
20 Ekim 2025 Pazartesi
İki alem arasında kalmış gibiyim. Ne bütünüyle varlık âlemindeyim, ne de mana âlemine geçebiliyorum. Hayatın anlamını görmek için kalbimi, olan biteni anlayabilmek için aklımı zorluyorum. Ama bazen ne akıl işe yarıyor ne kalp. Geriye sadece yorgunluk kalıyor. Bir de dua etmeyi unutmamaya çalışan bir ruh.
Bu aralar kökleri derine inmeyen çınar ağacıyım. Toprağım yorulmuş, suyum çekilmiş. Yapraklarım tek tek dökülüyor. “Yeniden filizlenir miyim?” bilmiyorum, baharı bekleyecek gücüm var mı, onu da… Kuruyorum sanki. Rüzgarla dostluğum çoktan bozuldu.
Oysa Ahmet Hamdi Tanpınar, “Fırtınaya karşı yaprak değil, kökünü toprağın derinliklerine salmış olan çınar dayanır.” demiyor muydu?
Günün aydınlanmasına birkaç saat kalmıştı ama hastanenin içi hâlâ insan kaynıyordu. Birbirine yaslanmış hasta yakınları, yan yana dizilmiş sedyeler. Ayakta güçlükle durmaya çalışan hastalar…
Sensörlü kapının önünde durdum. Algılamasını bekledim. Kapı açılır açılmaz içeriye girdim. Keşke makinelerin dili olsaydı da bana cevap verseydi. Kimlere hayat verdiğini.
Beyaz bir ışıkla aydınlanan uzun koridoru geçince ahşap renkli kapılar karşıladı beni. Sağdaki ardına kadar açıktı. Yatağında yatan beyaz saçlı teyze ve yanındaki refakatçi olduğu gibi görünüyordu. Hemen karşısındaki kapı ise sımsıkı kapatılmıştı. Sanki ses bile duymak istemiyorlardı. Koridorun biraz ilerisindeki kapı ise yarı aralıktı. Aralıktan süzülen ışık huzmesi güzel bir açı oluşturuyordu.
Tam ışığa doğru yürürken bir anda duyduğum hemşire sesi; “O odada ağır enfeksiyonlu hasta var, fazla dolaşmayın oralarda.”
Bazı gerçekleri bilmenin kimseye faydasının olmadığını gördüğüm günlerden geçiyorum. En çok da böyle yorgun düştüğüm anlarda ortaya çıktı yüzleşmeye korktuğum gerçekler.
Bir zamanlar her pazartesi benim için sıradan bir gündü. Aynı yol, aynı masa, aynı yüzler… Hep aynı tekrar. Rutinler sıradandı benim için. Oysa şimdi babamın hastane odasında geçen günlerimde, o sıradan düzeni özlüyorum. Meğerp sendrom değilmiş, şükretmeyi unuttuğum bir rutinimmiş.
21 Ekim 2025 Salı
Salı sabahı umutla başladık güne. Babama yeni bir işlem yapılacaktı, gece boyunca bir şey yemedi narkoz alacağı için. Tüm hazırlıklar yapılmıştı. Ameliyathaneye kadar eşlik ettim, içimden sürekli dua ederek.
Ama sonra öğrendik ki işlem iptal edilmiş. Bir an için dünyamız karardı. Bütün o hazırlık, bekleyiş boşunaydı. “Salı sallanır” derlerdi ya, meğer haklıymışlar. Her şey planlandığı gibi gitmiyor, anlıyorum.
Doktorların çok fazla kalesi var. Kendilerini hasta yakınlarından korumak için etraflarına kaleler örmüş gibiler. Sanki hastanın soracağı her türlü soruya kendilerini kapatmışlar.
Bir girdabın içinde debelenip duruyoruz. Anlaşılmak…
Ne büyük bir özlem bu, ne yorgun bir çaba. Çırpınışlarım bazen kâğıda dökülüyor, bazen içimde kalıyor. Yazarken bile aslında bağırıyorum. Ama kim duyacak? Herkes kendi dünyasında. Kelimeler kimi zaman sızımızı anlatır, kimi zaman başkasının yarasına tuz olur. Ne yazsam eksik kalıyor ne yazmasam içimde kalıyor. Aynı dili kullansak da acılara aynı yerden bakamıyoruz. Hiçbir duygumuz başkaları tarafından tam olarak anlaşılamıyor.
Bazen öyle anlar geliyor ki anlatmak bile yük oluyor. Yazarken bile birine değil, sanki kendime sesleniyorum. Herkes kendi yarasının diliyle dinliyor zaten. Kimse kimsenin acısına tam tutunamıyor. Belki de kimse kimseyi tam anlamıyor. İçimde susmakla patlamak arasında sıkışmış bir yer var. O sıkışmışlığın tam ortasında babam sesleniyor; “Hayatın bize verilen bir emanet olduğunu, onu taşımayı öğrenmem gerektiğini,” söylüyor.
22 Ekim 2025 Çarşamba
Bir gecenin içinde sabahı zor bulduk. Herkesin penceresi kadardır ay ışığından nasibi.
Bardağın içinde ne varsa dışına o sızar. Hal olarak sızar, kelam olarak sızar, durduramazsın artık. Doldukça taşar. Sağlığını kaybetmiş kişi de hastalığını anlatır hep. Hem de kimsenin merak bile etmediği en ince detayına kadar.
O sabah babama idrar söktürücü verdiler. Bütün vücudu ödem toplamıştı. İlacın etkisiyle beş dakikada bir tuvalete gitmek istiyordu. Her seferinde yetişemedik. Hem utanıyordu hem de yoruluyordu. Bir yandan utanmasın diye çarşaf değiştiriyor, diğer yandan gözlerimi kaçırıyordum. “Çarşamba çarşafa dolandı” derdi eskiler, ben de dolandım çaresizliğin çarşafına. Sabrım, sevgim, insanlığım da dolandı birbirine.
Haftanın ortası neden hep karmaşadır? Belki de dünya, rahatlık arayışını değil, razı olmayı öğretmek için var.
23 Ekim 2025 Perşembe
Aynı sıkıntıların pençesinde kıvranıyoruz. Her birimiz farklı bedenlerde, farklı hikayelerde, aynı acının başka dillerde söylenmiş haliyiz. İsveç’te bir anne, Almanya’ da bir işçi, Anadolu’nun küçük bir kasabasında yaşayan yaşlı bir amca aynı sorularla boğuşuyor. Dünya üzerindeki milyonlarca insan aynı gökyüzüne bakıyor, aynı yaratana dua ediyor, ama her biri kendi içinin fırtınasında savruluyor. Benzer şeylerle dertleniyorlar aslında. Biri psikoterapi alarak, diğeri çalışarak, bir başkası susarak baş etmeye çalışıyor sorunlarıyla.
Odaya yeni bir hasta getirildi. Seksen dört yaşında bir amca. Yanında eşi vardı. Hemşirelerle konuşurken kadın birden, “Mezarı bile hazır dedenin, evin karşısına gömeceğiz,” dedi. Korkmuyordu ölümden, sevdiğini toprağın altına değil, evin karşısındaki mezarlığa koymak istiyordu. Her sabah kalktığında pencereden bakarken onun varlığına bakmak istiyordu.
Perşembe perişandı; ama o kadının gözlerinde bir teslimiyetin huzuru vardı. Benim içimde ise kabullenmenin ne kadar zor ama ne kadar gerçek bir şey olduğunu fark etmenin sarsıntısı.
Sonra düşündüm. Biz insanız ya, başkasının ölümü üzerine konuşmakta ne kadar ustayız. Kendimle yüzleştim o an. “Ben olsaydım,” dedim, “ben nasıl karşılardım ölümü?” Hiçbirimiz hazır değiliz. Ama bir gün hepimizin hikâyesi sessizliğe varacak. İnsanın kendi ölümüne bakması, başkasınınkine baktığı gibi olmuyor. Başkasının sonunu konuşmak kolay. İki kelimeyle acıyı ölçüp biçiyoruz. Ölümü dışarıdan izlerken aklımızda cümleler çok düzenli, ama kalbimizle hissettiğimizde her şey dağınık, kelimeler paramparça.
Norveçli yazar Vigdis Hjorth, Postane Günlükleri adlı kitabında şöyle diyor; “Hepimizi eninde sonunda mezara gidecektik ve bizim uğraşımız bir örümcek ağında takılı olduğu halde, hâlâ hayatta olduğu için kurtulmayı uman sineğin uğraşından farklı değildi.”
Belki de hepimiz o ağda asılı duran sineğiz. Yaşamakla ölmek arasında kurtulmayı uman, ağın içinde çırpınan.
24 Ekim 2025 Cuma
Her mevsim çiçek açmamız gerektiği söylendi bize, öğrettiler bunu kitaplarda, masallarda şiirlerde. Ama hayat o düzenli bahçeler gibi değil. Bazen toprak kurur, güneş saklanır bulutların ardına. Duygularım ve hislerim kendi mevsimini bekleyen bir çiçek gibi, ne zaman açacağını bilmiyorum. Sabırla bekliyorum. Bazı yolların, gözyaşlarıyla ıslanırsa çiçek açacağını öğrendiğim yaştayım.
Sabahtan beri düşünmemeye çalıştığım her şey, sanki bir yerlerde beklemiş de şimdi hep birlikte üzerime çullanıyor. Zihnimin dehlizlerinde dolanıyor düşünceler. Yavaş yavaş, bir düşünceden diğerine savrularak yürüyorum hastane koridorunda. Herkes neşesiz, herkes kaygılı…
Kusursuzluk yükü o kadar ağır ki, bize sürekli yüklenen güçlü olma hali, iyi olma mecburiyeti altında ezilip kalıyoruz. Oysa insanız. Bazen sabrımız tükenir, bazen yorgun düşeriz, bazen geceler boyu uykusuz kalırız. Bazen herkese meydan okuyacak bir güç hissederiz içimizde, bazen de tek bir haber yeter bizi yerle bir etmeye. İnsanız çünkü. Sınanırız, üzülürüz, yoruluruz, değişiriz, dönüşürüz.
Belki babamın handikabı da buydu. Fazla güçlü görünmek zorunda kalması. Birçok baba gibi, duygularını bastırmak, yorgunluğunu saklamak, dayanıklı olma rolüne sıkışmak zorunda kalmasıydı.
Cuma sabahı odanın havası bile değişmişti sanki. Günlerdir yağan yağmur yerini güneşe bırakmıştı. Babamın ateşi düşmüş, enfeksiyon gerilemişti. Doktorlar o gün serum takmadı. Kolları ilk kez serbestti. Morluklarla dolu ama özgür. “Bugün iyiyim” dedi. Cumanın bereketi, odanın içine dağılmıştı. Cuma sadece haftanın değil, kalbimizin de şifa günü olmuştu. Birlikte nefes aldığımız, birlikte hafiflediğimiz bir gündü. Uzun bekleyişin içinde küçük bir mucize gibi.
25 Ekim 2025 Cumartesi
O gün hemşireler babamdan kan almaya çalıştı. Kollarında, ellerinde, bileklerinde hiçbir damar görünmüyordu artık. Vücudu ödemle şişmişti. İğneler birer birer denendi. Sonunda, mecburen kasığından almak zorunda kaldılar. Babamın yüzüne baktım, gözlerini kapattı, sesi çıkmadı ama utancını hissettim. Yutkundu. Bir ayı geçmişti hastanede, damarından çok onuru incinmişti sanki.
“Edep” derdi hep, “İnsanın içindeki sessiz takva” O perde o gün biraz yırtıldı.
Cumartesi karışık geçti. Cuma gününün huzuru cumartesi sabahına dayanamadı. Hayat bir günlüğüne verdiği nefesi geri aldı sanki. Hastane sessizdi. İnsan en çok güçsüz kaldığında güçlü görünmeye çalışıyordu.
Koridorlarda yürürken garip bir duygu sardı içimi. Babamı çocuğum gibi hissettim. Sanki düzen terse dönmüştü. Küçükken ben hastalanınca başımda bekler, ateşim çıkınca telaşlanır, hemen hastaneye götürürdü. Şimdi aynı telaşı ben yaşıyordum. Aynı sahne ama roller değişmişti. Geçmişe prangalı ayaklarla yürüyordum.
Bütün benliğimi sarmış, kökü çok derinlerde bir çocukluk vardı içeride. Arada sırada köpüren vicdanımın gazını almak da bana düşüyordu artık. İnsan bir yandan bedenin sınırlarını, diğer yandan onurun ne kadar derin bir yerden incinebileceğini görüyordu. İnsanın en savunmasız halinin tanığı olmak çok acıydı. Kemale giden yol acıdan geçiyor.
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı’nda şöyle diyor; “İçimde canımı yakan adını bilemediğim bir duygu var.” İşte o duygu gecenin en sessiz anında, ansızın gelip oturuyor yanıma. Belki de insan en çok sevdikleriyle sınanıyordur.
26 Ekim 2025 Pazar
Bu pazar, haftanın bütün yorgunluğunu verdiği haberle alıp götürmüştü. Doktor az önce geldi. “Taburcusun amca” dedi. Babamın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Sanki uzun bir kıştan çıkıp güneşi görmüş gibiydi. “Evde bir hafta dinlendireceğiz seni, bir hafta sonra tekrar yatış için geleceksin amca” dediler. O cümle, sevinçle kaygının birbirine karıştığı bir sesti. Eşyaları toplarken yatağın kenarında bir ayın izleri kaldı. Serum lekeleri, morarmış damarlar, yorgun bir bedenin yatak izleri…
Her yer o kokuyla kaplanmıştı. Yüzüm, saçlarım, bedenim, işyerim, hatta düşüncelerim bile hastane kokuyordu.
Pencereden şehri izliyorduk. Sisler içindeydi Kocaeli. Pazar artık bir keyif günüydü. Biraz sisli ama çokça şükür dolu. Şimdi bir zakkum ağacının gölgesinde, dumanı üstünde demli bir çayın kokusu geldi burnuma. “Babam şu karanlıktan bir kurtulsa,” dedim içimden. “Belki torunları, evlatları çıkarır onu bu hastalık kuyusundan.” Ilık ılık esen meltem rüzgârı alıp götürecek dertlerini. Yaşamı anlamlı kılma sanrıları bunlar.
“Bu da geçer Ya Hu!” dedim sonra. Hastalık Allah’ın sevdiği kullarına bir imtihanı bazen de gizli bir ihsanıydı. Hikmetinden sual olunmazdı Yüce Mevla’nın.
Sisin dağılmasını umut ederek hastane koridorlarında yürümeye başladık. Hastaneden kuş gibi hafifleyip çıktığımızda, mitolojide yeniden doğuşu simgeleyen yusufçuk böceği kondu babamın omzuna. Sanki görünmeyen bir el tutuyordu. Belki de Mevlânâ’nın sözünü ettiği o mana aleminden kısa bir misafir gelmişti. Belki de iyileşen bedeni değil ruhuydu babamın. Bizde onunla birlikte çıktık hastaneden. Sanki asıl taburcu olan ruhumuz, bedenimizden önce iyileşmişti. Allah kuluyla konuşuyor biliyorum, hissediyorum. Yeter ki işaretleri okumayı öğrenelim.
Hayat bazen hastane koridorunda, bir yusufçuğun kanadında anlatıyor bize hiçbir acının kalıcı olmadığını. Mana âlemini bulmak için mutlaka gönül ışığını yakmak gerekir. Kimse ölüme hazır değil bu hayatta. Ölmek için henüz erken baba. Sahi… Dünyada rahatlık var mıdır?
Aynur Macit

