Hem Kehanet Hem Fazilet
17. yüzyıldan itibaren Osmanlı hanedanı için bir fezâil literatürü gelişmeye başlamıştır. Daha önce farklı türdeki eserlerin içinde parça parça yer alan ve Osmanlı hanedanının faziletlerini anlatan övgü ve meşruiyet ifadeleri artık müstakil risalelerde karşımıza çıkmaya başlar. Bu risalelerdeki en temel argümanlardan biri de hanedanın seçilmişliğine dair vurgudur.
Mısırlı Hanefî fakihlerinden Seyyid Ahmed Hamevî (v. 1687), el-Esʾiletü’l-Hanefiyye bi’l-ecvibeti’l-Hameviyye isimli risalesinde Osmanlı padişahlarının keşif ve irfan ehlince sahabeden sonra en âdil topluluk olarak görüldüğü nakleder ki,[1] bu ifade Şeceretü’n-Nu’mâniyye’yi hatırlatır.
Osmanlı’nın meşhur hekimlerinden Ayaşlı Şâbân-ı Şifâî’nin (v. 1705), Mer‘î bin Yûsuf el-Kermî’nin (v. 1624) Kalâʾidü’l-ʿikyân fî fezâʾil-i Âl-i ʿOsmân’ını ilavelerle zenginleştirerek tercüme ettiği Fezâil-i Âl-i Osmân’ı 1704 tarihli olup dönemin padişahı Sultan III. Ahmed’e ithaf edilmiştir. Fezâil literatürünün önemli eserlerinden biri olan bu kitapta İbnü’l-Arabî takipçilerinden Bosnevî Ali Dede’nin (v. 1598) Risâle-i İntisâriyye’sinden naklen Osmanlıların saltanatının kalıcı olduğu ve devletlerini/hilâfeti ancak Mehdî’ye teslim edecekleri anlatılır.[2] Bu konuda İbnü’l-Arabî’ye nispet edilen Kitâbü’l-Müsâmere’ye de atıf vardır. Benzeri ifadelerin aynı zaman diliminde Derviş Ahmed’in Risâle-i Teberdâriyye’sinde[3], bir asır kadar sonra ise vak’anüvis Ahmed Vâsıf Efendi’nin (v. 1806) Mehâsinü’l-âsâr ve hakāiku’l-ahbâr’ında yinelendiğini görürüz.[4] Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in Osmanlı Müellifleri’nde verdiği bilgiye göre ise Risâle-i İntisâriyye; İbnü’l-Arabî de dâhil ümmetin büyük zatlarının Osmanlıların faziletleri ile saltanatlarının bekasına dair keşiflerini nakleden Arapça bir eserdir.[5]
Şâbân-ı Şifâî’nin ifadelerini Şehrîzâde Mehmed Said Efendi’nin (v. 1764) Târîh-i Nevpeydâ’sında da görürüz.[6] Şehrîzâde, Osmanlı hanedanının faziletlerini anlatırken Risâle-i İntisâriyye’de İbnü’l-Arabî’ye nispet edilen ifadeyi tekrar eder. Başka bir bahiste de İbnü’l-Arabî türbesinin ihyasına değinirken “Sin-Şın” kehanetini araya sıkıştırır.
Sultan I. Mahmud (bir görüşe göre ise II. Mahmud) devrinde Musa el-Kudsî el-Halvetî tarafından yazılan ve hilâfetin Âl-i Osman’a intikalini konu edinen Arapça risalede de fezâil edebiyatının bir numunesi olarak, hanedanın faziletleri ve devamlılığı anlatılır. Müellif, müstakbel Osmanlı padişahı “Selim-i Hâtim” ifadesi ile geleceğe dair kehanetlerini sıralarken dayandığı kaynaklar İbnü’l-Arabî ve Şeceretü’n-Nu’mâniyye şârihleridir.[7]
Görüldüğü üzere 18. yüzyılda Şeceretü’n-Nu’mâniyye’den bahseden eserlerin, birbirinden de alıntıda bulunarak Osmanlı Devleti’nin seçkin ve seçilmiş olduğunu ispat gayesinde oldukları görülür. Sadrazam Koca Râgıb Paşa’nın (v. 1763) Tahkîk ve Tevfîk isimli eseri 1736 yılında İstanbul’a gelen İran elçilerinden hareketle dönemin Osmanlı-İran münasebetlerini konu edinir. Eserin bir bölümünde hilâfet konusuna da değinilir. Osmanlı hanedanının “halifetullah” olduğunu ispata uğraşan Osmanlı heyetinin getirdiği delillerden biri de; Şeyhü’l-Ekber’in Osmanlı’nın zuhurundan evvel kaleme aldığı Şeceretü’n-Nu’mâniyye ile Osmanlı sultan, vezir ve âlimlerini haber vermesi, yanı sıra devletin Kıyamet’e kadar devam edeceğinin müjdelenmesidir.[8] Aynı manzara Mustafa Kesbî Efendi’nin (v. 1798’den sonra) İbretnümâ-yı Devlet’inde de tekrar edilir.[9]
Fusûsü’l-Hikem mütercimi (ki bu konudaki izni rüyasında Şeyh’ten aldığını ifade eder) ve vak’anüvis Hâkim Mehmed Efendi (v. 1770), Târih’inde Osmanlı sultanlarının evliyadan zatlar oluşunun şüphe götürmez olduğunu iddia eder. Bu konuda dayandığı kaynak ise İbnü’l-Arabî’ye ait olup ismen zikretmediği fakat Osmanlı hükümdarlarını konu edinen, “mahsûs-ı mülûk-ı ‘Osmânî hakkında” bazı risalelerdir. Bu atıf da akla ilk olarak Şeceretü’n-Nu’mâniyye’yi getiriyor. Yine eserde yer alan ve III. Selim’in doğumuna yazılan şiirdeki harfe dayalı imalar için sayfa kenarınaki “Nüzûl-i ‘ayn; işâratün bi-‘İsâ ‘aleyhi’s-selâm ve bekā’-i Âl-i ‘Osmân ilâ-tilke’l-müddeti, zekera eş-Şeyh Muhyiddîn kuddise sırruhû” ifadesi ile; İbnü’l-Arabî’nin, İsa Peygamber’in yeryüzüne inmesine yani âhir zamana dek sürecek olan Osmanlı hanedanını haber vermesi hatırlatılır.[10]
Aynı dönemde Türk şiirinin zirvelerinden Şeyh Gâlib’de (v. 1799) de “Sin-şın” imasına denk geliyoruz: “Selîm-i Evvel’e olmuşdu zâhir sırr-ı Muhyiddîn”[11]
Bu yüzyılda Osmanlı tarihinin en etkili âlim ve mutasavvıflarından biri olan İsmail Hakkı Bursevî (v. 1725) de Kitâbü’n-Netîce’de Şeceretü’n-Nu’mâniyye’den bahsetmiştir. Şeyh Bursevî, evliyânın da gayb bilgisine -bir keramet olarak- mazhar olabileceğini ifade ettikten sonra örneğini “Şeyh-i meşâyihi’d-dünyâ” İbnü’l-Arabî’den vermiştir. Ona göre bu ilim Hazret-i Peygamber’den Hazret-i Ali’ye, oradan da istidat ve nasibine göre evliyaya ulaşmış; büyük kısmı ise hâtemü’l-evliyâ olan İbnü’l-Arabî’de zuhûr etmiştir.[12] Yalnız Bursevî’nin üzerindeki Ekberî etkisi, İbnü’l-Arabî’nin velâyetinden çok daha fazlasına karşılık gelmektedir. Bu etki o kadar belirgindir ki; Bursevî, “Vahdet-i vücûd” telakkisini son ve kâmil devlet olarak gördüğü Osmanlı’nın devlet yapısına entegre ve bir manevî otorite tesisi fikriyle eserler kaleme almıştır. Bursevî’ye göre Mehdî’ye kadar varlığını devam ettirecek olan Osmanlı, bizâtihi devlet teşkilâtı ile Mehdîyet’i temsil etmektedir.[13] Birçok Osmanlı padişahına saltanatları döneminde Mehdîlik, Mehdî-yi âhir zamanlık veya en azından Mehdî-yi zamanlık isnat edildiğini göz önünde bulundurursak; Bursevî’nin devlet ve hanedanın Mehdîyeti tezini ortaya atması meseleye genel bir bağlam kazandırma amacındadır denilebilir.
Devletin Kaderini Cifr İlmine Bağlayan Bir Padişah
Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin etkisine dair çarpıcı bir örneğe Âsım Efendi Tarihi’nde rastlıyoruz. Eserin Sultan III. Mustafa (v. 1774) üzerindeki etkisini aktarmadan önce, sultanın cifr ilmine olan merakını anlatmak doğru olacaktır.
Uzun ve stresli bir kafes hayatından sonra tahta çıkan III. Mustafa’nın padişahlık dönemi (1757-1774) de oldukça meşakkatli geçmiştir. Herhalde şu meşhur nazmı, devletin içinde bulunduğu hâlin yanı sıra kendi hâlet-i rûhiyyesini de ifade eder:
“Yıkılubdur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devleti çarh-ı denî virdi kamu mübtezele
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezen hep hazele
İşimüz kaldı hemân merhamet-i Lem-yezel’e”
İlm-i nücûm ve cifre fazlaca düşkün olan padişahın hayatında bu gaybî ilimlerin belirleyici bir etkisi olduğu görülür. Eşref-i sâate dikkat etmeden iş görmeyen Sultan, vezirlerini seçerken yıldızının yüksek olduğuna inandıklarını tercih ederdi. Döneminde Fas ve Prusya’dan müneccimler talep edildiği kaydedilmiştir. Yalnız Ahmed Resmî Efendi, Hulâsatü’l-i‘tibâr’ında Prusya Kralı II. Friedrich’in bu talebe verdiği acı ve okuyana mahcubiyet veren cevabı da nakleder. Kral, başarının sırrı ve tavsiyesi olarak müneccimleri değil; tarih bilgisi, eğitimli bir ordu ve dolu bir hazineyi salık vermiştir.[14] Nitekim Şem’dânîzâde (v. 1779) Mür’i’t-Tevârih’inde padişahın vefatını anlatırken “fenn-i mezbûrun [nücûmun] nuhûseti üzerinden dûr olmadı” diyerek bu ilgisinin padişaha uğursuz geldiğini ifadeden kendini alamaz.[15] Başka bir yerde Sadrazam Şehid Ali Paşa’nın cifr gibi ilimlere merakının devletin başına açtığı gâileleri aktarır. Kararlarını alırken ilim ve fazilet ehli yerine müneccimler ve ehl-i cifrle meşveret etmesinin, hakkında şu isabetli hükmün verilmesine neden olduğunu bildirir: “Şimdiden girü bu vezîrden felâh gayr-i me’mûldür. Zîrâ nücûma i’tibâr iden vüzerâda felâh bulmuş yokdur.”[16]
Söz arasına şunu da sıkıştırmak gerekir; III. Mustafa döneminde 26 yıl müneccimbaşılık vazifesinde kalıp 1773’te vefat eden ve padişah üzerindeki etkisini tahmin edebileceğimiz Fethiyeli Halil Efendi’nin terekesindeki kitaplardan biri de Safedî’ye atfedilen şerhtir.[17]
Döneminin önemli tarihçi ve dil âlimlerinden Mütercim Âsım Efendi (v. 1819) de cifr ilmine ve İbnü’l-Arabî’nin kerametine kâildir, eserinde gayba dair verdiği haberlere kendisinin de inandığını belli edip konuyla ilgili örnekler verir. Şeyh’e dayanarak Osmanlı padişahlarının “müceddid-i dîn ü saltanat” olduklarını belirten Âsım Efendi; Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin en önemli kısımlarından biri olan, devletin Mehdî’nin çıkışına kadar devam edeceğine dair ifadenin Osmanlı padişahlarına bir teselli olduğunu ifade eder.
Âsım Efendi’nin, müneccim-i sâni Yakub Efendi’den naklettiğine göre İbnü’l-Arabî’nin “Şecere-i Kübrâ”sında Sultan III. Mustafa “Necmü’s-selâtîn”, oğlu III. Selim ise “Zeynü’n-necm” unvanları ile kaydolunmuştur. III. Mustafa buradan aldığı işaretle doğacak evladının ana rahmine düşmesini kaydetmiş, buradan da doğması gereken saati hesaplamıştır. Beklenen gün geldiğinde, doğum hesaplanan dakikaya denk getirilmeye çalışılsa da mümkün olmamış fakat hekimbaşı parmağıyla saatin milini olması gereken dakikaya getirmiş ve padişaha doğum haberi duymak istediği şekilde verilmiştir.
Cifr hesaplarına uygun şekilde istediği müjdeyi alan III. Mustafa, oğlunun büyük bir cihangir olacağını defaatle etrafına müjdelemiştir. Hatta ölüm döşeğindeyken -aynı gerekçeyle- kendisinden sonra tahta, kardeşi (I.) Abdülhamid’in değil, oğlunun geçirilmesini tavsiye etmiştir.
Âsım Efendi, III. Selim’in de bu duruma kalpten inanmış olduğunu ve bunun siyasetini de etkilediğini ifade eder.[18] Hatta Tarih-i Cevdet’te bu hikâye nakledilirken III. Selim’in, henüz şehzadeliğinde bu minval üzere gayrete gelip “Devlet-i Aliyye’ye bu rehâvet neden iktizâ ideyor, gitdikce revnak-ı saltanat-ı Osmânî gideyor, ben şimdi saltanatda olsam şöyle yapardım böyle piçerdim deyü söylenür idi.” diyerek fikirler yürüttüğü aktarılır.[19] Cevdet Paşa III. Selim’in cihangirlik sevdasında olduğundan hareketle, etrafındakilerin bu zaafını nasıl kullandığını aktarmaktadır. Padişaha “müceddid-i devlet” olduğunu ispata çabalayan bu zevâtın delilleri ise cifre dair manzûmeleriyle meşhur şair Kâimî’nin (v. 1691 [?]) şiirleri ile “Cifr-i Kebîr-i Şeyh-i Ekber”den bölümlerdir.[20]
Kaderin bir cilvesi, baba-oğul arasında padişahlık yapan I. Abdülhamid ise ilm-i nücûma itibar etmez; sadece gelenek ve teşrifat kurallarına hürmetinden dolayı bu “âdet”i devam ettirirdi.
Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki anakronizme düşülmesin; bu gibi gaybî ilimlere itibar edilmesi hususu ne padişaha ne de çağına özgüdür. Tarih boyunca hemen bütün toplumlarda kitleleri idare etmek sorumluluğunda bulunanların, bu sorumluluklarını yerine getirirken kendi bilgi, yetenek ve iradelerinin yanı sıra metafizik alandan da medet umdukları sıklıkla görülür. Yapılan araştırmalara bakarak 20. yüzyılda Hitler’den Ronald Reagan’a, Boris Yeltsin’den François Mitterrand’a kadar birçok liderin benzeri tutkularının olduğunu görmek, bu yüzden pek şaşırtıcı gelmemeli.
“Devlet-i Muhammediyye”
Bu arada Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin bir kez daha bir Osmanlı paşasına işaret ettiğine dair kayda Câbî Tarihi’nde rastlıyoruz. Câbî Ömer Efendi’nin (v. 1814 [?]) naklettiğine göre Hekimoğlu Ali Paşa’nın maiyetinde Mısır’a gelmiş olan Cezzâr Ahmed (Paşa), cifr bilgisinin üstünlüğü ile de tanınan Ezher şeyhi Demenhûrî (v. 1778) ve yanındaki iki âlim zattan “hazret-i Şeyhü’l-ekber efendimizin cîm cîm deyü tahrîr u rumûz buyurdukları sensin.” müjdesini almıştır. Halbuki “cim-cim-cim” ifadesi daha önce bambaşka yorumlanmıştır; görülüyor ki kehanetler hem zamansız hem de yaşanılan zamana hitap eden/ettirilen metinlerdir.
Demenhûrî ve yanındaki zatlar devamla yaptıkları nasihatle devam edegelen bir anlatının, Osmanlı Devleti’nin Mehdî’ye erişeceğinin neden ve nasılını izah; bu arada devletin esas sahiplerinin de Hazret-i Muhammed ile Hazret-i İsâ olduklarını ifade ederler:
“Bu Devlet-i ‘Aliyye dedikleri Devlet-i Muhammediyye’dir. Hazret-i İsâ aleyhi’s-selâm; yâ rabbî, herkesin pederi var, benim yok. Bana bundan hayâ geliyor ve derûnum melûl oluyor dedikde Hakk te’âlâ tarafından; senin pederin vardır, melûl olma denildikde; benim pederim kimdir, bana ma’lûm eyle deyince, senin pederin âhir zemân peygamberi Muhammed aleyhi’s-selâmdır ve senden altıyüz sene sonra dünyaya teşrîf edecekdir denildikde, hazret-i İsâ; ben pederimin mîrâsını isterim deyü recâ edicek, nihâyetü’l-emr hazret-i İsâ Efendimizi sema’a urûc ve el-yevm hayatda olup, hazret-i Fahrü’l-âlem teşrîf buyurup, bu kadar cihân ve ol hilâfetleri çehâr yâr-ı güzîn ve nihâyet Âl-i Osman’a ve nihâyeti hazret-i Mehdî yedine ve ol dahi evlâd-ı Muhammed’den olmağın, bi’l-vesâya hazret-i İsâ yedine pederi mîrâsı olmak üzre bu devleti teslîm buyuracaklardır. Bu husûs ile, bu devlete ne Devlet-i ‘Aliyye ve ne Devlet-i Osmâniyye derler. Buna Devlet-i Muhammediyye derler. Bu devlete hıyânet eden, peygamber ve dîne hıyanet etmiş olur ve tez cezâsını bi’t-takrîb bulur. Sen pâdişâhdan aşağı [ve] vüzerâdan yukarı rütbede bir âdem olursun. Lâkin Devlet-i Muhammediyye’ye ziyâde sadâkat eyle [ve] bir kimesneden havf etmeye[sin]”[21]
Tabii Napolyon’a Akka önlerinde ilk yenilgisini tattırmış olmakla meşhur Cezzâr Ahmed Paşa’nın faaliyet ve başarıları ile adalet ve dindarlığını anlatan risaleler telif ettirip bir mânevî şahsiyet inşâsına ve buna dayanarak nüfuzunu genişletmeye yönelik çabalarına işaret eden yorumların varlığı, anlatının kaynağı noktasında bazı işaretler de vermiyor değildir.
Devam edecek…
HALİL KARATAŞ
Kaynakça
[1] Muhammet Abdullah Yeter-Ahmet Ekşi, “Hamevî’nin ‘el-Es’iletü’l-Hanefiyye bi’l-ecvibeti’l-Hameviyye’ Adlı Risâlesinin Tenkitli Neşri ve İrsâdî Vakıflara Dair Bir Değerlendirme”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı 43 (Haziran 2024), s. 44.
[2] Feridun M. Emecen, “Hilafetin Devri Meselesi: Şaban-ı Şifaî ve Şehrizâde Mehmed Said’in Görüşleri Üzerine Yorumlar”, Osmanlı’nın İzinde – Prof. Dr. Mehmet İpşirli Armağanı, İstanbul 2013, c. 1, s. 565.
[3] Pınar Saka, Derviş Abdullah – Risâle-i Teberdâriyye fî Ahvâl-i Darü’s-sa‘âde (Değerlendirme-Çeviri Metin), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007, s. 9.
[4] Nevzat Sağlam, Ahmed Vâsıf Efendi ve Mehâsinü’l-Âsâr ve Hakāiku’l-Ahbâr’ı 1166-1188/1752-1774 (İnceleme ve Metin), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı İslam Tarihi ve Sanatları Bilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2014, s. 7-9.
[5] Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, haz. M. A. Yekta Saraç, Ankara 2016, c. 1, s. 125.
[6] Nurten Sevinç, Şehrîzâde Mehmed Said ve Kurretü’l-Ebsâr (Târîh-i Nevpeydâ) Adlı Eseri: Tahlil ve Metin, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tarih Programı Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2020, s. 308-309, 347-348.
[7] N. Ahmet Asrar, “Hilâfetin Osmanlılara Geçişi ile İlgili Rivayetler”, çev. Süleyman Tülücü, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 22, (Şubat 1983), s. 98-100.
[8] Koca Râgıp Mehmed Paşa, Tahkik ve Tevfik, haz. Ahmet Zeki İzgöer, İstanbul 2003, s. 66-67.
[9] Mustafa Kesbî, İbretnümâ-yı Devlet (Tahlil ve Tenkitli Metin), haz. Ahmet Öğreten, Ankara 2002, s. 482-483.
[10] Mehmed Hâkim Efendi, Hâkim Efendi Tarihi (Osmanlı Tarihi 1166-1180/1752-1766), haz. Tahir Güngör, İstanbul 2019, c. 1, s. 511-512; c. 2, s. 1049-1050.
[11] Şeyh Gâlib Dîvânı, haz. Naci Okçu, https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/10654,metinpdf.pdf?0 (Erişim Tarihi: 7.12.2024)
[12] İsmâil Hakkı Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, haz. Ali Namlı, İstanbul 2019, s. 198. “Sin-şın” rivayeti için; age, s. 923.
[13] Bursevî’nin bu konudaki fikriyatına ayrıntılı bir bakış adına; Özkan Öztürk, Siyaset ve Tasavvuf – Osmanlı Siyasi Düşüncesinde Tasavvufun Tezahürleri, İstanbul 2017.
[14] Kemal Beydilli, “Mustafa III”, DİA, c. 31, s. 280-283.
[15] Şem’dâni-zâde Fındıklılı Süleyman Efendi Târihi Mür’i’t-Tevârih II/B, haz. Münir Aktepe, İstanbul 1980, s. 116.
[16] Mustafa Öksüz, Şem’dânîzâde Fındıklılı Süleyman Efendi’nin Mür’i’t-Tevârîh Adlı Eserinden (180B-345A) Tahlil ve Tenkidi Metni, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Ortaçağ Tarihi Programı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2009, s. 319-324.
[17] R. Hakan Kırkoğlu, Sultan ve Müneccimi, İstanbul 2017, s. 72, 123.
[18] Mütercim Ahmed Âsım Efendi, Âsım Efendi Tarihi, haz. Ziya Yılmazer, İstanbul 2015, c. 1, s. 675-677, 693.
[19] Ahmed Cevdet Paşa, Târîh-i Cevdet, haz. Sadık Emre Karakuş-Murat Babuçoğlu, Ankara 2017, s. 2333-2334.
[20] Ahmed Cevdet Paşa, Târîh-i Cevdet, Dersaadet 1309, c. VIII, s. 148.
[21] Câbî Ömer Efendi, Câbî Târihi I, haz. Mehmet Ali Beyhan, Ankara 2003, s. 84.
Yazı Dizisi
Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (1)
Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (2)
Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (3)
1 Yorum