını değil, deliliğini konuşurlar. O zaman sen yürümeye devam etmelisin, nasıl olsa elinde taş olan taş, baş olan baş koyacak yoluna.

44. Bardak

Gerçek dediğimiz mefhum, kalabalıkların üzerinde uzlaştığı sığ bir mutabakattan mı ibarettir? Şayet öyleyse, “akıl” ve “delilik” kavramlarını sil baştan tanımlamamız icap etmez mi? Zira akıl sağlığını “toplumsal mutabakata körü körüne uyum” olarak kabul edersek, bu uyumu reddeden yahut onu sağlayamayan her zihni “deli” yaftasıyla mahkûm etmiş oluruz. Lâkin insan zihni, bazen modern tıbbın “ide fix” (sabit fikir) diyerek basitleştirdiği bir odaklanma haliyle, dış dünyayı yeniden kurgular. Kimileri buna tıbbi bir bozulma diyebilir fakat bu hal, delilikten ziyade, şuurun tek bir imge tarafından topyekûn işgal edilmesi ya da ele geçirilmesi değil midir? Kişinin o “müşterek akıl” ile bir kavgası yoktur lâkin algı mekanizması, dış dünyadaki soğuk nesnelere, zihnindeki o baskın ve yakıcı sureti giydirir. İşte burada sormamız gereken asıl soru şudur: Yaşanan şey nesnel gerçekliğin reddi midir, yoksa “kişisel hakikatin” maddeye galip gelmesi ve bir elbise gibi ona giydirilmesi midir? Çöllerde baktığı her yerde Leyla’yı gören Kays, “Deli olmadığıma milyon şahit bulabilirim ama baktığım her yerde seni gördüğüme de yemin edebilirim” dese aslında bir hezeyanı değil de fiziğin metafizik karşısında diz çöküşünü ilan etmiş olmaz mı?

45. Bardak

Hız ve hazzı putlaştıran modernite ruhumuzu işgal ettiğinden beri, insanın en büyük kâbusu “ümitsizlik” oldu. Yeis adıyla karşımıza çıkan bu illeti, modern psikoloji ontolojik bir sancı gibi sunsa da bu, hakikatte modern zihnin ürettiği sunî bir korku tünelinden, bir vehimden ibarettir. İnsan, garip bir gafletle henüz yaşanmamış bir geleceğin korkusunu, geçmişin enkazı üzerinden devşirir ve kendi elleriyle ördüğü o yeis zindanına hapsolur. Oysa dün, hükmü bitmiş bir mazidir, yarın ise henüz açılmamış bir kutudur. Hakikatse sadece şu andadır. Nefes alınıyorsa oluş bitmemiş, kalem hâlâ yazmakta, mürekkep kurumamıştır. Dolayısıyla insanın kendi akıbetini karanlık görmesi, gaybı bilme iddiası taşıyan cüretkâr bir cehalettir. Bu yüzden insanın ümidini yeis ile takas etmesi, akıl tutulmasıdır. Zira mutlak hüsran, kaderi ilâhî bir mühürle kapatılanlara mahsustur. Şunu aklından çıkarma: Eğer sen Ebu Leheb değilsen, senin için inmiş bir Tebbet suresi de yok demektir. Bu yüzden ümitvar olmak bir tercih değil imanın gerektirdiği kaçınılmaz bir duruştur.

46. Bardak

İnsan, kendi zihinsel yankısını ötekinin sesi sanmakla maluldür. Birini aklından çıkaramamanı, “onun da seni düşündüğüne” yormak, insanın en hazin tesellisi, en tatlı yalanıdır. Oysa ortada ne bir telepati ne de efsunlu bir gönül bağı vardır. Olan şudur; insan zihni, her zaman yarım kalmışa, eksik bırakılmışa, tamamlanmamışa meftundur. Bu vuslat çağrısı değil, kapanmamış hesabın huzursuzluğudur aslında. Çünkü fıtrat kanunudur; ruh, şifayı bulduğu yere değil, kendini yaralayan yere dönmeye meyillidir.

Davut Bayraklı

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • 46. bardak , 03/12/2025

    peki ruhun şifası yaralandığı yerdeyse?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir