Yazarlarımızla Hasbihal: Cüneyt Dal

Edebifikir okurları için, yazarlarımızla yazı ve hayat merkezinde samimi bir hasbihal gerçekleştirmeye devam ediyoruz. “Yazarlarımızla Hasbihal” serimizin ikinci konuğu Cüneyt Dal. (Celal Kuru)

***

Sevgili Cüneyt, iyi bir okur olduğunu biliyoruz. Okuduğun bir romanda, şiirde ya da hikâyede kendini özdeştirdiğin bir karakter oldu mu? Aslında şiir, hikâye, roman bahane. Bize bunlar üzerinden biraz kendinden bahseder misin?

İyi bir okur olduğum hüsnü zannın beni gerçekten memnun etti. Aslında yavaş okuyabilen biriyim. Bir kitabı -hele ki sevmişsem- elimden bırakmamak için ağır ağır okur, notlar alır, sayfalarını katlar, satırlarını çizerim. Eh, bu da biraz zaman alır hâliyle. İyi okurdan kasıt çok kitap okumak değil de kitapları iyice okumaksa, evet, kendimi iyi okurgillerden sayabilirim. Kendimi özdeştirdiğim karakter meselesine gelince… Buna nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Çünkü buyurduğun gibi buradan hareketle, hakkında ketum olmayı yeğlediğim “kendim”i aşikâr etmek var işin ucunda. Ama diyebilirim ki bir “Venedik’te Ölüm” romanının Gustav von Aschenbach karakteri beni ziyadesiyle sarsmıştı. Bende ona dair izler, bu karakterin içerisinde bulunduğu iki kutuplu ruh hâlinde canlanıyordu sanki. Ömrüm boyunca kınadığımı yaşamaktan korkmuşumdur. Hatırlarsın, Aschenbach Venedik’e gitmek üzere gemiye binerken yüzünü gözünü boyayıp kendini gençlerin maskarası eden, gençler gibi davranmaya çalışan bir ihtiyar hakkında içten içe demediğini koymaz. Ve âhir ömründe o saygın yazar, hayatı boyu hayalini kurup aradığı hakiki estetik ve Platonik güzelliği Tadzio adında bir çocukta bulduktan sonra, kaderin bir cilvesi olarak gemideki o ihtiyarın acınası hâline düşer ve bu duruma kalbi daha fazla dayanmaz. Onun reddedip hicvettiği duruma düşmesi, benim çocukluğumdan beri en büyük korkularımdan olan iddiamdan vurulmak kâbusunu tüm çıplaklığıyla anlatabildiği için o karakterle aramda yakınlık kurmuştum. Ve “Yüzyıllık Yalnızlık”taki Ursula karakteri de kalabalıklar içerisindeki muhteşem yalnızlığıyla bir başka korkumu gözüme sokarcasına gösterdiği için beni çok etkilemişti. Evet, böylece bana dair bir şeyler çıktı sanki ortaya: korku, zıtların arasında kalmışlık hissi… Aslında bu denli kötümser ve karamsar biri değilimdir fakat nedense kendimin mahzenlerine indiğimde bunlar çıktı karşıma birden bire.     

İlk olarak yazmak için seni senden alan ne oldu, yazmasaydın ne olurdu?

Yazmasaydım yazık olurdu. Çünkü yapabildiğim, yapmasını bildiğim tek şey buydu. Buradan kendimi “iyi yazıyorum” şeklinde gördüğüm anlamı çıkmasın. İyi kötü başka bir mesele… Asıl mesele yazmaktı benim için… Hatta çevremdeki tüm yıldırmalara rağmen… Kamu Yönetimi bitirmiştim ve herkes KPSS ile memur olmamı bekliyor, bunu umuyordu. Bense tabiri caizse aklım bir karış havada, başımda kavak yelleri, o yıllarda edebiyat dergilerinden dönen şiir ve öykülerime inat inancımı hiç kaybetmiyordum. Üzülüyor, öfkeleniyor, sinir oluyor ama vazgeçmiyordum. Yani “yazmamak” gibi bir ihtimal yoktu benim için. Ne olurdum, bilemiyorum. Tabii, bunu şimdi içerisinde bulunduğum bu zamandan ve hâlimden geriye bakınca söyleyebiliyorum. Yoksa geçmişe dönük, “şöyle olmasaydı ne olurdu” gibi sorular bana ürkütücü geliyor. Çünkü asıl cevabı hiçbir zaman bilemeyiz ve söylediklerimiz kısır tahminlerimizden öteye gitmez. Kendimizle ilgili olsa dahi.

İlk olarak ne zaman yazmaya başladım, gerçekten hatırlamıyorum. Ama kesin olan bir şey var; yazmaya başlamamın hikâyesi, Üstad Necip Fazıl’ın yazmaya başlamasıyla ilgili anısına benziyor. Şöyle ki; aynı zamanda ilk öğretmenim de olan annem beni iyi gözlemlemiş olacak ki yazmaya istidadımı keşfetmiş, bana 10’uncu yaş günümde, üzerinde 1998 tarihli bir defter ve bir de çok güzel bir dolma kalem hediye etmişti. İşte, çoğu şiir olan yazı denemelerim tâ o zamandan başlıyor diyebilirim. O defteri hâlâ saklarım.  

Evde kuzgun beslemek, küvette elma yemek, gün ışığını beklemek, spor yapmak, yüzmek gibi ilginç yazma ritüellerin var mı?

Âh, ne çok isterdim bir ritüelimin, rutinimin olmasını… Bundan mahrumum. En büyük zayıflığım ve eksikliğim…

Daha çok hangi vakitler kelimelerle, cümlelerle kavgaya tutuşursun?

Kavgaya tutuşmak… Hakikaten bir yönüyle böyle… Güzel tabir! Ne’yleyim ki zaman taksiminde benim payıma geceler düşmüş. Gece sadece yazmayı değil, ev işi yapmayı bile severim. Bunu şuna bağlıyorum: ışığa ve sese oldukça duyarlıyım. Gürültü ve parlak ışık benim kâbusum. Ve gündüzde bunlardan bol bol var.

Yazarken beslendiğin kaynaklar nelerdir? Bize biraz da okuduklarından bahseder misin? Klâsik deyince aklına ilk gelen kitaplar hangileridir mesela?

Yazarken beslendiğim kaynaklar meselesi bana hep çok gizemli gelmiştir. O kadar gizli ve homojen ki bu kaynak meselesi. Sizi siz yapan yaşadıklarınız, zaman içerisinde okuduklarınız, hepsinden parça parça bir şeyler metninize kaynak oluşturuyor ve siz bunun farkında bile olamayabiliyorsunuz. Sonra sonra yeniden okuyunca fark ediyorsunuz, “bu kısımda şuradan esinlenmişim,” “vay, şu kısım çocukluğumdaki çok unuttuğum o anıya ne kadar benziyor,” gibi… Okumaya gelince… Tam anlamıyla okumanın zevkine, çocuk yaşlarımda babamın kitaplığında bulunan ansiklopedilerle ve “Kütüb-i Sitte” ile başladığımı söyleyebilirim. “Temel Britannica”, “Meydan Laorusse”, “Evliya Ansiklopedis”, sayfalarını büyük bir hazla -anlasam da anlamasam da- çevirdiğim kitaplardı. Sonraları bu okuma macerası tasavvuf kitaplarına, oradan divan ve halk şiirine, oradan romanlara ve öykülere evrildi diyebilirim. “Safahat”ın, “Çile”nin yeri ayrıdır mesela benim için. Sonra Nazım Hikmet’i keşfettiğimde şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı mesela. Onun şiirlerindeki o vezinsiz musiki hâli beni o kadar şaşırtmıştı ki kendimi sadece benim keşfettiğim bir şeyle baş başa bulmuştum sanki. İlerleyen zamanlarda klâsikler girdi hayatıma. Açıkçası yönlendirilmiş olmak isterdim bu hususta çünkü klâsikleri çok geç keşfettim ve bilinçsizce okumaya başladım. Hoş, her şeyin bir zamanı olduğuna inanırım ya, neyse. Mesela bir “Palto”yu, bir “Kör Baykuş”u okuduğumda bana, hayata dair büyük sırlar verilmiş gibi sevinmiştim. Beni kurmaca metinlere yönlendiren en önemli kitap “Monte Kristo Kontu” olmuştu. Sonra “Hacı Murat”, “Âmâk-ı Hayâl”, “Dönüşüm”, “Yeraltından Notlar” derken devamı geldi.

Hikâye yazıyorsun, çocuk kitapların var ve aldığımız istihbarata göre dört defter dolusu yayımlanmamış şiirin var. Yazarken huzur bulduğun bir tür var mı yoksa kırık bir şemsiye bile elimde metne dönüşür diyor musun?

Her türlü iddiadan özenle kaçınıyorum. Hele ki bu konuda… Açık söylemek gerekirse tevazudan değil, had bilmekten ve her zaman bana haddimi bildirecek bir bilenin olduğunu bildiğimden… Bu soruyu kısaca şöyle yanıtlayabilirim: Yola şiir yazmakla çıkmış, bir tür içgüdü ile öyküler yazmaya başlayarak şiiri (Sulhi Ceylan’ın telkinleri, Can Fırtına’nın istihzaları etkisiyle) terk etmiş, arada biyografi ve denemeler kaleme alarak kendi çapında maceralara atılmış, hatta reklam, basın bülteni ve tanıtım yazıları dahi yazmış ya da yazmaya çalışmış, asla senaryo işine soyunmamış fakat hep ama hep roman yazmak istemiş biriyim. Tüm bunlar içerisinde huzur bulduğum değil de -ki zaten yazarken asla huzurlu değilimdir, bilakis, bir tür gerginlik ve hissizlik halindeyimdir- kendimi kaybettiğim, zamanın ve mekânın dışına çıktığım tür kuşkusuz öyküdür.

Editörlük yapıyorsun ve metinlerindeki titizlikten bunu kolaylıkla hissedebiliyoruz. Sıradan bir yazının iyi bir metne dönüşmesinin püf noktaları nelerdir?

Ne güzel bir övgü bu! Umarım metinlerim Türkçe kullanımı, imlâ ve noktalama gibi teknik anlamdaki ayrıntılar konusunda iyidir. Çünkü her ne kadar aşağı yukarı 6 yıldır, öncesinde redaktörlük, sonrasında editörlük ve yazı işleri sorumluluğu yapsam da kendi metinlerim konusunda her yazan gibi kör olduğumu düşünürüm.

Sıradan bir yazının iyi bir metne dönüşmesi ile ilgili bu soru o kadar önemli ki… Bir kere bir yazar asla redaktör ve editörü düşünerek yazısını yazmaz, yazmamalıdır. Kendisine veya yaptığı işe saygısı olan bir yazar bunu yapmaz. Bilmeyenleri ayrı tutuyorum -çünkü zaten bilmeyen konu dışıdır- sırf üşengeçlikten veya ihmalkârlıktan -de ve -da eklerini ayrı yazacağı yerde bitişik, bitişik yazacağı yerde ayrı yazanlar, “kulak kesilmek” deyimini “gözlerini dört açmak” deyimiyle birleştirip muhteşem bir yaratıcılığa imza atarak “kulaklarını dört açtı” gibi ancak rüşdünü ispat etmiş kalem erbaplarınca girilebilecek maceralara bilinçsizce yelken açanlar, meselenin özünü kavramak noktasında zamana ihtiyaçları olduğunu düşündüğüm kişilerdir. Yani iyi bir metin, öncelikle iyi bir Türkçe temelinde, doğru noktalama ve imlâ donanımında, türüne ve bağlamına uygun içerikte olmalı. Bu üç olmazsa olmaz bir araya geldikten sonra ancak başarılı mı değil mi, sığ mı ilham verici mi gibi yorumlar yapılabilir. İyi bir metin kurmak, iyi metin kurucularını taklitten geçer. Kısacası bir metne veya dosyaya baktığınızda şunu diyorsanız geçmiş olsun: “Yahu, bunu yazan, ömründe hiç mi bir kitaba bakmamış, bir yazı okumamış?”

Metin Olma Durumu”nun okurunu bulduğunu düşünüyor musun?  Aldığın dönüşlerden “Hah, bu okur beni anlamış.” ya da “Ben ne yazıyorum, okur ne anlıyor?” dediğin oldu mu?

Evet, okur kitabını bulduğu gibi kitap da okurunu bulur. “Metin Olma Durumu” da farklı yaş, eğitim düzeyi ve çevrelerden kitabı okuyanlarla konuşma fırsatı bulduğumda bende bu düşünceyi doğurdu. Hepsi öyle ya da böyle kitabı okumuştu ve kendi anlayış ve birikimleriyle yorumlar, eleştiriler yaptılar. Kimi, benim dahi fark etmediğim ayrıntılardan bahsetti. Bu beni çok sevindirdi. Kimi de, esaslı birkaç eleştiri ile bana değer kattı. Ama beni en şaşırtan şey, genelde çevremden gelen, “Falanca öyküdeki şu sana şöyle şöyle söyleyen adama gıcık oldum, nerede oldu bu olay, neden daha önce söylemedin?” veya “Bunları gerçekten yaşadın mı yoksa uydurdun mu?” gibi sorularla karşılaşmam oldu. Bu sorulara ilk muhatap olduğumda gerçekten nutkum tutulmuş, biraz da, “Yahu, öykü böyle bir şey değil ki, elbette içerisinde yazarın hayatından izler de taşır ama birer kurgudur özünde,” gibi sitemvârî açıklamalar yapmak durumunda olmaktan dolayı gerildim. Ama sonra düşününce bu sorulara ne kadar sevinmem gerektiğini kavradım. Zira okuduklarının gerçekliğine inanmışlardı ve bunu en azından bu soruyu soranlar için başarabilmiş olmak beni ziyadesiyle mutlu etti.

Okuduğum her hikâyenden sonra “Bu Cüneyt’in en iyi hikâyesi” diyorum ve hikâyelerini bir bütünlük içerisinde görmeyi çok arzuluyorum. İkinci kitap ne zaman?

Birincisi, çok teşekkürler. Kendisi de yazan birinden böyle bir yorum almak muhteşem… İkincisi, inan ben de çok arzuluyorum. Elimdeki öyküler aslında şu an için bir kitap olabilecek hacimde. Ancak bekletiyorum. Hem de uzun süredir… Çünkü deneysel bir işe girişmeyi düşünüyorum yeni kitabım için. Durmadan notlar alıyor, günlük koşuşturmaların içerisinde dahi sürekli bunu düşünüyorum. Şöyle özetleyebilirim aklımdakini: tamamlanmış her bir öykünün anlatıcılarını tespit edip bunların da bir üst öyküsünü yazacağım. Ve arada bağlar kurmayı tasarladığım bu üst öyküler, iki kapak arasında bir nevi roman hacmine kavuşacak. Tabii, vakit bulabilirsem… Bakalım, şimdilik böyle düşünüyorum ve bu beni heyecanlandırıyor. Bunun yanında tamamlanmamış, taslak olarak kalmış birçok dosya ve başlık da var. Ah şu geçim için çalışmak zorunluluğu!

Bize son olarak neler söylemek istersin?

İyi okumak, iyi yazmak istiyorum. Hayattan tek beklentim bu. Hayatlara dokunmak, zenginleşmek ve zenginleştirmek istiyorum. Benden geriye bir şeyler kalması düşüncesi beni avutuyor… Aksi takdirde boşa yaşamış olacağımı düşünüyorum. Ve Cüneyd-i Bağdadî hazretlerine nispet edilen şu sözü hiç unutamamak, zayıflığımı, noksanlığımı ve küçüklüğümü haykırıyor: Öldükten sonra iyi anılmak isteyende dünya sevgisi vardır!


Yazarlarımızla Hasbihal

Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Can Coşkun

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • i.... , 17/12/2021

    Rabbim cümlesinin yolunu açık, ilmini kuvvetli eylesin. Bugüne kadar pek çok yazar ile aynı ortamda bulunmak fırsatı elde ettik çok şükür. Bir kısmı ile aynı sofrayı paylaştık. Bir kısmının söyledikleri, bir kısmının tavrı bize soğuk duş aldırdı. Gençlere faydası olur diye program tertip ettiğimiz ama daha ziyade zarar olmasına sebebiyet verecek hallerle karşılaştık ama edep kapısı görenleri ziyadesiyle farklı hissettik.

    Burada ismi bulunan Cüneyt Hocam da tavrını belli etti. Rabbim razı olsun kendisi ile Çekmeköy Kitap Fuarında tanıştık. Vakti müsait olduğunda hiç düşünmeden görev yaptığım okula davet edip öğrencilerle sohbet etmesini isterim.

    Yazı mahareti konusunda tahlilde bulunacak curetim yok ama yazdıklarını keyifle okuyorum. Rabbim okuyanini çok anlayanini bol eylesin.

  • A.b , 29/11/2021

    İz bırakma davasının variyyet iddiası olduğuna inandığımda bu fikrimi bir büyüğün sözü ile mühürlemek istemiştim. İşte oldu. Tebrikler Cüneyt Dal! Bir hayata daha dokundunuz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir