Edebifikir okurları için, yazarlarımızla yazı ve hayat merkezinde samimi bir hasbihal gerçekleştirmeye devam ediyoruz. “Yazarlarımızla Hasbihal” serimizin dokuzuncu konuğu Mehmet Raşit Küçükkürtül. (Celal Kuru)
***
raşit, kendini gurbette garib hissediyor musun? gurbet neresidir, garib kimdir ya da mehmet raşit kimdir?
yirmili yaşlarımdayken istanbul’a çalışmaya geldiğimde fakirliğin şaka mevzusu edildiğini görmüş, hayret etmiştim. o güne değin, böyle bir şeyin tasavvuru dahi zihnimden geçmemiştir. gördüğüm kadarıyla böyle saflıklarla geçiyor hayatımın bir yüzü, bunun da garip hissettirdiği muhakkak. garip olmayalım da ne olalım ya, bakıyorum, işlediğim bir günahı hatırlayıp parmağını mahcubiyetle ısıran da benim güya ulvi hislerle gözleri nemlenen de benim. garip olmaya garibiz, o belli bir şey, fakat kim olduğumuzu nereden bileceğiz? işin zor kısmı burası. insan kendisini bilemez, nasılsın sorusuna cevap vermesi mümkün değildir. iş işten geçtikten sonra “filan zaman şöyleymişim”, “ah ne kadar ahmaklık etmişim, hiç öyle yapılır mı?” deriz. dakikalar akıp gidecek bir manzara hüviyetine bürünecek de biz de onu temaşa edeceğiz, manzara bütünlüğü ve keskinliği içinde göreceğiz! içinde bulunduğum anda, nasıl olduğumu hiç bilemem, sonradan kendimi dinler de biraz anlarsam anlarım. geçenlerde bir trafik kazası geçirdim. kaza anında sükûnetle davranan, ilk cümleleri sakin olan ben sonradan sonraya öfkelenmiş, kazada kusurlu olan muhatabımı da sinirlendirmiştim. iş geçti, niye öfkelendiğimi, kızdığımı anladım: adamın beni yolumdan, işimden, altımdaki otomobilden ettiği için azıcık mahcubiyet duyup “kusuru bakmayın, sizi de yolunuzdan ettik” demesini beklemişim. galiba beni en çok rahatsız eden şeylerden biri, “aladağ’dan serin”, sorumsuz insandır. bunlar niyeyse beni kızdırır. rindmeşrep veya aylak insanları kast etmiyorum, onların durumu başka. eğer o trafik kazasında, muhatabım “ya hu kazadır, cana geleceğine mala gelsin” deyiverip sigarasını yakıp çayını yudumlamaya yeltenmese yani işi birazcık üstlense bu kez ben mahcup olacaktım! işte bir tuhaf tarafım da bu, kendi kendime suçlanmaya meyyalimdir. kadıköy’de nezih’de davut abi’yle (bayraklı) yeni çıkan dergilere bakıyoruz. oranın çalışanlarından biri de benim konuşmamdan hoşlandı, geldi bana sorular soruyor. ne münasebetle oldu hatırlamıyorum, ona “cumhuriyet’in kurucu felsefesi dediğiniz şeyin bir gerçekliği yok!” cümlesini sarf ettim. bizim yakınımızda duran bir adam ters ters bakınıp duruyordu. “yüksek sesle konuşuyor, bizi rahatsız ediyorsun!” diye müdahil oldu. acaba hakikaten rahatsız mı ettim diye mahcup olan suçlanırken bu kez adam benim suskunluğumdan istifade “burada propaganda yapamazsın, cumhuriyet’in kurucu…” diye devam etti. ben daha mahcubiyetimi atamadan davut abi beni kurtardı, elindeki dergiyi bıraktı, “paçalarınızdan nezaket akıyor!” diye ünleyerek bizim tarafa doğru yürüdü. ben o zaman ayıktım tabii fakat adam, davut abi’nin yüzünü gördükten sonra dükkanın arka taraflarına doğru kaçmayı tercih etti. mukayese imkanım yok ama başka ülkelere nazaran türkiye’de kendi kendini suçlayan insanın pek az olduğunu, bir şeyin sorumluluğunun kendisinde olduğunu düşünmeye yatkınlığın çok az olduğunu tahmin ediyorum.
kim olduğumuz, insanların bizim hakkımızdaki hatırladıkları yahut intibaları mıdır? yoksa bunlar değil de bizim kendimiz hakkında tasavvurlarımız mıdır, bizim kendimize atfettiğimiz şeyler midir? buna ne türlü cevap verirsek verelim, her durumda başkalarının bizimle alâkalı düşündükleri, bize dair intibaları illâ ki kendimiz hakkında fikir verir. iki tür intiba bırakıyorum. birinde ya saygı uyandırıyor/hayranlık uyandırıyor yahut “kibirli bir herif o!” intibaı oluşuyor. öbüründeyse ya “abi, sâkin bir adamsın, önce seni imam zannettim.” yahut “mülayim, efendi adamdır!” intibaı oluyor. hatta askerdeyken bir arkadaş sordu da “sen niye imamlık yapmıyorsun?” diye. genelde bu insanların imamların ne türden insanlar olduğundan haberi olmuyor, daha kötüsü benim gibi birine ideal imam imajı yüklüyorlar!
okur yazar bir ailede büyüdün. bunun okur yazarlığa avantajı ya da dezavantajı nedir? ilk olarak ne zaman yazmaya başladın ve ilk yazın kaç yaşında hangi mecrada yayımlandı?
dedem, ilkokul mezunu biri. 1929 doğumlu. daktilo öğrenmiş askerde. memurluk teklif ediyorlar ama emir altına girmek istemediği için yanaşmıyor. birçok işlerde çalışmış, 14 yaşında yetim kalmış, fakirlik görmüş, zor bir hayatı olmuş. ama hatıralara düşkün, okumayı ve yazmayı seven, sosyal çevreyi çok iyi kavrayan, zeki biri. kara düzen besteleri var. şiir defterleri bırakmış. üç mektup dosyasını tasnif edip kendi eliyle dikmiş. günlük ve hatıra kabilinden yazılar bırakmış. hayat şartları elverseydi, muhtemelen iyi bir yazar olurdu. hafıza onda bir duyguya ve hassasiyete dönüşmüş, o kadar ki bir sayfasını boş bırakarak bitişik iki yapraklı kağıda yazıp muhatabından mektubunu boş kısma yazmasını istiyor, böylece kendi gönderdiği mektubun bir kenara atılıp gitmesindense tekrar kendisine gelmesini ve arşivlenmesini sağlıyor! mektuplarında tarih, imza ve adres unsurlarını muntazaman korumuş, ihmal etmemiş. babamın bir, küçük amcamın yedi şiir kitabı, büyük amcamın romanı çıkmışsa hiç şüphe yok ki dedemin açtığı yoldan yürünerek olmuştur bu. şimdi dedemin terekesi bende. yol, benim yürüdüğüm yerde daralıyor, kuşağımdan yanımda bir kimse yok. bakalım yarına bir şey bırakabilecek miyim? böyle bir ailede büyümenin dezavantajı olmuş mudur? ilk başta, “mehmet raşit” imzasıyla yazdım, küçükkürtül’ü kullanmakta tereddüt ettim. fakat tek başına “mehmet raşit” müstear gibi duruyor. bir keresinde şair ömer aksay bana “mehmet raşit küçükkürtül! çok güzel bir imza…” demiş ve soyadımla birlikte imza atmamı tavsiye etmişti.
aileden tevarüs ettiğim kıymetli bir şey de şudur: dedem, emir altına girmek istemediği için memuriyete girmiyor. babam, hukuk fakültesini bitirdiği halde avukatlık yapmayıp meşrebine uygun olmayan sınıf öğretmenliği mesleğinden emekli oldu. büyük amcam dedemin evinde oturur halde, bunu bir tavır olarak yapar. babaannemi, kerziban nenemi anmazsam olmaz. onun tesiri çok önemlidir. “aç gezerim beğlernen gezerim” diyeceğimiz gururlu ve vakarlı tavır, dedemle beraber nenemden geçmiştir. çok hayran olduğum, hürmet ettiğim bir kadındı nenem. o ölünce, sanki hafızamın bir bölümü toprağın altına girmiş gibi oldu. alzaymır olduğunda dahi beni unutmadı, ölmeden bir gün evvel görüşmüştük, son anlarında yanında olmak isterdim. nenem de şifahî kültürün içinden geliyordu. maraşlı şehirli kadınların sıralı okuduğu kitaplardan da okumuştu. okuryazmaz bir kadındı, “ahmediye’ye kadar çıktım, fakat devam edemedim” demişti. geçenlerde sahafta böyle eski maraş’tan, o kaybolan şehir kültürünün son insanlarından birine, bir ihtiyar kadına denk geldim. hüccetü’l-islâm’ı türk alfabesiyle arıyordu, latin alfabesiyle yazılmış kitaplara dudak büküyordu. adını vermedi -eski maraş kadınları yabancı birine adlarını vermezler- fakat sahafta olunca bizim birkaç sorumuz üzerine derdiyle hemhâl olduğumuzu hissedip sohbetini açmıştı bize. hâli nenemi hatırlattı bana. çıkınca dükkândan, ben de çıktım arkasından epeyce baktım. nenem hem okuduklarını hem dinlediklerini iyice harmanlamış, çocukluğundan beri şahit olduklarıyla tecrübeleriyle bunları birleştirmiş, irfanıyla bunları bir şahsiyet hâline getirmişti. anneannemi de anmalıyım. küçük yaşta öksüz kalmış bir köylü kızı… yemek yapmayı kayınpederinden öğrenen bir gelin düşünün. ümmî bir kadındı. annesiz büyümüş, küçükten evlendirilmiş. çekingen ve sessiz biriydi. daha doğrusu, sessiz sanıyordum. bir keresinde, elimde folklorik bir kitap var, âşık edebiyatından birkaç şey okudum, sonra bazı atasözü ve beddua derlemeleri… gülmeye, şaşırmaya, kızmaya, beğenmeye velhasıl okuduklarımı değerlendirmeye başladı. sonra kendisi de ilâveler yapmaya başladı. öylece sohbetini bana açmış oldu. sonra çok sohbet ettik. bir karacaoğlan şiiri okudu, kaydettim. kitaplara bakıyorum, daha rastlayamadım o şiire.
ilk yazım okul gazetesinde çıktı. altıncı sınıftaydım. küçük bir eleştiri yazısı, 17 ağustos depreminden hareketle yazılmış bir metindi. sınıfımızda sezai akpınar diye bir çocuk vardı, ya sezai ya abisi ramazan bir okul çıkışında yürürken “o yazıyı sen yazmadın, baban yazdı!” demişlerdi, çok üzülmüş hayret etmiştim. acaba ilk yazının, sonrası için belirleyici bir tarafı oluyor mu, kaderin oradan mı açılıyor? yazdıklarıma bakıyorum da, yazının kendisinden çok bazı dikkatlerim, tenkitlerim öne çıktı. diyeceksin ki, “çok orijinal fikirlerin vardı da karşılık mı bulmadı?” doğru bir soru. nihayet bir fikir adamı değilim. o nasıl olur türkiye’de, medrese geleneğine bağlı bir eğitim görür, o kanaldan bir şeyler ortaya koyarsınız. batıcılıkla gelişen mekteplerden, hareketlerden birine bağlanırsınız oradan bir fikir geliştirirsiniz. bunların ikisi de bende olmadığına göre, bu kötü eğitimle ancak bu kadar olur! galiba üniversite zamanımdı, münekkit olmayı, eleştirmen olmayı düşünmüştüm. o zaman, hatay’da türkçe öğretmenliği okuyorum. kendimce, şöyle bir çıkarımda bulundum: “ben taşradaki bir şehirden çıktım, yine taşradaki ‘akademik’ olmayan, ‘pratik’ veren bir meslek okuluna geldim. eleştirmen olmak için türkiye’nin büyük şehrinde yaşamalı. birkaç yabancı lisân bilmeli. belli kültür çevrelerine girmeli. iyi eğitim almalı. üstelik maişet endişelerinden de bir ölçüde azâde olmalı. ben şimdi bu eğitimle -allah bilir ya- hiç istanbul’da yaşamayacağım bir meslek hayatıyla ömür geçireceğim, eleştirmenlik benim yapacağım bir şey değil!” bugün bu çıkarımla hareket edilmesini doğru bulmuyorum. gördüğüm kadarıyla, türkiye’de ne medrese tahsili görmek ne de batıcılık sonrası hareketlerin/mekteplerin birisine intisap etmek de tam olarak yol açıcı değil. türkiye’de belli bir kültürel ortam olmadığını varsayarak, kendini yetiştirmek oto-didakt olmak zorundasın. sonra bir meselen olacak, sadece entelektüel tarafı olan bir şeyden söz etmiyorum. birbirinden ayrılamaz şekilde fikrî-siyasî-ahlakî bir tavrı takip edeceksin ve o tavrın ifadesini meydana çıkarmak için de kendini yetiştirmek üzere temellük ettiğin kültürel birikimi, o otodidaktik müktesabatı kullanacaksın. bunlar birlikte yürüyecek; tuttuğun fikrî-siyasî-ahlâkî tavrı geliştirirken kendine eğiteceksin, kendini eğitirken öğrenirken tavrını geliştireceksin.
yazarların ilginç yazma ritüellerinden sana miras kalan var mı? varsa kimden tevarüs ettin? yazarken de konuşurken ki kadar sakin misin?
çok heyecanla yazdığım, odanın içinde dolaşıp masanın başına dönerek cümle cümle yazdığım bazı yazılar oldu. büyük bir neşeyle, tebessümle, zevkle yazdığım yazılar da oldu. fakat genelde zihnimi büyük ölçüde yazdığım şeye teksif etmiş, dışarıdan düşünceli görünen bir halde yazıyorum. galiba sükunet telkin etmiyorum yazarken, birkaç kişinin çekinerek yaklaştığını hatırlıyorum ben yazarken.
yazma ritüelim yok. daha çok klavyede yazıyorum. seyyar bir klavyem var, tabletle beraber yanımda taşıyıp yazdığım oluyor. masaüstü bilgisayarım var, orada yazıyorum. ajanda ve gündelik defteri tutuyorum. bir de a5 boyutunda fiş defteri tutmaya başladım, bunu daha tam oturtamadım. gündelik deftere kaydedip fiş defterine düzenleyeceğim şeyler oluyor. muhtelif tuttuğum kayıt defterleri var: emanet verilen kitapları kayıt için, okuduğum kitapları kayıt için, kelime ezberi için, ders notları için vs. bir de bunların yanı sıra dosya tutuyorum ders-kitap-konferans notları için, mektuplaşmalar için, efemera biriktirmek için vs. yazdığım yazılar gündelik deftere kaydettiklerimden, bilgisayardaki dosyalardaki notlardan, internetteki “bulut” arşivinden malzemelerle devşirilebilir. hiç böyle olmaz bazen, oturur tek kalemde yazarım, bitiririm, hatta bazen ikinci kez bile okumam yazdığımı.
daha çok hangi vakitler kelimelerle, cümlelerle kavgaya tutuşursun?
düzenli yazamıyorum. düzenli yazmaktan maksat her gün, belli saatlerde ve belli şartlarda yazmak. böyle bir imkândan mahrumum. “kubbelerin gölgesinde islâm şehirleri” kitabını 2013’te kahramanmaraş’ta yazmaya çalıştım, mekân olarak uygun bir yer pek yoktu. bilhassa temmuz-ağustos ayları zordu. evlerimiz de ev değil barınak, oralarda da yazmak müşkil. ancak şu da bir gerçek: yazmak ve okumak için türkiye’de rahat bir sosyal ortam evvelden beri olmamıştır. yine de bu hâlimize şükür, galiba eskiye nazaran biz daha çok imkân buluyoruz.
benim tecrübe ettiğim en iyi yazı vakti gece dörtten başlayıp sabah dokuza kadar süren kısım. o arada daha iyi yazıyorsun. yalnız başına, aralıksız, yoğun yazmak için en güzel zaman bu aralıktır. notlarını düzenlemek, yazılarını tashih etmek, dergi okumak, günlük tutmak vs. için en güzel vakitler öğleden sonraları ve ikindi vakitleridir. fakat bunu dışarıda yapacaksın. uygun bir çayevi, kütüphane varsa -insanın içini karartmayan, ferah, iklim bakımından güzel, bahçeli bir yer- orayı tercih edeceksin. gün doğumundaki hariç kerahat vakitleri de yazmak için de pek uygun değil. yatsıdan teheccüd vaktine kadar geçen devre yazmaya uygun değil. fakat bazı telaşlı zamanlarda, insanlardan ve cep telefonundan kurtulup geceleri de yazdığım oluyor fakat bunlar verimsiz yazma işleridir. öte yandan, mesailerden ve memuriyetlerden sıyrılıp yazmaya vakit ayırmaya çabalayanlar için vakit ayarlanan değil, aranan bir şey oluyor. hele ısmarlama yazmak, takvimli yazmak mecburiyetinde olanlar için vakit seçmenin bir lüks olduğu bir gerçek. bu anlamda, iskender pala ve orhan pamuk dışında lüksleri olan başka kimse var mıdır? beşiktaş’ta denize nâzır bir yazıhanede yazmak kaç kişinin elde edeceği bir imkândır? sulhi ceylân eskiden tramvaylarda, metrolarda, dolmuşlarda da yazardı. emekçi, proleter şairler böyle oluyor demek ki! mehmet akif ersoy’un ömrünce bir yazı masası olmasını arzu ettiğini okumuştum. nihayet mısır’da misafiri olduğu yerde bir yazı masası veriliyor da bu arzusuna kavuşuyor şair. dücane cündioğlu’nun dediğine göre ismet özel ona “kendime ait bir altı ayım hiç olmadı!” demiş. evine ekmek götürmek vazifesi ve dünya ahvali bunları getirir. o yüzden bazen, hesaplayamayacak kadar çok zenginliğe sahip olduğum ve sulhi abi gibi bazı kimseleri gündelik hayatın bu kahrından kurtardığım gönlümden bir arzu olarak geçer.
yazarken beslendiğin kaynaklar nelerdir? bize biraz da okuduklarından bahseder misin? klasik deyince aklına ilk gelen kitaplar hangileridir mesela?
hâlâ türkçe öğreniyorum. otuz yaşımı aştım, hâlâ düzgün bir türkçem yok. türkçe öğretmenliğini bitirdiğim sıralarda, türkçeyi bilmediğimi kendime itiraf etmiştim. türkçeyi arıyorum birçok yerde; cevat rüştü’nün “türk çiçek kültürü üzerine” kitabından teoman duralı’nın kitaplarına, şiir kitaplarından folklorik derlemelere.
neye klasik demeli, emin değilim, bu hususta hüküm verecek müktesebatım yok. fakat birkaç husustan bahsetmek istiyorum: “100 temel eser” diye okutulan listenin yanlış hazırlandığını herhalde düşünen birçok kimse vardır. bu “100 temel eser” kimi, hangi geleceğe hazırlıyor? süleyman çelebi’nin vesiletü’n-necât’ı yoksa listede, acaba hangi milletin temel eserler listesini hazırlamış olabilirler? bir de işi kitapla sınırlı tutmamak lâzım, meselâ müzik var, mimarî var. yani kişi ilkokul mezunuysa, ortaokul mezunuysa, işte lise mezunuysa -hangi seviyedeyse ona göre- muhakkak bildiğini varsaydığımız türkçe eserler olmalı. “lise mezunuysa divriği camiini bütün özellikleriyle biliyor demektir!” gibi varsayımlarımız olmalı. yani bugün divriği ulucamiini yok etmek üzere bir plan, proje yapılsa bunu eliyle, diliyle durdurmak üzere kaç kişi harekete geçer? canı yakacak ve durdurmak için bir şeyler yapayım diyecek?
ösym sınavlarında olsun, hâkimlik-savcılık sınavlarında olsun bu ülkedeki hazırlanan sınavların paragraf sorularına bakın, o metinleri türkçe diye soracaksınız, sonra da kalkıp yerli ve millî olmaktan söz açacaksınız. bunun tek bir anlamı olabilir: halkı salak yerine koymak.
iyi bir şiir okuru olduğunu biliyoruz. denemeler, fikrî yazılar, musahabeler, kısa hikayeler ve birkaç tane de şiir yazıp yayımladın. bunlar içinde en çok hangi tür seni cezbediyor? bu bağlamda edebiyatta türler meselesine bakış açını genel hatlarıyla özetleyebilir misin?
aslında, iyisi şöyle dursun, bir şiir okuru olmaya çalıştığımı söyleyebilirim ancak. yazmak işine gelince, yirmili yaşlarımın ortasında edebî anlamda kalem işleri ortaya koymama engel olan birkaç şey yaşadım, “bin parçaya böldü beni” yaşadığım. “hatıra saklama ofisi” başlıklı yazıda bu meselenin bazı yönlerini anlattım. fakat edebî anlamda yazarlığımı sürdürebilseydim kıpkısa hikâyeciliğe, şehir mektupçuluğuna ve günlükçülüğe emek vermek isterdim. kıpkısa hikâyeler yazmaya devam ediyorum, henüz neşretmediklerim de var. bir de, reşat ekrem koçu’nun istanbul ansiklopedisi gibi kırkambar bir eser yazmak isterdim; imlâ ve türkçesi ölçünlü dilin dışında olan.
bugün musahabe diye bir türden söz eden kimse var mı? mektep kitaplarında “deneme” diye bir şey öğretiliyor ama musahabe var mı? bizim şifahî kültürümüzün, sohbet kültürümüzün içerisinden bir edebî tür olarak, modern anlamda, musahebe diye bir tür geliştirilebilirdi. cumhuriyet devri modernleşmesi böylesi arayışlara yer bırakmayacak bir kültür ortamı getirdi. kurmaca-dışı sanatlı, edebî bir nesir örneği olarak adına deneme dediğimiz şeylerin birçoğunun “deneme”yle ilgisi yok. nermi uygur’un yazdığına deneme diyorsak yahya kemal’in yazdıklarına böyle dememiz mümkün değil. bugün artık bir de işi üslûpçuluğa dökmüş, eskilerin “musahabe”lerini takliden yazan, yazdığı şeye de “deneme” diyen kimseler var. bunların anlatma şehvetiyle lügat paralamasını bize dil zevki diye yutturmalarına râzı mı olacağız? osmanlı modernleşmesinin son yarım asrında ülkemizde duyulan ağır bir aşağılık duygusu var. tahmin ediyorum, bu duygu sebebiyle, kendi kültürümüzün özgün taraflarını fark etmek zorlaştığı gibi birçok işlevler yüklenebilecek, modern yapı içerisine uç vermiş unsurlar da aynı sebeple solup gitti. meselâ “şehir mektupçuluğu” diye bir edebî uğraş, “şehir mektubu” diye şehrengizin modernleşmiş bir hâli olarak yeni bir edebî tür gelişemez miydi? bugün taşrada kendine mahsus şehir kültürü olan yerlerde ciddi seviyede bir yozlaşma görülüyor. geçenlerde maraş’ta nakıp camiinin karşısında eski bir ev yıkıldı. yol yapılacakmış. yolun dirsek verdiği, yıkılan evin de üçgen şeklinde bir hayat kısmı vardı. bir mimar fotoğraflarını görünce evin, daha evvel böyle “üçgen hayat” görmediğini söylemişti. ben bu evin yıkılacağını aylar evvelinden öğrenmiş, twitter aracılığıyla kamuoyu oluşturmaya çalışmıştım, aslında epey de etkili oldu. fakat kahramanmaraş belediyesi o kadar itiraza, söze rağmen küçük bir açıklama yapmaktan dahi imtina etti. acaba diyorum, bugünün insanı şehirleri yok ederek toplumsal bir alzaymır’ı hazırlama cinayetinden nasıl korunabilirdi? bunlar hep “şehir mektupçuluğu” noksanlığından mı oluyor? demek istediğim, teoman duralı’nın “felsefe-bilim’e ramak kalmışken” dediği yerde, birçoklarının türkçenin modern ve yaygın kullanıma uygun bir edebî yapıya kavuştuğunu düşündüğü dönemde edebî türler meselesi için de bazı imkânlar uç vermeye başlamış görünüyor. 1878-1928 arasını bu gözle okusak hâlâ türkiye’nin bugünü ve yarını için çok faydalanacağımızı sanıyorum. bunun anahtarı da kur’an alfabesiyle tekrar okuryazar hâle gelmekle elde edilir. “alfabe önemli değil, ah şu kelime tasfiyeciliği olmayaydı!” serzenişleri kesinlikle kâbul edilemez. “bolbol”u bülbüle dönüştüren türkçenin edâsını, telaffuzunu, aksanını, ses özelliklerini 1928’deki alfabe yasağından sonra kaybetmeye başladık. alfabe sadece kelimeleri değil, kulağımızı da koruyordu. latin alfabesiyle yazdıkça her nesil, tavşanın suyunun suyunun suyu nüktesindeki gibi türkçenin daha seyrelmiş, bozulmuş bir hâlini temellük etmiş oluyor. “computer”i “bilgisayar” diye görecek dil kavrayışı ve görüşü kaybediliyor, ingilizcenin alt kümesi hâline geliyorsun gittikçe. önüne “food chain” geliyor, “besin zinciri” yapıveriyorsun, bazısını tercüme etmeye bile takâtin kalmamış. bunun çâresi, yasakladığın alfabeyi geri almaktır. iş orada bitmiyor tabii. yani “osmanlıca” diye dergi çıkarıp gazete haberi seviyesinde metinleri okutmayı öğretmekle bir şey elde edilmez. ahmet cevdet paşa’nın belagât-ı osmanî’sinden beri türkçeye bir gramer kitabı yazmaya çalışıyorlar. netice alınamadı. kur’an-ı kerîm arapçasını nakletmek ve muhafaza etmek üzere geliştirilen medresedeki sarf-nahiv çabası yunus emre’den sonraki türkçeyi ortaya çıkaran dayanaklardan birisidir. buradan modern bir yapı çıkarmak mecburiyeti var. sonra lügat ve imlâ işi var. mushaf-ı şerif’leri 1875’te ahmet cevdet paşa ilk defa matbaadan alıyor, daha evvel işin içine matbaa sokulmamış. bu tercih üzerine düşünmek lâzım. acaba matbaa bizim kur’an-ı kerim’le münasebetimizde hangi değişiklikleri yapmış olabilir? biz bugün afrika’nın bazı yerlerine matbu mushafları götürerek oradaki hafızlık sistemini bozmaktan başka zararlarımız oluyor mudur? bugün her tarafımız mushaf-ı şerif kaynıyor, ulaşmak isteyen türkiye’de kolayca ulaşır. ama mezarlıkta ölüsüne yasin okutmak için para veren insanlar olduk. bu nasıl oldu? yani 1875’e kadar matbu mushaf-ı şerif kullanmamış insanlardık ama edebiyatına, yazılı kültürüne bakıyorsun kur’an-ı kerîm’den geliştirilmiş bir türkçe var, yazılı kültür var. ama şimdi her tarafımız mushaf-ı şerif fakat kur’an-ı kerîm’le bağımız çok zayıflamış. acaba afrika’ya matbu mushafları götürürken onlara kendi felaketimizi mi götürüyoruz?
bir zamanlar akraba kitaplar diye bir proje yapmak aklımdan geçmişti. bunların içinde “irade terbiyesi”, “gençlerle başbaşa” ve senin kitabın “okur yazar mısın uyur gezer mi?” de vardı. bu kitabı geliştirmeyi ve daha ciddi bir kapakla tekrardan yayınlamayı düşünüyor musun?
yazdığım diğer kitaplardaki talihsizlik bunda da var, kitabın ismi uzun. telaffuz ederken kolayca dile getirebilen çok az kişiye denk geldim. ismini, kapağını ve mündericatını gözden geçirip tekrar çıkarmak isterim. editör olarak mustafa yıldız’ın bu kitaba çok emeği olmuştur, kendisine bu vesileyle bir kere daha teşekkür ederim. kitabın ismini de mustafa bulmuştur. fakat bugün kitabın hem ismini hem de gençokur yayınları’nın editöryal tekliflerini bir kenara koyup kitabı tekrar ele almayı isterim. galiba birkaç yıl sonra kitabın telif hakları bana geçmiş olacak. o zaman bunu düşünebiliriz. ama kim okuyacak, var mı talibi? kitap hakkında, benim gördüğüm kadarıyla bugüne kadar bir tane yazı çıktı. eğitimcilerden önemli bir eleştiriye rastlamadım. özel bir lise, kitaptan çokça alıp mütalaa edecekti öğrencileriyle, acaba oldu mu? kitap üçüncü baskıyı yapmış deniyor, haberim yok. keşke semerkand yayınları’nda her kitabın takipçiliğini yapan bir editör olsa da ben de kitabımın macerası hakkında biraz bilgi sahibi olsam… semerkand yayınları’ndan kitap çıkıyor da sanki çıkmamış gibi oluyor, kapalı devre yürüyor. keşke üçüncü baskı yapmış bu kitabın nasıl bir tesiri olduğunu bilseydik, belki tekrar basılmasının anlamı var mı, yok mu onu da anlamış olurduk.
“irade terbiyesi” ve “gençlerle başbaşa” kitaplarıyla bu kitaplar arasında akrabalık kurmana sevindim, açıkçası böyle bir bağ olması kitabın doğru bir iş olduğuna dair beni cesaretlendirir. buna benzer bir akrabalığı m. emin oyar da kurmuş olabilir, bana irade terbiyesi ve gençlerle başbaşa ile aynı soydan ama onlarınkine nazaran daha güncel temsiller ve durumlar üzerinden bir kitap yazmamı teklif etti. bunu ona sulhi abi tavsiye etmiş. açıkçası gençliğini, hatalı kararlarla heba etmiş birisi olarak irade terbiyesi ve gençlerle başbaşa kitaplarıyla anılacak bir yapıda değilim ama yaptığım hataların acısını duymuş birisi olarak o gençlik enerjisine akacak bir yatak arayanlar için heybemde bazı şeyler var. böylesi bir kitap teklif edince emin, ilk başta memnun oldum ve böyle bir şeyi kaleme almanın heyecanını duydum. fakat emin ile yüz yüze görüşünce bu işten vazgeçtik. yayın piyasasının şartları ile benim şu anki hâlim örtüşmüyor, vazgeçme sebebimiz bu. her sene yeni bir kitap çıkaran, tüketilen bir yazar tarzı aranıyor bugün. yayınevi size yoksa pek kıymet vermiyor. belki de elimdeki öncelikli dosyaları bitirdikten sonra, “okuryazar mısın…” üzerinden tekrar bu meseleye dönerim. elbette, o vakte kadar, gençlere hitabını kaybetmiş, ihtiyar bir yazar olmazsam!
kubbelerin gölgesinde islâm şehirleri’nin karşılığını bulduğunu düşünüyor musun? bu kitabı biraz daha teferruatlı hâle getirip kaliteli fotoğraflarla ve güzel bir ciltle yayımlamak fikri cazip geliyor mu?
bu kitabın talihsizliği de boyutları oldu, birçok kişi sayfa ebatlarını kullanışsız, hatta sinir bozucu buldu. haklılar… bu kitabı şeyhmus tasarlarken prestij baskı yapılacak bir kitap olarak çalışmıştı. fakat iş bittikten sonra ona “biz bu kitabı evvela mostar dergisinin promosyonu olarak vereceğiz, kuşe kâğıda basarsak çok maliyetli olur, binlerce kopya basacağız!” dendi. maalesef olan kitaba olmuş oldu! bugün yeni bir tasarıma ihtiyacı var aslında, fakat kime dert anlatacaksın, zor bir iş! bu kitabı belli bir takvim içerisinde yayınevine teslim etmek üzere çalıştığım için eksik tarafları var. meselâ kitabın “kitabiyat” kısmını ilâve edemedim. açıkçası bu kitabın “kitabiyat”ını ekleyip yeni bir tasarımla çıkmasını arzu ederim. bu kitabın bende çok güzel bir hatırası vardır, galiba hayatımın en mesut devresi de bu kitabı yazdığım günlerdi. o bakımdan kitaba tekrar dönmek fikri elbette câzip geliyor. yeni şehirler eklemek, mevcut metinlere ilâveler yapmak isterim. fakat evvela elimdeki birkaç işi bitirmem lâzım. en azından, rahmetli dedemin evrakını işleyip kitap hüviyetinde bırakmam lâzım. bunu ben yapmazsam kimse yapmayacak gibi geliyor, bunun manevî bir ağırlığı var üzerimde. mektup, şiir ve sair yazdıklarından galiba, iki veya üç kitaplık bir yekûn çıkar. lisans bitirme tezi olarak rahmetlinin mektuplarını çalışmıştım, şimdi onun üzerinden gitmem lâzım.
kitabın karşılığını bulma meselesine gelirsek, kitap bugün bir ihtiyaca karşılık geliyor diye düşünüyorum. yani islâm fetihleriyle gelişen coğrafî dönüşümü anlamak isteyenler için, islâm fetihleri üzerinden bir şehir okuması yapmak isteyenler için giriş mahiyetinde bir kitaptır. ancak kitaba tekrar dönme imkânım olursa onu daha özellikli, derinlikli bir hâle getirmek istiyorum. ilk kitabım, eksiklikleri var şüphesiz. ismail demirel güzel bir tenkit yazısı yazmıştı. hiç beklemediğim şekilde, birkaç akademik atıf yapıldığını gördüm. bir ara, kitaptan ötürü bir belgesel işi de gündeme gelmişti fakat arkası gelmedi. kısaca kitabın potansiyeli var. ancak ben kitabın haklarını tamamen yayınevine devrettim, şimdi tekrar oturup yayıneviyle bir anlaşma yapmak çok zor olacaktır, en azından yayınevinin böyle bir şeyle uğraşacağına ihtimal vermiyorum.
yeni bir kitap çalışman var mı?
ömrüm vefa ederse meşgul olduğum, tamamlamak istediğim yahut henüz başlamadığım ama çalışmayı düşündüğüm bazı işler var. 1) dedemin şiirleri, mektupları, fotoğraf arşivi ve sair yazıları. bunları tasnif ettim, bir kısmını dijital ve word ortamına aktardım. mektuplar hakkında bir lisans bitirme tezi yazdım. amacım, neşredemesem bile bunları notlandırarak, tıpkıbasımıyla, açıklayıcı metinlerle benden sonrakilere neşredilebilir, ulaşılabilir bir halde bırakmak. 2) ismet özel’in tarık zafer tunaya’daki şiir konuşmalarının çözümlenmesi ve aşkar’da neşredilmesinin tamamlanması. 50 civarında konuşma var. 8-9 tanesini neşrettik. çözümleyip aktarmak ilk başta basit bir iş gibi görünüyor fakat şairin adına yaraşır, iyi bir metin ortaya çıkması için bazı bilgileri teyit etmek, gerektiği yerde birkaç not düşmek gerekiyor. bazen bir not için epey kitap karıştırmanız, para harcamanız, araştırma yapmanız gerekebiliyor. 3) “1952 malatya suikastı’nın türk siyasi hayatına etkileri” isimli bir yüksek lisans tezi yazdım. bunu kitaplaştırmak düşüncesi var, bakalım, ya nasip… 4) kaygusuz şiir dergisinde yazdığım yazılar, bir kitap bütünlüğü içerisinde düşündüğüm bir meselenin tezahürüydü. bu kitabı ortaya çıkarabilirsem manen büyük bir borcu ödemiş gibi hissedeceğimi sanıyorum, dedemin terekesi ve bu kitap… 5) eski yazılarımı toparlıyorum, iki yüzden fazla yazı topladım, henüz bunları elden geçirip baştan incelemiş değilim. buradan bir kitap çıkarmasam bile, müşkülpesentliğim icabı, yarına kalmasının anlamlı olacağını düşündüğüm bazılarını tashih ve tadil edip derli toplu bir kenarda tutmak istiyorum. 6) yıllardan beri bir yunus emre kitabı hazırlamak istiyorum, teferruatını anlatmayayım. bunlardan başka orta vadede, şartlar elverirse islam şehirleri’ni, cezbe’yi, okur yazar mısın’ı tashih ve tadil ederek yeniden neşretmek isterim. bilmem imkan olur mu, sıhhat ve ömür elverir mi? hak’tan hayırlısı…
bir de kitaplaşmayacak işler… bin sayfayı aşkın günlük, yazışma, not, derkenar kabilinden işleri ihtiva eden “hurufat” adında bir dosyam var. bunlardan neşredilebilir olanlarından bir kısmını “hurufat’tan” alt başlığıyla edebifikir’de neşrediyorum. “dör döküntü defteri”, “hatıra eskiz defteri”, “iktibas defteri” gibi bazı defterler… bunlardan bir kısmını edebifikir’de neşretmiştim.
nice kül yutmazlara haddini bildiren, edepsizleri tedip eden üstad muharrem cezbe seninle bir bütün olmuştu. karileri üstadımızdan niçin mahrum kaldılar? yeniden kaleme sarılması hangi şeraitte mümkün olabilir?
cezbe aslında bir edebifikir şakası olarak doğmuştu. aydoğan k.’nın “mualla cazibe” müstearıyla yazdığı edebifikir yorumlarına “muharrem cezbe” gibi nazire bir isimle karşılık vermiştim. edebifikir’deki yazıların yorum kısmında başlayan mevzu gelişti, büyüdü. “üstad muharrem cezbe”nin doğuşunda sulhi ceylan, mehmet erikli, davut bayraklı gibi birlikte çalıştığımız arkadaşların iştiraki önemlidir. aramızdaki konuşmaların, tartışmaların, nüktelerin içerisinden “üstad muharrem cezbe” mostar dergisi yazarı olarak ortaya çıktı. bugün ortasında kaldığımız dünya, maruz kaldığımız şartlar ile aradığımız ve arzuladığımız dünya arasındaki farkın hissedilebilmesi için de böyle bir yazı yoluna başvurmak gerekiyordu. cezbe’yi ortaya çıkaran benimle irtibatlı hususlar da var: sulhi abi’nin aristokrat bulduğu, bahadır’ın rindane bir edayla bazen hürmet ettiği bazen sarakaya aldığı taraflarım vardır. kâğıt bardaktan çay içememek, “self-service” türk kahvesi pişiren yeri mimlemek gibi. sulhi abi, bir defasında hayatımda hiç pizza yemediğimi işitince bunu bir hassasiyet olarak değil, bir takıntı olarak takdim eden bir ajitasyonla zorla, ısrarla bana pizza yedirmişti! işte böyle taraflarımı da alıp oradan iki asırlık bir çınar olarak üstad muharrem cezbe karakterini ve yazılarını çıkardık. bir yönüyle de mostar dergisi içerisinde “üstadlık” müessesesinin bazı yönlerini tenkit etmek, hatta tahfif etmek için “üstad” ortaya çıkmıştır. yeri gelmişken bir yanlış anlaşılmayı ortadan kaldıralım: nasıl “reis sedat peker”in adındaki reis kelimesi nüfustaki kayıtlı adıysa üstadımızın adındaki üstad da gerçekte muharririn ismidir!
cezbe yazılarından yirmi beş tanesi mostar dergisinde çıktı. bunları iki kapak arasına sokmak kimin fikriydi hatırlamıyorum, mehmet erikli ile davut bayraklı üçümüzün masasında doğan kitap işlerinden olmalı. ben kitap yayına hazırlanırken semerkand’tan ayrılmış vaziyetteydim, ama yazıların kitaplaşabileceği fikri bizde önceden vardı diye hatırlıyorum. mehmet erikli’nin de bu işe katılmasıyla biz epey bir hava yakalamıştık. ama şimdilerde ne o dergi kaldı, ne o ekip kaldı. bugünkü mostar’la o zamanki mostar arasında epey fark var. üstad muharrem cezbe yazıları, o dergi mutfağında gelişen iklimden doğmuştu. gene de, şüphesiz, bugün de yazılabilir. fakat kim, nerede, nasıl yayınlayacak? dedemin mektuplarına dair çalışmamı tamamladıktan ve doktora tezini bitirdikten sonra, belki de üstad muharrem cezbe’nin sekreterliğini yapar, üstadımızın yazma arzusunu izhar ettiği “tomurcukzade ali muhsin efendi (terceme-i hâli yahud hikaye-i sergüzeşti)”, “bir ingiliz casusunun mektupları (tercüme ve tahkik)” ve “şehir mektupları” gibi eserlerini tebyiz ederim. gerçi, üstadımız muharrem cezbe’nin her daim söylediği bir söz vardır: marifet iltifata, makale telifata tâbidir! üstadı tekrar yazmaya ikna edecek telif ücretini kim ödeyebilir!
proje tasarlamak hususunda işlek bir zihnin var. mesela bugün kültür bakanı olsan veya yaptırım gücü olan bir mevkide bulunsan kaldıracağın yahut yerine ikame edeceğin üç şey ne olurdu?
zor bir soru… birçok mesele var. bir arşivcilik seferberliği yapmak isterdim. seferberliğin içerisinde arşivleme alışkanlığının, yazılı kayıt tutma becerisinin kazandırılmasını eğitime dahil etmek de olurdu. türkçe, edebiyat ve tarih derslerinde şahsi arşiv tutmayı öğretme ve arşivin zaruretini hissettirme gibi “kazanım”lar yok gördüğüm kadarıyla. seferberliğin içerisinde arşiv tutmanın kanunen zorunluğu olduğu kalemleri, kısımları artırırdım. galiba birkaç yerde de yazdım, taşradaki arşiv fakirliğini gidermek için il-ilçe-kasaba durumundaki yerleşimlerde teşkil edilecek “şehir arşivi” kurumunu getirirdim. “halk kütüphanesi” ifadesi aşağılayıcı bir tabirdir. şehir arşivi ve şehir kütüphanesi… milli eğitim bakanlığı yayınlarından çıkan kitapların, türk dil kurumu ve türk tarih kurumu’nun kasasında basılmamış hâlde bekleyen vaktiyle sipariş edilmiş kitapları da alıp şehir kütüphanelerinin bir bölümünde satış bölümleri açarak buradan halka sunmak üzere kültür bakanlığı yayınlarını ihya etmek isterdim. diyanet kitabevileriyle bir protokol yapıp ortaklaşa satış mağazası açıp bütün kamu kurumlarının kitaplarını satacağı mağaza ve internet sitesi açardım. ayrıca kütüphanecilik geliştirme vakfı kurup kütüphanelerin bağış alması ve halkın kütüphane yapımına ve gelişimine katılmasını sağlardım. büyükşehir statüsündeki yerlerden başlayarak belli başlı büyük camilerde mahalle kitaplıkları kurup şehir kütüphanesine bağlı hâlde hizmet sunulabilir mi diye araştırırdım.
bize son olarak neler söylemek istersin?
sulhi abi’ye dediğim gibi “ayrılmak ve kavuşmak, bu ikilik ne zaman sona erecek sulhi abi?”
Yazarlarımızla Hasbihal Serisi
Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Can Coşkun
Yazarlarımızla Hasbihal: Cüneyt Dal
Yazarlarımızla Hasbihal: Bilal Can
Yazarlarımızla Hasbihal: Adem Suvağcı
Yazarlarımızla Hasbihal: Davut Bayraklı
Yazarlarımızla Hasbihal: Muhammet Emin Oyar
Yazarlarımzla Hasbihal: Ömer Ertürk
Yazarlarımızla Hasbihal: Feyyaz Kandemir
3 Yorum