
Edebifikir okurları için, yazarlarımızla yazı ve hayat merkezinde samimi bir hasbihal gerçekleştirmeye devam ediyoruz. “Yazarlarımızla Hasbihal” serimizin on dördüncü konuğu Sulhi Ceylan. (Feyyaz Kandemir)
***
Sulhi abi, yıllar önce yazdığın bir şiirinde “beni yanlış anla ya da anla” demiştin. Ne zamandan beri anlaşılmamaktan yakınıyorsun? Gerçekten yanlış da olsa anlaşılmayı bu kadar çok istiyor musun hâlâ?
Anlaşılmamanın örtüsünü kaldırdığımızda altında derin bir yalnızlıkla karşılaşırız. İnsanı bitirir bu yalnızlık ve bu sebeple kendini anlayan birilerini arar, aramak zorundadır. Ontolojisi, bunu gerektirir. Evet küsmek de bir çözümdür ama bu çözüm insanı bir yere vardırmıyor. İnsan, -itiraf ediyorum- insana muhtaçtır. Kadın erkeğe, erkek de kadına muhtaçtır demiyorum. İnsan kendini anlayan birine ve mümkünse anlamanın en az bir basamak üstüne çıkabilen birine muhtaçtır. Anlaşılmak bir nasip ve çok az kişiye denk geliyor. Bu yüzden biz acizler de, anlaşılmamayı dahi kabullenebiliyor ve bir muhatap bulmanın neşesine razı oluyoruz. Kimse beni anlamıyor demiyor, bilakis genelde hepimizi birbirimizi anlamıyoruz diyorum. Tümel bir sorundan dert yanıyorum. Tabii bazılarımız çeşitli örtülerle bu isteği bastırabiliyor ve bu sayede de mutlu bir şekilde yaşıyor. Ama bunun aması var! Ayrıca anlaşılmamayı da “anlam” kümesinin bir elemanı olarak görürsek dediğim daha iyi anlaşılacaktır.
Anlaşılma ümidiyle mi yazmaya başlamıştın? Bize yazma serüveninin nasıl başlayıp geliştiğini anlatır mısın? Edebifikir’den önceki süreci merak ediyorum.
Hangi saikle yazmaya başladığımı açıkçası hatırlamıyorum ama anlaşılma olmasa bile fark edilme isteği olabilir. Bu da insani bir ihtiyaç. Fark edilmek gibi bir çocuğumuz var. Gerçi çocuklarımız çok ama biraz bundan bahsedeyim. Fark edilmenin, insana yaşadığını duyumsatan bir yönü sözkonusu. Yaşadığımızı hissetmemiz gerekiyor ve tek sermayemiz kendimiz. O halde bu “kendi”yi öne çıkarmalıyız. Yazmak da fark edilmenin bir süreği. Her hareketimizin altında bir “ben” var. Bu “ben”i büyütmekle geçiyor günler. O kadar bariz ki görünmez hale gelmiş. İnsan, kendinin körüdür derken biraz da bunu kastediyordum.
Edebifikir’den önce yoğun bir okuma dönemi vardı. Sabah akşam kitap okuyordum. Üniversite günlerim genelde böyle geçti. Hatta sınav günleri ders kitabı haricindeki kitapları bilhassa okurdum ve çok hoşuma giderdi. Sanırım okulun uzamasında bir rolü yoktur!
Üniversite hayatım, en yoğun kitap okuduğum döneme denk geliyor yani. Ne bulursam okuyordum diyebilirim. Öncelikle de tasavvuf klasikleri ve Necip Fazıl’ın eserleri… Sonra İbn Arabi hazretleri ile tanıştım ama okuduklarımı anlamıyordum. Anlamamak ise kitaplarını daha cazip kılıyordu. Israrla okumaya devam ediyordum. Baktım olmayacak, İbn Arabi öncesi tasavvuf kitaplarını iyi özümsersem belki anlayabilirim dedim ve klasikleri hatmetmeye başladım. Bir de Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Doğu Klasikleri” serisinin neredeyse tamamını okudum öğrencilik yıllarında. Yeşil küçük kitaplar, bilirsiniz. Fiyatları da çok ucuzdu. Yayınevine her hafta gider bir poşet kitap alırdım. Arada Eflatun’un eserlerini de aldığım olurdu. Diyaloglarının tamamını almıştım ama hepsini okuyamadım diye hatırlıyorum.
Sözün özü insan küçükken neyi hangi kasıtla yaptığını bilemez. Ama daha sonra kendine ayna tutup geçmişine baktığında hareketlerine bir anlam yüklemesi yapar. Bu yüklemenin doğru olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü düne dair bugün yapılan değerlendirmeler, bugünün zorlamaları ve ihtiyaçları içinde gerçekleştirilir. İnsan, isterse kendini sağaltmasını bilir.
Daha çok ne zaman kelimelerle, cümlelerle kavgaya tutuşursun? Yazmaya başlamadan önce herhangi bir ön şart olması gerekiyor mu?
Herhangi bir ön şartım yok. Yazmayı istemek kâfi. Zaten yazmayı istemek, ilham demek. Bir yazardan çok okur oldum ve bundan da hiç pişmanlık duymadım. Eğer bir ön şart saymam gerekiyorsa okumak derim. Kelimeler masum, bu yüzden onlarla kavgaya girmedim. Her kavgaya girdiğimde karşımdaki kim olursa olsun kendimle kavga ettiğimin farkındayım. Farkındalıkla yaşamak ise zor. Bu sebeple daha çok okumaya başladım. Farkındalığın acısını yeni bir farkındalığın acısı ile kapatmaya çalışıyordum. Ama olmadı. Sadece yara derinleşti.
Tefsir, tasavvuf, felsefe, mantık, şiir ve her türlü mistik konu ilgi alanına giriyor. Roman okumayı da ihmal etmiyorsun. Bu kadar ilgi alanıyla nasıl baş ediyorsun? Okumak sendeki hangi açığı kapatmaya yarıyor?
İçimde derin bir kuyu var. Her gün o kuyuya yeni harfler ekliyorum. Yetmiyor, kelime ve cümlelerle doldurmaya çalışıyorum. Sonuç nafile… Sisifos gibi zannediyorum bazen kendimi. Didin, didin dağın tepesine ulaş ve bir andan kendini yamaçta bul! Haliyle ben de ilgi alanlarımı çoğalttım. Tasavvuf ve tefsir küçüklüğümden beri kopamadığım iki alan. Daha sonra bunlara önce edebiyat -bilhassa şiir- sonra mantık ve felsefe eklendi. Sorunun büyüklüğünü fark etmişsinizdir sanırım. Kuyu değil dolmak, bilakis derinleşiyor. Ve ben de küçülüyorum. Bildikçe, ne kadar bilmediğim ortaya çıkıyor ve ben bilgisizliği artırmak için bilgilenmeye devam ediyorum. O halde söyleyeyim, bilmek ne kadar bilmediğimizi bilmektir.
İnsan, doğal olarak bilmek istiyor. Bildikçe de, bu bilme isteği artıyor. Böylece bir sarmalın içinde yıllar gün gibi geçmeye başlıyor. Sanıyorum ben de kendimi kaptırdım. Sufiler her türlü alışkanlığın kötü olduğunu söylüyor. Buna, kitap okuma alışkanlığı neden dâhil olmasın! Bir amacın olması gerek. Her hareketimizin arkasında kendini gösteren o büyük amaç. Bu amaçtan yoksun hareketlerin, hayatımıza bir mana katmasına imkân yok. Bazen de amacın kendisi amacın önünde bir engel gibi duruyor. Açıkçası işimiz hiç de kolay değil. Sadece yürümeye devam ediyor ve sürekli attığım adımlar üzerinde düşünmeye gayret ediyorum.
Şu sıralar hangi kitapları okuyorsun?
Pek çok kitap var elimde. Birkaç kitabı birlikte okuyorum. Bazen yıllardır beklediğim bir kitap çıkıveriyor ve tüm okuduklarımı bırakarak o kitaba kendimi kaptırıyorum. Sonra tekrar geriye dönüyorum. Kitap okuduğumu sanıyorum ama bambaşka bir şey de yapıyor olabilirim. Gerçeklik duygumu kaybettiğimi sanıyorum bazen. Bazen… Neyse ifşâ etmeyeyim zaaflarımı…
Bu aralar felsefe tarihi ile ilgili okumalara öncelik verdim. Bir yandan da şiir okuyorum sürekli. Yusuf sûresinin tefsiri ile ilgili de baya kitap okudum ve okuyorum.
Şiir yazmasam da olur dedin mi hiç? Veya nesir yazmayıp sadece şiir yazmakla yetinebilir miydin? Senin için şiiri önemli kılan ne?
Şiir yazmayı çok defa bırakmayı düşündüm. Bu satırları yazarken tekrar düşündüm. Sadece okumaktan ibaret bir hayatı düşlüyorum. Ortaya çıkan boşluğu ne ile dolduracağımı da düşünüyorum. Düşündükçe daha çok düşünüyor ve kendimi kilitliyorum. Sonra bir şiir yazmaya başlıyorum. Şiirimi beslemesi için şiir ve romanlara sarılıyorum. Bir sarmalın içinde debelenip dururken yaşım da bir yandan ilerliyor. Yazdıklarımdan hiçbir zaman razı olmadım. Yazarlığımı da hep geçici bir heves olarak gördüm. Derken yine yazmaya koyuldum. Bakın burada da bir sarmala merhaba dedim. Yazmasaydım ölürdüm diye bir cümle kurmadım hiçbir zaman. Çünkü insanın hayatta kalmak için bir türlü hayat bahanesi bulacağını yani kendini kandıracağını çok iyi biliyorum.
Hepimiz kendimize kolay gelen şeyleri yaparız. Ben de kolay geleni yapıyorum sadece. Bu yüzden kimse kimseden üstün değil. Kısacası olanda hayır var. Buradan da olmaması gerekende de hayır vardır sonucu çıkar. Her hâlükârda rüzgârda savrulan yapraklardan çok da farkımız yok. O halde mesleğimiz ya da yaptığımız iş sebebiyle de üstünlüğümüz yok. Üstünlük hazreti insana yaklaşabilmekte… Nasip olur mu!
Neden şiir, sorusuna düşünür Taha Abdurrahman’dan bir alıntı ile cevap vermek istiyorum: “Şiir insanı mücerret (araçsal) aklın ötesine ulaştırır. Aklın perdesinin arkasındakine mutttali olmak, aklın eseri olmayan bir araçla olmak durumundadır. Bu araç da şiirden başkası değildir. Şiirdir ki insana yedi tabakayı deldirir ve onu gizli ve sonsuz bir biçimde âlemlere nüfuz ettirir.” Kısacası aklın ötesine ermek mümkün ve bunun yolu da şiirden geçiyor. Müthiş bir imkân değil mi? İnsanın kendisini aşmasından daha mühim ne olabilir?
İlk şiir kitabın Çıplaklık Giyinir Hakikat’in baskısı tükeneli çok oldu, ikinci şiir kitabın Renklerden Ayrılık’ı yayınlayan Bülent Parlak rahmeti rahmana kavuştu, üçüncü şiir dosyanı hazırladığını ve henüz yayıncı bulamadığını biliyorum. Kitlesi olan, kitapları satan fakat yayınevi sıkıntısı çeken bir şair olarak günümüz şiir yayıncılığı hakkında ne düşünüyorsun?
“Şiir cehennemdir!” Böyle demiş Sezai Karakoç, şiir yazdığını söyleyen bir gence. Kötüyüz. Kötülükten beslenen bir yanımız var. Menfaat devreye girdi mi gözümüz sadece kendimizi görüyor. Bunları yayınevlerinin kitap basma politikası için söylüyorum. Israrla çarkın içine girmemeye direniyorum. Sonumuzu iyi görmediğimi söylemeliyim. Böyle olmamalı demiyorum, bilakis meseleyi anladım. Olması gerektiği gibi her şey. Müthiş bir tiyatro oynanıyor, dünya denen sahnede. Tamam, ilk önce oyunculara yönelmeli ve oyunu anlamaya çalışmalıyız. Ama daha sonra oyun yazarına gözleri dikmek gerekiyor. Bütün sır da o zaman çözülüyor. Her şey olması gerektiği gibi, bize acı verse de. Her şeye rağmen Türkiye’de şiir yazılıyor ve yazılmaya devam ediyor. Bu başlı başına büyük bir iş. İnsanın ölmediğini daha doğrusu insanlığın yaşadığını gösteriyor.
Editörlüğün seni besleyen ve zehirleyen yanları nedir?
Pek çok düşman büyüttüm. Şiir ve yazılarını yayınlamadığım ve üslubumun sertliğinden şikâyet eden kişiler zamanla düşman oldular. Bazen siteye yazdığım yazıların altına yazılan yorum ve bana gelen maillerden çıkarıyorum bu sonucu. Editörlük iyi bir şey olmasa gerek diyorum. İnsanlar, gerçeği aramıyor ki! Yalan söylenilmesini istiyorlar kendilerine. Yalan kötüdür diyorum kendime sürekli, gerçeği çarpıtmanın iyi bir yanı olmasa gerek diyorum ama hayatını birkaç yalanın üstünde yaşayanları görünce belki de kendime söylediğim yalanların körüyümdür diyorum. Sonra da düşman büyütmeye devam ediyorum.
Açıkçası editörlüğü seviyorum. Metinlerle kavga etmek, direk insanlarla kavga etmekten daha sevimli. Sonuçta her metin, editörüne göre şekil almak zorunda. Ama bazen metnin kuvveti, editörü kendine benzetebiliyor. Bu ayrı bir maharet.
Neden fotoğraf çekinmiyor, görüntülenmekten hazzetmiyorsun? Bu tavrı biraz abarttığın yönünde eleştiriler var. Nedir kaçtığın? Şöhretse eğer, gizem de şöhrete kapı aralamaz mı?
İstanbul’daki kitap imza günlere katılıyorum. Haftalık dersler sayesinde her hafta birçok kişiyle tanışıyorum. Ayrıca mail atıp tanışmak isteyenlerle de görüştüğüm, buluştuğum oluyor. İl dışından bir vesile ile İstanbul’a gelen okurlarla da görüştüğüm vâki. Saklandığım yok yani. Her an, Tuzla, Pendik, Maltepe ve Kadıköy dörtgeninde bir kitapçıda ya da Marmaray’da kitap okurken rastlaşabiliriz.
Resim çekilmeyi sevmiyorum desem. Bu sevgisizlik sosyal medyanın çıkmasıyla belirdi. Çünkü üniversitede çekilmiş bir kaç resmim var. Somuta karşı bir antipatim de olabilir. Hatıraların somut bir getirisi (fotoğraf) olması gerekmiyor bence.
Gizem, şöhrete kapı aralar tabii ki. Gizem için fotoğraf çektirmediğimi düşünmüyorum. Yoksa öyle mi! Bilemiyorum, bunun üzerinde biraz daha düşünmeliyim. Ya da farkındalık ihtiyacımı böyle mi tatmin ediyorum? Bunu da düşünmeliyim. Ama şunu söyleyebilirim. Kendimi hiçbir zaman önemli biri olarak görmedim. Eti budu belli biriyim. Her hâlükârda kendimi kandırıyor da olabilirim ki bu kuvvetli bir ihtimal. Kuyuma hoş geldiniz!
Hatırlanma isteği de olabilir tabii ki. Emin değilim. Yabancı bir dizideki ilginç bir sahne geldi aklıma. Ölmesine bir gün kalan evsiz bir kanser hastası sıcak bir gece geçirebilmek için hastaneye gider. Doktor da acır ve onu bir odaya alıp yatırır. Kanser hastasının acısı her geçen saat artmaktadır ama acısını dindirecek ilaç (morfin) almayı reddeder. Doktorun baskıları da sonuç vermez. Fakat doktor bir türlü bu durumu anlamaz ve hastayı sorgulamaya başlar. Doktor, hastanın acısız bir şekilde ölmesini sağlamanın derdindedir. Ölümcül hasta, doktora acı çekerek ölme isteğini şöyle açıklar: “Beni hatırlamana ihtiyacım var. Birinin beni hatırlamasını istiyorum. Ailem yok. Arkadaşım yok. Gerçek bir işim bile yok. Huzur içinde ölürsem herhangi bir hastadan farkım olmayacak. Ama acı çekerek ölürsem… Bir şeyleri değiştirdiğimi bilerek ölmek istiyorum.” Ve doktor ikna olur. Adamın acı çekerek ölümünü izler. O kadar aciziz ki, hayatımız hatırlanmamıza fayda sağlamıyorsa ölümümüzün hatırlanmasını istiyoruz. Herkes bir şekilde hatırlanmanın derdin de. Ben de!
Belki de fotoğraf meselesini abartmış olabilirim. Egom sebebiyle de olabilir. Birçok kişi bana kibirli diyor. (İnşallah değilimdir.) Sonuçta fotoğraf çekilmeyerek tersinden bir bilinirlik sağlamış olabilirim, niyetim bu olmasa da. Her hâlükârda insan olmak pişmanlık yağmurlarında sırılsıklam ıslanmaksa ben de çok ıslandım.
İnsana dair yapılan tanımlardan en çok hangisi seni cezbediyor? Niçin?
Ahmed İbni Zerruk hazretleri, tasavvufun çeşitli yönlerden ele alan iki bin civarında tarif ve tefsiri olduğunu söyler ve bunların özünün ise Allah Teâlâ’ya samimi bir şekilde yönelmek olduğunu belirtir. Samimiyet bir hazine. Kişiyi Hakk’a vardıran olmazsa olmazların başında yer alan bir özellik. Buna rağmen ne kadar az rastlanan bir özellik. İnsanın da sayısız tanımı var. Bazen biri, bazen diğeri ile çarpılabiliyorum. İçinde bulunduğum halet-i ruhiyeye göre farklı tanımlardan farklı zamanlarda etkileniyorum. E, sözü nereye getirmeye çalışıyorsun diyebilirsin ama sözü zaten gelmesi gereken yere getirdim. Çoklukta birlik! Çokluğu görmeli ama birliği de. Hepimiz haklıyız.
İnsana varmadan Hakk’a varmak mümkün mü?
Şeytan ve melek, günah ve sevap, iyilik ve kötülük arasında mekik dokuyan bir varlık olarak insanı, kâmil bir manada tanımlamak için kişinin kendilik bilincine ermesi gerektiğini düşünüyorum. Her tanım hem kendimizden hem de tanık olduğumuz kişilerden yola çıkarak oluşsa da bu tanıma özünü veren kişinin kendine dair bilgisidir. Fakat sanki insanlık, bu bilgiye ulaşmamak için bir sistem kurmuş gibi. Her gün binlerce insan olarak bu sistemin çarklarında eziliyor ve kendilik bilincinden uzak çöllerde susuzluktan ölüyoruz. O halde insan en çok kendini bilemeyendir belki de.
Hakk’a giden yol, kendilik bilgisinden geçer. Kendilik bilgisi ise başkaları sayesinde oluşur. O halde birbirimize muhtacız. Hem madden hem de manen. Ayrıca her varlık Hakk’ın bir âyetidir. O halde insana varmak Hakk’a varmaktır. Söylediklerim çok kitabi olabilir ama yol böyle. Yol, yavaş yavaş kendini açan ve yürüdükçe anlaşılan bir fenomen. Yürümek ise başkaları ile yoldaş olmayı getirir. Yoldaşlık da kendilik bilincinin oluşmasına sebebiyet verir. Buradan da hakikate doğru yol başlar.
İnsanlara ayna olmanın bedelini bilen birisin. Kendini hangi aynada izliyorsun?
Ayna olmanın bedeli tabii ki de kırılmaktır. Pek çok kez kırdım ve kırıldım, birçok kişi gibi. Kırılınca tekrar eskisi gibi olmak açıkçası çok zor. Olabilenlere bilge, arif vb. sıfatlar veriyoruz. İnsanın kaderi, eğer çok bencil değilse kırmak ve kırılmaktır.
İnsan olmak da kendindeki bu kötü sıfatlarla savaşmaktan ibaret. Birbirimize ayna olmak zorundayız ama kırmak zorunda değiliz. Kendimizi eğitirsek kırılan ayna sayısını azaltabiliriz. Çok ütopik durduğunun farkındayım ama elimde sadece umut var. Ve ben de sarıldım.
Aynamı soruyorsan eğer, şu an sensin. Biraz sonra ise kim olacağına dair bir fikrim yok. Hakikatte ise tek bir ayna vardır. Görebilene aşk olsun!
İşin trajik tarafı ise tamamen yanılmış olma ihtimalimin olması. Düşünsene, ya bunca sene sonunda vardığımı düşündüğüm yer vardığım yer değilse! Ya bir tiyatronun oyuncusu olup tiyatroda olduğumuzu bilmiyorsak! En iyisi düşünmemek demek geliyor içimden ama ondan başka da hareket alanımız yok. Allah Teâlâ sonumuzu hayr eylesin.
Senden beklediğimiz İnsan Sözlüğü’nü yazmaya ne zaman başlayacaksın? Ayrıca yeni kitap projen varsa bahseder misin?
Projelerimi kimseye anlatmam genelde. Ketum biriyimdir. Duygularımı hep içimde saklarım. Beni çok zorladığın için İnsan Sözlüğü’nden bahsetmiştim sana. Bu metni okuyanlara, projelerinden kimseye bahsetmemelerini öneririm. İnsan kıskanç bir varlık. Kıskançlığı ile madde ve mananızı etkileyebilir. Kenafir gözlülerden sakının yani.
Projelerimizden, ehil ve kıskanç olmayan insanlara sadece istişare niyetiyle bahsetmek gerek. Eğer istişare gerekmiyorsa asla kimseye projelerimizi anlatmamayı salık veriyorum. Ayrıca genelde tanıdıklarımız, bizi yapmak istediğimiz şeylerden vazgeçirmekle meşhurdur. Hayır böyle değil, demeden önce biraz düşünün. Bana hak vereceğinizi biliyorum. Projelerimizin ilk katili hep sevdiklerimiz olur. Yapamayacağımızı, projenin sonucunun olmayacağını söyleyerek bizi vazgeçirir ve bunu bizi sevdikleri için yaptıklarını söylerler. Hâlbuki insanı tanımıyorlar! Düşüp kalkmanın gerekliliğinden habersizler! Arkadaş seçimi önemli, hem de çok. Düşeceğin zaman seninle birlikte düşmek isteyen bir arkadaş, senin düşmene engel olan arkadaştan daha hayırlıdır. Düşmek metafor…
2024 yılında Edebifikir yazarlarından beklentin nedir? Nasıl bir yayın politikası izlemeyi düşünüyorsun?
Yazar dediğin, yazar. Olayı budur. Yazdıkça kendine yaklaşır, kendi kuytularını aydınlatırken okurlara yol, yoldaş ve hatta acı olur. Bundan başka beklediğim bir şey yok. Her hafta bir yazı göndersinler, sorgulamaları hemen cevaplasınlar, dosya konularını genişçe yazsınlar. Bir editörün, yazarlarından başka ne beklentisi olur ki. Bir de İstanbul’a daha sık gelsinler. Canım çok sıkılıyor.
Aralık ayının sonunda Maltepe’de yazarlarımızın bir bölümü ile 2024 yılı yayın politikasını istişare ettik. Bazı sonuçlara vardık. Sonuçları, görüşlerini almak için il dışındaki yazarlarımıza mail attım. Kısaca bahsetmek gerekirse, yeni dosya ve sorgulama konuları belirledik. Çeşitli bölümler için görevlendirmeler yaptık. Haykırış ve nümayiş (eylem) bölümlerimiz için yeni fikirlerimiz var. Gerçi Bahadır, siteyi kapatalım, kendi içimize çekilelim, neden okurların dırdırını çekip duruyoruz diyor ama buna kulak asmayalım diyorum. Yine de insana güven olmaz. Belki de kıyametimiz kopar ve bir selam veremeden sahneden çekilebiliriz. Hayr olsun.
Bize bir iğne batır?
Cennete mi yoksa cehenneme mi gideceğimi bilmiyorum ama bizi okuyanlara şu gerçeği hatırlatabilirim. Nereye gidersek gidelim pişmanlıktan öleyazacağız. Öyle böyle değil hem de!
Belki de Osman Kemâlî hazretlerinin şu nutkuna kulak vermek gerekir:
“Hâcib-i cennet lisândır hem cehennem mâliki
Nârı nuru fark için erbabına îmân gerek”
(Lisan, hem cennetin hem de de cehennemin kapıcısıdır. / Cennet ve cehennemi fark etmek için kâmillere iman gerek.)
Kendine bir çuvaldız?
“Eylemez Kur’ân nüzul rûh olmasa rûhu’l-emin
Kalb-i ârif âşinâ-yı münzil-i Kur’ân gerek”
(Ruh, Cebrail olmazsa gönle Kur’an inmez / Bunun için arif bir kalp sahibi ve Kur’an-ı gökten kalbe indirmeyi bilen birisi olmak gerekir).
Bir teselli cümlesi?
Malum gençler ileri (geleceğe) bakarak, yaşlılar ise geriye (hatıralara) bakarak hayata tutunur. Her ne olursa olsun insan, Allah’a tutunur. Ama genelde tutunduğunun kim olduğundan habersizdir. “Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zümer, 36)
Yazarlarımızla Hasbihal Serisi
Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Can Coşkun
Yazarlarımızla Hasbihal: Cüneyt Dal
Yazarlarımızla Hasbihal: Bilal Can
Yazarlarımızla Hasbihal: Adem Suvağcı
Yazarlarımızla Hasbihal: Davut Bayraklı
Yazarlarımızla Hasbihal: Muhammet Emin Oyar
Yazarlarımzla Hasbihal: Ömer Ertürk
Yazarlarımızla Hasbihal: Feyyaz Kandemir
Yazarlarımızla Hasbihal: Mehmet Raşit Küçükkürtül
Yazarlarımızla Hasbihal: Celal Kuru
Yazarlarımızla Hasbihal: Muhammed Furkan Kahya
Yazarlarımızla Hasbihal: Bahadır Dadak
Yazarlarımızda Hasbihal: Mehmet Erikli
3 Yorum