
Doç. Dr. Peyami Safa Gülay ile, son kitabı “Filozoflar Ne Diyor, Felsefe Ne İstiyor?” hakkında derinlikli bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifle okuyacağınızı umuyoruz.
***
Felsefenin ilginç değil normal bir şey olduğunu, belki de dünyanın en normal şeyi olduğunu göstermeyi hedeflediğiniz “Filozoflar Ne Diyor – Felsefe Ne İstiyor?” kitabınız öncelikle hayırlı olsun? Peki insanlar neden felsefenin ilginç bir şey olduğunu düşünüyor?
Çok teşekkür ederim, inşallah hayırlı olur. Bu soruyu kitapta kısmen cevaplıyorum: Çünkü insanlar olarak felsefeyle ilgilenmenin getireceği mesuliyetleri üstlenmek istemiyoruz. Felsefenin sorularını sadece özellikle felsefeyle ilgilenenlere hitap eden sorular olarak değerlendirdiğimizde, bizimle alakası yokmuş gibi yapmamız kolaylaşıyor. Hâlbuki organik, katkı maddesiz bir felsefe sorusu yoktur. Bir felsefe sorusu nihayetinde dini, ahlaki, estetik, politik ya da varoluşsal bir sorudur. Bu listeyi istediğiniz kadar uzatın, herhangi bir şeyle alakası olmayan, kendinden ibaret bir felsefe sorusuna ulaşamazsınız. Felsefe sorular icat etmez. Onları tevarüs eder. Hatta bu tevarüs bile keyfi değildir. İnsanlar bu soruları sormayı istemekten çok sormak zorunda kalmışlardır. Bugün insanın temel sorularıyla günlük hayatı arasındaki bağ dünyanın hemen her yerinde o kadar kopuk ki, felsefeyi ilginç bir şey ilan etmeyi de kimse garipsemiyor. Yani mesela bir yerde “Neden varım, neyi nasıl yapmalıyım, nereden geldim ve nereye gideceğim, iyi, doğru ya da güzel olanı neden isteyeyim?” gibi sorular sorsanız ortamda sitcom tadında bir sahne oluşur. Sizi duyan insanlar çok az sayıda mustarip insanın tutulduğu bir hastalığa, felsefe hastalığına tutulduğunuzu, bu sebeple “anlamsız” sorularla uğraştığınızı düşünürler. Kitapta, bunun bana ne kadar garip geldiğini ve herkese de garip gelmesi gerektiği kanaatinde olduğumu anlatmaya çalışıyorum. Eğer felsefe ilginç bir şeyse, bu soruları sormak da ilginç demek ki. Bana sormamak ilginç geliyor ve bunun kişisel bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Neden dünyada olduğumuzu, iyiyi, güzeli, doğruyu neden arayacağımızı sormak mı yoksa sormamak mı daha ilginç? Soruya “felsefe sorusu” etiketini yapıştırmadan, sakince, bu haliyle bakarsak, belki anlatmaya çalıştığım şey daha iyi hissedilebilir. Fakat benim iddiamda bir şey daha var tabii: Bunu kasten yapıyor oluşumuz. Yani biz eğer felsefenin ilginç bir şey olduğuna gerçekten böyle düşündüğümüz için değil de onunla uğraşmamak için inanıyorsak, bunun için yapılabilecek bir şey yok.
Felsefe teoriyle uğraşan, pratikten haberi olmayan bir disiplin midir?
Felsefe elbette teorik bir faaliyet. Özellikle sonuçlarını kısa süre içinde göremeyeceğimiz bir şey olmasıyla… Bana göre felsefe geçmişi anlayan tarihi bir faaliyet olmaktan çok geleceği iyileştirmeyi isteyen kurucu bir faaliyet. Bu yönüyle de yine teorik bir şey. Fakat felsefenin bu teorik yönünün pratik olanla bir karşıtlık içerisinde düşünülmesi doğru değil. İlk sorudaki tartışmayla alakalı bir şey bu: Pratik üzerindeki ciddi bir dönüşüm ancak teorinin kavranması ve sorgulanmasıyla mümkün. Mevcut durum daima teorik bir arka plana sahiptir. Bizim onunla ilgilenip ilgilenmememiz bu durumu değiştirmez. İşte mevcut olanın bu tarafıyla ilgilenmek ve ona müdahale etmek gibi bir niyetimiz varsa, felsefenin teorik işçiliğine muhtacız. Felsefe budur: Bir şeyi daha iyi yapmak için onun mevcut haline müdahale eder. Bir şey nasıl daha iyi olur? Bu oldukça karmaşık ve şahsi bir mesele. Fakat hangi dünya görüşüyle ele alırsanız alın, mevcut olanı ne hale getirmek isterseniz isteyin, teorik kısmıyla ilgilenmediğiniz bir şeyin pratik tezahürlerini kavrayamaz ve değiştiremezsiniz. Demek ki bırakın pratikten haberdar olmamayı, pratiği belirleyen bir şey olarak bile değerlendirebiliriz felsefeyi. Bu hata, yani felsefeyi pratikle ilgisi olmayan teorik bir disiplin olarak değerlendirme hatası, sorunlu bir felsefe kavrayışından kaynaklanıyor. Bu kavrayışa göre felsefe salt bir düşünce faaliyetidir. Daha anlaşılır haliyle, bir şeyler üzerine düşünmek demektir. İyi de, bunu niye yapar? Sanki bu sorunun cevabı yokmuş gibi düşünürüz. O sebeple ben “felsefe soru sormaktır, sorularla ilgilenir, cevaplarla işi olmaz” gibi değerlendirmelere hiç katılmam. Hiçbir disiplin böyle bir şey yapmaz. Hepsi cevaplarla ilgilenirler. Tarihleri, buldukları cevapların tarihidir. Felsefe iş görme biçimi itibariyle teorik bir faaliyettir. Fakat teorik olana yönelik bu ilgisinin temel sebebi pratiğin dönüştürülmesidir.
Birtakım pozitivist felsefe yaklaşımları, felsefenin bilimlerin geldiği nokta itibariyle görevini tamamladığını düşünüyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Felsefenin görevini tamamladığı iddiası başlangıçta bir tespit gibi görünüyordu. Doğa bilimlerinin şaşmaz kesinliği karşısında sorun çıkaran bir şey olarak felsefe, olsa olsa olgunlaşmamış bir proto-bilim olmalıydı. Fakat bugün artık bunun bir tespit değil, temenni olduğu rahatlıkla görülebilir. Felsefe giderek keskinleşip bilimleşmiyor, aksine bilimler şaşmaz kesinliklerini kaybediyorlar. Mantıkta, fizikte, matematikte en belirleyici tartışmalar, bu disiplinleri varsayılan kesinliklerinden uzaklaştıran tartışmalar. Daha açık söyleyelim: Böyle bir kesinliğin olmadığını gösteren tartışmalar. Popüler düzeyde devam eden bir görüş var: Kendi dışındaki bilgi türlerine kıymetini veren bir otorite olarak bilimsel bilgi. Hâlâ en medyatik hocalarımızın bir kısmı bu türden müşterisi hazır bilgilere yaslanabiliyor. Fakat bunun bir anlamı yok. Felsefenin görevi nedir ki, tamamlasın? Felsefe insani tecrübenin, yaşantımızın anlamlandırılması ve daha iyi hale getirilmesiyle ilgilenir. Bu görev nasıl tamamlanacak? Bu tür dar görüşler, yine felsefeyi bir yere sıkıştırmayı, işimize çok fazla karışamayacak hale getirilmesini arzulayan görüşler. Klasik felsefenin temel disiplinlerinden birini, metafiziği baz alın ve onun bir sorusunu düşünün: Bir şey aslı itibarıyla nedir? Soru bu haliyle ve yine hatalı felsefe kavrayışımızdan dolayı oldukça karikatür duruyor. Fakat mesela yapay zekâ teknolojileriyle, çiplerle, robotikle ilk karşılaştığımızda hangi soruya dönüyoruz? İnsan nedir sorusuna. Çünkü bu soruyla hesaplaşmadan insan olanla olmayan arasındaki sınırı çekemiyorsunuz. İnsan nedir sorusu da en alasından bir metafizik sorusudur. Öyle bilimin aydınlığı, olguların kesinliği gibi mitolojik inançlarla da halledemezsiniz. İşte halledemiyoruz.
Felsefe bir hakikat arayışı ise, bu hakikat denen şey nedir? Felsefe, bu hakikate ulaşmış mı yoksa yolda olma halini güzellemekle mi meşgul?
Caputo’nun Hakikat başlıklı kitabında güzel bir örnek var. Bundan birkaç yerde daha bahsettim, rastlayan olursa tekrar için kusura bakmasın: Evden güzel bir yürüyüş yapmak için çıkıyorsunuz. Bir süre sonra bir arkadaşınız arabasıyla yaklaşıyor ve camı açıp “istersen gideceğin yere bırakabilirim” diyor. Ne cevap vereceksiniz? Evet, gideceğiniz bir yer var. Fakat evden oraya bir an önce varmak için çıkmadınız ki. Tam tersine, yolun varana kadarki kısmını tecrübe etmek için çıktınız. Hakikat nedir sorusu esaslı bir soru, evet. Fakat cevaptan beklentimiz de problemli. Hakikat, basitçe, iyiyi istemek demek. Neyin iyi olduğunu düşünüyorsanız, hakikatiniz o oluyor. Pratikte de böyle değil mi bu? Hayatta farkında olarak ya da olmadan birkaç hedef belirliyoruz. Zamanı bunlara ulaşmak için harcıyoruz. Hakikat bu işte. Buradan sonrası, yani “şahsi olanın ötesinde, sadece beni değil, bütün insanları ilgilendirecek hakikat nedir?” sorusuyla birlikte artık felsefenin alanına girmiş oluyorsunuz. Fakat bu soruyu sormayı, yürüyüşe çıkma tecrübesiyle ilişkisi içerisinde değerlendirmek gerekir. Bir önceki soruda bahsettiğimiz “açıklık, kesinlik, aydınlık” gibi çağdaş mitlerimiz, bizde bir cevabın nasıl olması gerektiğiyle ilgili yanılsamalar yaratıyor. Nasıl bir şeydir cevap? Bir daha kendisine dönmemizi gerektirmeyecek, ebediyen doğru kalacak bir içerik bekliyoruz cevaplardan. Peki cevap kimin? Benim, yani bir insanın. Böyle bir şey olur mu? Hakikat meselesi de böyle. Hakikat kendisini isteyeceğimiz, istediğimiz için kendimizi düzelteceğimiz, bizi mevcut vaziyetimizle yetinmekten daima alıkoyan bir bilinçtir. Felsefe sadece sorularla uğraşmadığı gibi, yolda olma halini de güzelleme peşinde de değildir. Felsefenin yaptığı daha çok yolda olmaktan başka bir şey olmadığını, yolun dışı olmadığını göstermektir. “Felsefe sürekli soru soruyor, bir türlü cevaplara gelmiyor. Sürekli yolda, bir türlü varamıyor” gibi bir argüman varsa, argüman sahiplerinin cevapları nelerdir? Varılması gereken yer neresidir? Bunları bilmek isterim açıkçası.

Felsefe yapan insan ile hayatında felsefeye yer açmamış biri arasındaki fark, fark-ı azim midir?
Aradaki fark hayati. Herkes çalıştığı alanı önemseme eğilimindedir. Söyleyeceklerimin böyle anlaşılmasını istemem. Hatta bundan çekindiğim için bazen öğrenci arkadaşlara şöyle diyorum: İsterseniz buna felsefe demeyin, başka bir isim verin. Düşünmek deyin, tefekkür deyin, sorgulama deyin… Ne derseniz deyin. Fakat bu, hiç uzatmadan söylemek gerekirse, hayatımızı kendimize ait kılmanın, yani onu şahsi bir şey haline getirmenin imkânıdır. Bir şahsiyet meselesidir. Bir şeylere güzel, doğru, iyi diyorum. İyi ama, neden şunları değil de diğerlerini güzel, doğru ya da iyi buluyorum? Bunu hangi temele dayanarak, hangi kriterlerden hareket ederek yapıyorum? Hayatımız ancak bu sorulara verdiğimiz cevaplar bize ait olursa şahsi bir şey haline gelir. Sonuçta bu sorulara şahsi cevaplar üretmediğimizde de bir şeyleri güzel, doğru ya da iyi buluyoruz. Fakat o zaman hayatım bana ait, şahsi bir hayat olmuyor. Hayatı ithal ediyorum. Ne kadar acı bir şey olduğunu düşünebiliyor musunuz? Bir tane hayatımız var ve neyi, neden ve nasıl yapmamız gerektiğiyle ilgili çerçeve bize ait değil. Felsefe belki hayatı kusursuz bir doğrulukla yaşamamızı sağlayamaz. Bunu sağlayabilecek bir şey var mı, ya da insanın böyle bir kudreti var mı? O da başka bir tartışma. Fakat felsefenin yapabileceği çok önemli bir şey var: Hayatımızı şahsi bir şey haline getirmemize yardım edebilir.
İnsanın duyguları ile gerçeklikler arasına mesafe koyması mümkün mü? Bu uğraşta felsefenin yeri nedir?
Elbette mümkün. Fakat bunun bir mesafe olduğunu, bir kesinti, bir kopuş olmadığını bilmek kaydıyla. Duygularla araya mesafe koymak, bir ölçü meselesidir. Bir itidal meselesidir. Yoksa duyguları dikkate almamak değil. Böyle bir şey mümkün de değil zaten. Basitçe şöyle bir şey: Hoşuma gitmesine rağmen bir şey yanlışsa bunu kabul edebiliyor muyum? Hoşuma gitmese de doğruda doğru diyebiliyor muyum? Duygularla araya sağlıklı bir mesafe koymanın getirisi, bu ayrımları yapabilmektir. Çok büyük bir getiri bu. Duygularımızla aramıza mesafe koymak zor olmakla birlikte mümkündür ve bunu yapabilmek için de yine felsefeye müracaat etmemiz gerekir. Acizane, felsefeyi soğukkanlı bir düşünme biçimi olarak anlıyorum. Soğukkanlılıktan da bunu kastediyorum: Duygularımızla aramıza mesafe koyabildiğimiz bir düşünme biçimi. Felsefe buna, duyguları değil düşünceyi merkeze alan işleyişiyle yardımcı oluyor. Zaten eğer bir şeyle ciddiyetle ilgileniyorsanız, fark ettiğiniz şeyler nadiren hoşunuza gider. Nadiren bir konfor alanı sağlar. Bir şeyi anlamaya, derinlemesine kavramaya çalışma gayretinin sonucu çoğu zaman rahatsız edicidir. Çünkü bir sürü şeyi bilmediğimizi, yanlış bildiğimizi, işimize geldiği için belli şekilde anladığımızı fark ederiz. Eğer bu fark edişle başa çıkabilir, bu hassasiyeti bir meleke haline getirebilirsek duygularımızla aramıza mesafe koyabildiğimiz bir düşünme biçimini hayata geçirebiliriz. Fakat tekrar edeyim: Duygusuz değil, mesafeli bir düşünme biçimi bu.
Filozoflar, kendilerinden önce yapılmamış neyi yaptılar ki bu yapılan şeye yeni bir isim (felsefe) takmak gerekti?
Sorunun teknik cevabı, bir disiplin olarak felsefeye sistematik ilgisi olanların bildiği bir cevap: İlk filozof denilen kişiler doğanın doğal bir açıklamasına yöneliyorlar. İkincisi, bilgiyle pragmatik bir amaç için değil, kendisi olduğu için ilgileniyorlar. Bu sebeple bilgeliği seven anlamına gelecek şekilde, filozof oluyorlar. Bu klasik hikâyeye tümüyle yanlış dersek haksızlık ederiz. Antik Yunan’da (ki onlara Yunan mı diyeceğiz yoksa Grek mi, meselesi de başka bir tartışma. Nitekim felsefe Antik Yunan’da başladı derken kastedilen coğrafya bilindiği üzere bugünkü Aydın sahilleri civarıdır) bugün felsefe dediğimiz şeyle organik bağı olan gelişmelerden elbette bahsedilebilir. Fakat ne olursa olsun pürüzsüz bir açıklama değil bu. Doğanın doğal açıklamasına yönelme meselesi genellikle mitolojik açıklamalardan rasyonel açıklamalara geçiş anlatısıyla desteklenir. Meşhur mitostan logosa geçiş tartışmasıdır bu. Fakat ilk filozofların düşünceleri, hatta bugüne ulaşan metinleri tümüyle mitolojik arka plana yaslanırlar. Bu uzun bir tartışma. Fakat şu kadarını söylemek gerekiyor: Felsefenin başlangıcı meselesine yoğunlaşan en son çalışmalara baktığınızda, bu başlangıçla batı felsefesi arasındaki ilişkinin 18 ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan ırkçı tarih yazımıyla ilişkisini görüyorsunuz. Zaten bu tarih yazımı tartışmasına bakmadan disiplinlerin ne tarihi ne de bugün onlardan neden belli şeyleri anlıyor olduğumuz anlaşılamaz.
Filozof Thales’ten önce rasyonel, argümana dayalı ve derinlemesine bir düşünce yok muydu? Varsa neden felsefe hep milattan önce 600 tarihinden ve Milet’ten başlatılıyor? Felsefe tarihini Thales’le başlatma geleneği neyin ürünü sizce?
Bir önceki sorudaki meseleyle bağlantılı bir şey bu. Oldukça yerinde bir soru: Felsefeyi böyle tanımladığımız varsayalım: Rasyonel, argümana dayalı, derinlemesine bir düşünce. Öyleyse nasıl bir yerde, birkaç adamla başlamış olabilir böyle bir şey? Bu değerlendirmeye göre Thales’ten önce böyle bir şeyin olmadığını söylememiz gerekir. Böyle bir şey olur mu? Dahası, hangi rasyonalite bu? Bugün çok cazip, büyülü bir kavram rasyonalite. İyi ama mesela “Anaksimandros rasyonel bir düşünür” dediğimizde acaba neyi kastederiz? Anaksimandros rasyonel düşündüğü zaman nasıl düşünmüş olur? Mesela hâlâ içinden çıkamadığımız apeiron meselesini bugünkü rasyonalite ile nasıl izah edeceğiz? Bunlar bana çok peşin değerlendirmeler gibi geliyor. Kendi döneminden kalan metinlerde bile Thales’ten ilk filozof olarak bahsedilmediğini biliyoruz. Biraz önce bahsettiğimiz tarih yazımına kadar da böyle bir şey yok. Dolayısıyla bu geleneğin başlangıcını da söylemiş oluyoruz. Biraz provakatif olmak adına şöyle söyleyeyim: Felsefe Thales ile başlar, çünkü bu başlangıç rönesansla birlikte Avrupa kültürünün kaynağı ilan edilecektir. Dolayısıyla beyaz ve batılı bir başlangıç gerekir. Artık ne kadar batılı ya da beyazdır, bahs-i diğer.

Felsefe ile din çelişir mi? Bu bağlamda felsefenin rasyonel, dinin ise teslimiyete dayalı olduğu iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz? Yahut şöyle de sorabilirim: felsefe rasyonel, din irrasyonel midir?
Malumunuz, bu karşıtlığın da artık bir anlamı kalmadı. Ama elbette yine müşterisi çok olan bir karşıtlık. Önce tarihi serüvenden bahsedelim: Felsefe tarihinde felsefe ile dinin doğrudan ilişkilendirilmediği süre, ihmal edilebilecek kadar kısadır. Felsefenin paradigmatik bağlantı alanları vardır. Yani temasta olduğu, sorularını tevarüs ettiği, gerilim ve çatışmalarla birlikte var olduğu alanlar. Din belki de bunların en önemlisi. Dolayısıyla bu ilişki bir karşıtlık ilişkisi değildir. Daha da ileri gidelim: Bu iki alan birbirlerine karşıt olduklarında bile ilişkilerini kesmezler. Dolayısıyla felsefeyle dini bir arada barınamayacak iki alan olarak değerlendirmek, ancak politik bir bagajla mümkündür. Ya da elbette bilgi eksikliğiyle. Teslimiyet meselesine gelelim: Bu konuya da değinmeye çalışıyorum kitapta. Gerçekten bir şeye teslim olmak kolay mı geliyor böyle düşünen insanlara? Yani teslim olmayıp düşündüğümüzde zor bir şey yaptığımız ama teslim olduğumuzda düşünmediğimiz, bu sebeple de kolay bir şey yaptığımız sonucunu mu çıkarmak gerekiyor? Tamamen yanlış bir değerlendirme bu. Eğer her şeyi olduğu gibi kabul etmekten bahsediliyorsa o ne teslim olmaktır ne de nitelikli bir inanma biçimidir. Bir şeye inanmak, teslim olmak temelde hayatınızı o şeye göre düzenleyeceğinizi beyan etmek anlamını taşır. İnsanlar sizi bu beyana göre değerlendirir, takdir eder ya da eleştirirler. Hayatınız bundan ibaret olur. Hayatınızda sadece bu olur, anlamında değil. Hayatınızda her ne varsa, teslim olduğunuz şeye referansla vardır. Şimdi böyle bir şeyin düşünmeden, kolayca yapılabileceğini mi söylüyoruz, teslimiyet kolaydır, derken? Bu kolaycı bir değerlendirme. Hak ya da batıl, bir şeye teslim olmak müthiş bir risk almak demektir. Açıkçası bana düşünmekten daha zor gelen bir şey bu. Rasyonel-irrasyonel karşılığı ise meselenin en eğlenceli kısmı. Kabaca şu kastediliyor: Felsefi bilgi rasyonel olarak ispatlanmış, dini bilgi ise ispatlanmamış bir bilgidir. Böyle bir değerlendirmeyi ancak meseleye belli bir kasıtla bakıyorsak ciddiye alabiliriz. Aksi takdirde, çok demode bir değerlendirme bu. Hangi rasyonaliteden bahsediliyor? Felsefi rasyonalite ise, o nedir? Hadi onu bulduk diyelim. Dini bilginin neden bu rasyonalitenin şartlarını taşıması gerekiyor? Eğer bilimsel rasyonalite kastediliyorsa, o nedir? Ve yine, neden dini bilginin bu rasyonalitenin sınırlarına riayet etmesi gerekiyor? Bir şeyi not etmeme müsaade edin: Cevaplarım yer yer hadsizliğe varıyor olabilir. Rahatsız edici ise özür diliyorum. Fakat bunu kasten yapıyorum. Çünkü bazı tartışmaları artık geçmemiz, onlara geri dönmememiz gerekiyor. Felsefe, bilim, din… bunlar sıklıkla kesişen fakat birbirlerinden çok ciddi farklarla ayrışan ayrı ayrı alanlardır. Kendi rasyonalitelerine sahiptirler. Her biri pek çok ayrı uzmanlığı gerektiren ilmi meselelerdir. Bir çırpıda “şu rasyonel, bu değil” diyerek tasnif edebileceğiniz şeyler değildir. Evet, bu tür popüler değerlendirmelerin medyatik karşılığı çok fazla. Dolayısıyla mücadele etmek de güç. Ama en azından kendi çapımızda bu tür değerlendirmelerin zayıflığını göstermek gibi bir mesuliyetimiz de var.
Modernite ile değişen nedir? Neden hayatımızda bu kadar etkili…
Müsaade edin, buna kısa bir cevap vereyim: Değişen şey temel meselelere verdiğimiz cevaplar. Aslında daha önce değindiğimiz bir meseleyle, metafizikle ilgili cevaplar. Modernlikle birlikte insanın ne olduğu, dünyanın ve hayatın ne olduğu, doğrunun, iyinin, güzelin ne olduğu sorularına verdiğimiz cevaplar değişiyor. Çünkü cevap vermek için kendisine müracaat edeceğimiz kaynaklar değişiyor. Mesela hayat en az hasarla atlatacağımız bir badire mi, yoksa en çok kârla ayrılacağımız bir alışveriş mi? Kur’an’da da bahsedilen ticaretten değil, kapitalist anlamıyla bir alışverişten bahsediyorum. Bugün hayatı daha çok bu haliyle kavrıyor gibiyiz. Hâlbuki hayat, en az hasarla atlatmaya çalışacağımız bir badire gibi geliyor bana. Sanki böyle kavradığımızda hem haddimizi bilecek hem de her nefsi kendimizden üstün bilmeye yaklaşacakmışız gibi geliyor. Fakat diğer kavrayış bizi sürekli alışverişe, üstelik alışveriş ilişkisinin alacaklı tarafına sevk ediyor. Zannediyorum, hayatımızda neden bu kadar etkili olduğu sorusuna da bir cevap oldu bu.
Peki, felsefe bugün için bize ne söylüyor? Akademiye hapsolmuş ve hayattan kopuk bir izlenim veren felsefenin insanı erdeme ulaştırma iddiası bugün de geçerli mi?
Önce şunu söyleyelim: Felsefeden kurtuluş yok. Bunu ekmeğini kaybetmekten korkan bir adamın sayıklamaları olarak görmeyin lütfen. İnsan bir sorundur. Hayat bir sorundur. Bir sorun olarak bir sorunun içinde seyrediyoruz. Hayat her gün değil, her an karşımıza doğruyu yapmamızı gerektirecek bir şeyle geliyor. Ayakta kalmamız, aile kurmamız, geçinmemiz gerekiyor. Külfet zaten külfet. Fakat her nimet de kendi yüküyle, kendi mesuliyetiyle geliyor. Bir şeye sahip olmadığımızda sadece yokluğuyla sınanıyoruz. Fakat sahip olduğumuzda, her şeyle sınanmaya başlıyoruz: Mesuliyetlerle, onun hakkını vermekle, ona sahip olmayanlarla aramızdaki ilişkilerle… Üstelik bu hep böyle. Asr-ı Saadet’te böyle olduğu gibi, yarın robotlar dünyayı ele geçirse de böyle olacak. İnsan varsa sorun var, sorun varsa felsefe var. Felsefe neyle ilgileniyor? Hayatı daha iyi hale getirmekle. Her şeyden önce, bunu nasıl yapabileceğimizi sorarak başlıyor işe. Onun akademik tarafı, profesyonel tarafı. Eğer hayattan kopuk bir görünüm arz ediyorsa, bu biz felsefe akademisyenlerinin suçudur. Derslerde bazen bunu vurguluyorum: Eğer felsefe tartışmalarını düşünce tarihinin meseleleri olarak takip edersek, ezberlenmesi gereken şeylerden öteye geçemez bunlar. Fakat şöyle düşünmek gerekiyor: Evet, Platon iyinin ne olduğunu sormuş. Bazı cevaplar da vermiş. Bizim böyle bir sorumuz olmayacak mı? Bir cevap bulmayacak mıyız? Hayatı, hayatımızı daha iyi hale getirmekle ilgilenmeyecek miyiz? Bu anlamda felsefe ile erdemli yaşam arasında ilişki kuran felsefe geleneğine katıldığımı, felsefesinin bu iddiasının devam etmekle kalmayıp bundan sonra da daima devam edeceğine inandığımı açıkça belirtmeliyim.
Söyleşen: Sulhi Ceylan

