Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (2)

Mısır’da Doğan Kehanetler

Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin ortaya çıkış sürecine gelirsek, üç aşamalı bir yol takip etmek yerinde olacaktır. Evvela karşımıza çıkan, İbnü’l-Arabî’ye atfedilen veya içeriğinden bu kanıya ulaşılabilecek fakat eserin isminin zikredilmediği küçük metin parçalarıdır. Daha sonra eser -ismi farklı şekillerde de olsa- karşımıza çıkmaya başlar. Bu arada konuyu işleyen müelliflerin, bahsedilen eser konusunda Şeceretü’n-Nu’mâniyye ile yine İbnü’l-Arabî’ye atfedilen başka eserler arasında tereddütte kaldığını da ifade etmek gerekir. Bu tereddüt -kısmen de olsa- yüzyıllar boyunca devam eder, “Şeceretü’n-Nu’mâniyye” ismi ancak 19. yüzyıl sonlarına doğru ve bir kült eser mahiyetinde olarak yerleşir.

Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin henüz ruhunun dolaştığı metinleri en erken 14. yüzyıl sonlarına kadar götürebiliriz. Zira bu dönemden itibaren, Mısır coğrafyasında İbnü’l-Arabî’nin “kehanet”lerinden bahseden eserleri -içerik bakımından- yakalayabiliyoruz.

Cifr meselesini, meşhur ve muazzam Mukaddime’sinde enine boyuna değerlendiren İbn Haldûn, özellikle Mehdîlik meselesinde İbnü’l-Arabî’yi de hesaba çekmiş ve cifre dayalı kehanetlerinde İbnü’l-Arabî’nin isabetli neticeler elde edemediğini vurgulamıştır. Bu türden eserlere kuvvet kazandırmak ve inandırıcılığını arttırmak için büyük şahsiyetlere nispet edildiğini de belirten İbn Haldûn, bu minvalde “Mısır’a geldiğim zaman oradaki bazı havassın, İbn Arabî adına naklettikleri garib bir melhameden haberdar olmuştum.” der. Bu melhamede Kahire’nin talihi hakkında malumat verilmekte ve şehrin hicrî 832/milâdî 1428/29’a kadar mamur kalıp bu tarihten sonra harap olacağı öngörülmektedir. Mukaddime’nin telifi ise 1377 tarihlidir.[1]

Nitekim Mısır coğrafyası ve tarihi üzerine el-Hıtatü’l-Makrîziyye’yi kaleme alan Memlûk tarihçisi Makrîzî (v. 1422) de, eserinde Kahire’nin yazgısına dair bir bölüm ayırır.[2] Makrîzî referans aldığı eserde bulunan muammaların çözümü ve ispatı için yardım aldığını da zikreder. İbn Haldûn’un bahsettiğiyle aynı olduğunu düşündüğümüz eserde, tıpkı Şeceretü’n-Nu’mâniyye’de olduğu gibi Mısır topraklarından “Arz-ı Kenane” diye bahsedilir. Buradan yola çıkarak denilebilir ki, Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin “ham hâli” 14. yüzyılda Mısır’da dolaşımdadır.

Son olarak yine Mısır kaynaklı bir “belge”den söz etmek yerinde olacaktır. Topkapı Sarayı’nda bulunan Mukaddes Emanetler içerisinde Davud Peygambere isnat edilen bir kılıç ve kılıcın da bir kitabesi bulunmaktadır. Kılıçla birlikte Mısır’dan getirilen bakır levhanın üzerindeki yazıların bir yüzü Arapçadır. Kitabenin üzerindeki (hicrî) 888 tarihi ise milâdî 1483/4’e denk gelir.

Kitabede kılıcın geçmişi aktarıldıktan sonra, cifr ilmine dayanarak geleceği de anlatılır. Bunun yanı sıra bir rüyanın tabiri ile Mısır’ın yeni sahipleri haber verilir. Bu enteresan metnin kaynağı ise Hazreti Ali ve cifr ilmidir.

Buna göre Hazreti Ali bu kılıç ve kitabeyi Mısır Meliki Mukavkıs’ın hazinesinde bulmuştur. Kılıca Davud Peygamberden sonra sırasıyla Yusuf Peygamber, Melik Sencer, Firavun’un karısı Asiye, Musa Peygamber, Harun Peygamber, Yûşâ Peygamber, ardından Şem’un, Helbum, Melmum, Hubr, Ehram, Defnu, Lahud, Meymun, Darut, Melc, Ranan ve Şid gibi melikler, Zekeriyya Peygamber, Yahya Peygamber ve İsa Peygamber sahip olur ve nihayet kılıç Hazreti Muhammed’e ulaşır. Hazreti Peygamberin vefatından sonra Hazreti Ebûbekir’e ardından oğlu Muhammed’e intikal eden kılıç, onun Hazreti Ali tarafından Mısır’a vali atanmasıyla Yusuf Peygamberin hazinesine geri döner ve Davud Peygamberin (kılıcının?) hükmü sona erer. Sonra Amr bin As’a, ardından da Tolunoğlu Ahmed’e ulaşan kılıç Emevî ve Abbasî devletleri yıkılana kadar Fas’ta gizli kalır. Kılıcı elde eden Fâtımî halifesi Hâkim Biemrillâh Mısır’ı ele geçirince, kılıç yeniden Yusuf Peygamberin hazinesine konur. Fatımîlerden sonra başlayan Memlûk hâkimiyetinde kılıcı bu sefer el-Melikü’z-Zâhir Baybars elde eder. Zira bir gece rüyasında Hazreti Peygamberi gören Baybars, Mecûsîlerin kabrine hırsızlık kastında bulunacakları bildirilerek kılıçtan haberdar edilir ve bu kılıçla tehlike bertaraf edilir. Baybars’ın vefatının ardından hicrî 880 yılına gelinceye kadar kılıç yine hazinede saklı kalır.

Bu bahisten sonra bir rüya anlatısına geçilir. Sâlih bir zatın gördüğü rüyanın tabiri Osmanoğulları’nın Mısır’ı alacağı şeklindedir. Osmanlılara Mısır’ın kapısını açacak olan zata Davud Peygamberin kılıcı haber verilir. Anlatımın karmaşıklaştığı bölümde “Elif”, Mısır’a girer. İlk ismi Baykünta olan Osmanlı hükümdarı zamanında Benî Asfar ortaya çıkar fakat Rüsten civarında yapılan savaşta mağlup edilir. Mısır’dan geri dönen “Elif”; Mısır, Hicaz, Şam, Irakeyn, Fars, Rüşt [?], Benî Asfar diyarları ile Efrenc diyarının yarısına sahip olur. Osmanoğulları Devleti, Mehdî’nin çıkışına kadar cihada devam eder. Sonra kılıç Mehdî’ye, oradan da İsa Peygambere intikal eder. Ve bu kılıçla Deccal öldürülür.[3]

Cifre dayanan bu karmaşık anlatıda; İbnü’l-Arabî’ye atfedilen ve bu dönemde Mısır’da adıyla dolaşan kehanetlerin payı olduğu -özellikle de Osmanlıların Mısır’ı ilhakı ve devletin âhir zamana dek yaşayacağı kehanetleri- açıktır.

Bu kitabe hakkında Osmanlı kaynakları da bilgi vermektedir. Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa’nın (v. 1726/7) Nusretnâme’sinde kılıç ve kitabenin Sultan II. Mustafa’nın (v. 1703) saltanatı zamanında bulunduğu yazılıdır. Silahdar’a göre Hazreti Ali tarafından elde edilen kitabe, cifr ilmiyle Süryanice ve İbraniceden Arapçaya tercüme edilmiştir.[4] Silahdar’ın yanı sıra Enverî (v. 1794) ve Kesbî (v. 1798’den sonra) gibi tarihçilerin de nakillerinden anlaşıldığına göre kılıç uğurlu addedilerek -diğer bazı mukaddes emanetler gibi- seferlere de götürülmüştür.[5]

              Mısır’dan Anadolu’ya

Kehanet literatürünün zaten oldukça revaç bulduğu Kuzey Afrika’dan, hususiyle de Mısır’dan İbnü’l-Arabî’ye atfedilen kehanetleri Anadolu’ya aktaran ise kanaatimizce Abdurrahman Bistâmî’dir. Kendisinden ders okuyan âlimler ve ilmî silsilesi göz önüne alınırsa Osmanlı coğrafyasında bâtınî ilimlerin yaygınlaşmasındaki rolü anlaşılacaktır. Abdurrahman Bistâmî (v. 1454) geniş bir sahada eserler vermişse de en fazla bâtınî konulara dair eserleriyle tanınmıştır. Bunlardan da ikisi özellikle öne çıkar. İlki Sayhatü’l-bûm fî havâdisi’r-rûm’dur; “Anadolu Olaylarında Baykuş Çığlığı”. İsminden de anlaşılacağı üzere eserdeki kehanetler Anadolu’yu merkez edinir. Bu eserle ilgili Abdülbaki Gölpınarlı ilginç bir tahminde bulunur. Buna göre Bistâmî, Edirne’de iken Sayhatü’l-bûm’u Şeyh Bedreddin’e (v. 1420) okutmuş ve kendisinin fikir dünyasını şekillendirmiştir. Gölpınarlı eserdeki “Bedr, Bedreddin” gibi ifadelerin Şeyhi, Fetret dönemindeki kargaşa ortamının da Kıyamet alametlerini işaret ettiğinden hareketle Bistâmî’nin Şeyh Bedreddin’e “sâhib-i zuhûr/sâhib-i hurûc” olacağı fikrini aşıladığını iddia eder. Bu fikrin Vâridât’ta yer alan ve Mehdîyet düşüncesine itiraz eden ifadelerle doğrudan çelişmeyip Şeyh Bedreddin’in şuuraltında yer bulduğunu ve giriştiği hareketin sebeplerinden biri olduğunu savunur.[6] Gölpınarlı’nın bu düşüncesine bir katkı da Şeyh Bedreddin’in hocası Hüseyin Ahlâtî cihetiyle sağlanabilir. Zira Ahlâtî’nin cifr ilminde mâhir olduğunu ve bu ilmi sayesinde Timur tehlikesini keşfederek Mısır’a gittiğini kaynaklar zikreder.[7] Herhalde bu durum da Gölpınarlı’nın düşüncesini desteklemektedir.

“Sayhatü’l-bûm”, Şeceretü’n-Nu’mâniyye’de (daha da eskiye götürmek gerekirse ilm-i cifrin üstadlarından sayılan Kemâleddin Muhammed bin Talha’nın (v. 1167) eserlerinde) geçen bir ifadedir. Eserdeki İbnü’l-Arabî etkisi de belirgindir; öyle ki Bistâmî’nin, eserin kendisi tarafından telif edildiğine dair açık ifadelerine rağmen sonraki dönemlerde sıklıkla İbnü’l-Arabî’ye isnat edilmesi bu etkinin bir göstergesidir. Örneğin 18. yüzyılda Sıdkî, Âyine-i Hikem isminde bir risale kaleme almış ve hicrî 1300 (milâdî 1882/83) yılına kadar gelecek olan Hamzavî Melâmî büyüklerini haber vermiştir. Sıdkî eserinde bu bilgilerin kaynağı olarak Sayhatü’l-bûm’u, Sayhatü’l-bûm’un müellifi olarak ise İbnü’l-Arabî’yi göstermektedir.[8]

Bistâmî’nin bir diğer telifi ed-Dürrü’l-Munazzam fî Sırrı’l-İsmi’l-A’zâm, daha bilinen ismiyle Miftâhü’l-Cifrü’l-Câmi’ (ve’s-Sırrı’l-Lâmi’) de cifr ilmi konusunda kaleme alınmış en önemli kitaplardandır. III. Mehmed döneminde, padişahın isteği üzerine Şerif bin Seyyid Mehmed (v. 1631) tarafından Arapçadan Türkçeye tercüme edilmiştir. Sayhatü’l-bûm’dan daha popüler olan eserde de İbnü’l-Arabî etkisi belirgindir; üstadı İbnü’l-Arabî’ye sıkça yapılan atıflar, henüz ortada görünmeyen Şeceretü’n-Nu’mâniyye’deki gibi Mısır’ın kehanetlerde merkezî bir konumda olması, bazı ifade ve kalıpların iki metinde de ortak bulunması gibi. Tabii eserin mütercimi Şerif Efendi de, cifr üzerine fazla bilgisi olmadığını ifade etmesine rağmen Fatih, Yavuz ve Kanuni dönemlerine nazar ederek bazı çıkarımlarda bulunmuş hatta III. Mehmed’in Mehdîliğini ima etmiştir. Yalnız Şerif Efendi, Bistâmî’nin Kıyamet için öngördüğü tarihte yanılmış olmasını tevil yoluna da gitmemiştir. Zaten bu dönemde birçok önemli İslâm âliminin de Kıyamet için tarih vermekle aynı yanılgıya düştükleri görülüyor.

Bu arada şunu da belirtmeden geçmemek gerekiyor. Bistâmî’nin 40 yıla yaklaşan emeğinin mahsulü el-Fevâʾihu’l-miskiyye fi’l-fevâtihi’l-Mekkiyye’de Osmanlılar başat bir rolde gibi görünmez. Örneğin müceddidleri sıralarken Memlûk hükümdarları Kalavun ve Berkuk’u kendi asırların müceddidleri olarak anan Bistâmî; sonrasında âhir zamanı öngörmüştür. Bistâmî’nin ulemâ kanadından seçtiği ilmî müceddidler/imamlar da Mısır’dandır. Hâlbuki 1440 yılında tamamlanan eser, Sultan II. Murad’a ithaf edilmiştir. Berkuk’un vefatı ise 1399’dur. Berkuk’tan sonra artık Mehdî’nin geleceğini söyleyen Bistâmî’nin Osmanlılara olan övgüleri, yanı sıra kendisini de tüm ilimlerin toplayıcısı olarak görmesi gibi hususlar bu konuda isim belirtmemiş olsa bir fikri olduğu kanaatini hâsıl etmektedir.[9]

              Bistâmî Etkisi

Bistâmî’nin eserinin birkaç önemli etkisi olduğunu söylemek mümkündür:

a. Eserde Kuzey Afrika ve Endülüs’te hüküm süren Muvahhidler Devleti’nin kurucusu, Mehdîlik iddiacısı İbn Tûmert’ten (v. 1130) bir alıntıya yer verilir; âl-i Osman’dan selim kalpli veya ismi Selim olan bir zat âhir zamanda Arap yarımadasına hâkim olacaktır. Bu rivayet Memlûk coğrafyasında karşılık bulmuştur. Bu kehanetin Osmanlı coğrafyasına da geçtiğini görüyoruz. Bistâmî’nin çağdaşlarından Yazıcızâde Ahmed Bîcân’a (v. 1466’dan sonra) nispet edilen Dürr-i Meknûn’la,[10] Miftâhü’l-Cifrü’l-Câmi’’deki birçok anlatıyla beraber “Selim” rivayeti de artık Osmanlı dünyasına nakledilir; zaten Yazıcızâde de cifr ile ilgili bölümlerin Bistâmî’den tercüme olduğunu ifade eder. Ama bu tür eserlerin doğasında olan, olayı/kişiyi sonradan tespit ederek kehaneti doğrulama vazifesi Gelibolulu Mustafa Âlî’ye (v. 1600) düşmüştür. Cifr üzerine müstakil eserleri olan ve bunlarda Bistâmî’ye sıkça atıflarda bulunan Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ında aynı “Selim kehaneti” için doğru adresi bulmuştur: “bürhân-ı evliyâ İmâm Ali-yi Murtazâ lisânı ile memdûh u ma’rûfdur, ilm-i cifrde ‘Labüdde min Selîmi Âli Osmân yemlikü’r-Rum ve’l-Acem sümme yemlikü Cezîretü’l-Arab’ lafz-ı dürerbârı ile tehniyet-i Mısr-ı Kâhire ile celâlet ü iktidârı gün gibi mekşûfdur.”.[11] Daha sonraları Evliyâ Çelebi, “Cezîretü’l-Arab” ifadesinden kastın Mısır olduğunu izah edecektir.

b. Bistâmî’nin Osmanlı tarihleri üzerinde bir başka etkisinin daha olduğunu iddia edebiliriz. Zira Osmanlı’ya yeni bir kök ata kazandırmıştır: İshak Peygamber’in oğlu Ays. Birçok kronik Osmanlıların ilk atası olarak, aynı zamanda Yakub Peygamberin ikiz kardeşi olan Ays’ı kabul ve nakleder. Bunun izahı için, İstanbul’un fethinden önce Osmanlı devlet ricâli arasında yaşanan tartışmaları bilmek gerekir.

İstanbul’un fethi, âhir zaman silsilesindeki olaylar zincirinin başlarında yer alır. Hâlbuki fetihten sonra sıradaki olaylar gerçekleşmemiştir. Yanı sıra bu durum fetih öncesi ve sonrasında yalnız dinî değil, siyasî bir tartışmanın da öznesi olmuştur. Kaynaklarda İstanbul kuşatmasına karşı çıkan grubun, fethin Mehdî eliyle olacağını ve boşuna uğraşılmaması gerektiğini söyleyerek muhalefette bulunduğu; bunlara karşılık Ak-Şemseddin ve Molla Gürânî gibi zatların padişahı destekleyerek Mehdî’den önce de İstanbul’un alınacağını haber verdikleri nakledilir. Bu fetihten sonra şehir Benî Asfer’in yani Hıristiyanların eline geçecek, yeniden fethi de bu sefer Mehdî eliyle olacaktır.

Bu tartışmalarda Fatih’in net bir tavır takındığı görülür. Bayramiyye Tarikatı Menakıbı’na[12] bakarsak kendisine gelen itirazlara, Fatih celallenerek Ak-Şemseddin için “Mehdî-i zaman dedikleri benüm azîzümdür.” diyerek işin içinden çıkmıştır. Bir başka kaynakta, Saltuk-nâme’de[13] geçtiğine göreyse; eğer fetih gerçekleşirse şehri imar etmemesi gerektiğini, zira zaten şehrin iflah olmayacağını söyleyerek kendisini dolaylı yoldan hedefinden caydırmaya çalışanlara Fatih’in cevabı “Hele feth olsun, nihayet biz yıkavuz.” olmuştur. Bistâmî’de ise İstanbul yalnız bir kere fethedilir. İshakoğullarından 70 bin asker de bu fetihte Mehdî’nin yardımcısıdır. İşte Osmanlı kroniklerinin birçoğunda yer alan İshakoğlu Ays anlatısı da Osmanlıları Kıyamet silsilesinin içine bu şekilde yerleştirir, karşıt rivayetleri bir şekilde meczetme yoluna gider ve bu arada Fatih’i Mehdî değil ama Mehdî’nin/Mehdîyet’in askeri, Osmanlı ordusunu da Mehdî’nin ordusu konumuna yükseltir. Böylece Fatih ve ordusu hem Fetih hem de İshakoğulları hadisine mazhar olmuş olur.

c. Bistâmî’nin çağdaşı olan Osmanlı âlimi ve tarihçisi Şükrullah (v. 1464’ten sonra); İbnü’l-Arabî’nin eserlerine atıf yaparak Osmanlı hanedanının “nûr-ı Muhammediyye”yi taşıdığını, hükümdarlık noktasında seçkin bir konuma sahip olduğunu ve saltanatlarının Kıyamet’e dek süreceğini ifade eder. Buradan hareketle iki ismin birbiriyle görüşmüş olması ve Şükrullah’ın bahse geçen fikirlere Bistâmî vasıtasıyla ulaşmış olması ihtimali yüksektir.[14]

d. Cornell Fleischer’in kıymetli çalışmalarından yola çıkarak, Bistâmî’nin eser(ler)inin, özellikle Kanuni döneminde ciddi bir etkisinin olduğunu söyleyebiliriz.[15] Fleischer’in naklettiğine göre; Kanuni’nin “henüz” makbul olan sadrazamı İbrahim Paşa, bir seferinde Venedik balyosuna Sultan ve kendisinin gençliklerinde eski bir kitaba malik olduklarını anlatmıştır. Kitaba göre Sultan tahta çıktığında, o zamana kadar hiçbir yüksek görevde bulunmamış İbrahim adında birini Rumeli beylerbeyi ve sadrazam yapacaktı. İbrahim’in sadrazamlığı döneminde ise Roma İmparatorluğu alınacak ve yeryüzünde tek din olarak İslâm kalacaktır. İbrahim Paşa’nın bu kehanetin mutlaka gerçekleşeceğine inandığını nakleden Venedikli tarihçi Marin Sanudo, bu olayı Mart 1526’ya tarihler. Bundan 9 yıl sonra ise İstanbul’da bulunan Fransız şarkiyatçı ve filozof Guillaume Postel, Türklerin neredeyse Kur’ân kadar hürmet gösterdiği bir kehanet kitabından bahseder. Muhatabı olan Osmanlı veziri, etrafındakilerin engellemelerine rağmen elindeki bu kehanet kitabını, silah gösterir gibi tutmakta ve İslâm’ı yok edecek olan Benî Asfer’in temsilcisi kabul ettiği Fransız elçisi Jean de la Fôret’i bir güzel azarlamaktadır.

Fleischer’e göre ismi zikredilmeyen bu eser Miftâh’tır. Kehanetlere karşı gösterilen zaaf ve inanç kehanetin muhataplarını doğrudan etkilemiştir. Sadrazam İbrahim Paşa uzun süre devletin en makbul, padişahın en güvendiği adamı olmuştur. Miftâh’a da dayanan bir başka kehanet Menâkıb-ı İbrâhim-i Gülşenî’de[16] nakledilir; “Senün saltanatuna İbrâhîm nâm bir kimesne tedârük üzeredür, gaflet olmaya!” ikazına muhatap olan Kanuni, cifr varakasını kendisine karşı bir şüphe göstermeksizin İbrahim Paşa’ya verir. İbrahim Paşa ise üzerine alınmayıp hiç tereddüt etmeden Mısır’da bulunan ve hem halk hem de devlet ricâli nezdinde büyük itibarı bulunan Şeyh İbrahim-i Gülşenî’nin ismini ortaya atar: “Eger şimdiye degin zuhûr itmedi ise ‘acebdür!” Padişah ve İbrahim Paşa arasındaki bu karşılıklı güven ilişkisinde herhalde vâkıf oldukları kehanetin etkisi büyüktür.

Fleischer kehanetlerin etkisinin ulaştığı boyutu ilginç bir örnekle yineler: Gurbetnâme’de[17] anlatıldığına göre Cem Sultan, Roma ümera ve ulemasının talebiyle San Pietro Kilisesi’nin bulunduğu meydanındaki çeşmeden atına su içirmiştir. Zira kehanete göre Süleyman isimli bir Osmanlı padişahı Roma’yı fethedip atını meydanındaki havuzdan sulayacaktır. Anlaşılan o ki, Roma önde gelenleri böyle bir hülleyle kehaneti tamamlamış olacaklarını ummuşlardı.

Devam edecek…

HALİL KARATAŞ


Kaynakça

[1] İbn Haldun, Mukaddime, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 2007, c. 1, s. 604-625.

[2] Samer Akkach, “The Eye of Reflection: Al-Nabulusi’s Spatial Interpretation of Ibn ʿArabi’s Tomb”, Muqarnas, sayı 32 (2015), s. 79-95.

[3] Hilmi Aydın, Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emânetler, İstanbul 2009, s. 286-293; Ümmügülsüm Filiz Bayram, “Hazreti Davud’un Kılıcına Dair Bir Değerlendirme”, Kültür Tarihi ve Disiplinlerarası Sanat/Tasarım I (içinde), İstanbul 2021, s. 165-200.

[4] Silâhdâr Fındıklılı Mehmed Ağa, Nusretnâme, haz. Mehmet Topal, Ankara 2018, s. 219.

[5] Ü. Filiz Bayram, Enverî Târîhi: Üçüncü Cild (Metin ve Değerlendirme), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2014, s. 617-618; Ahmet Öğreten, Mustafa Kesbî – İbretnümâ-yı Devlet (Tahlil ve Tenkitli Metin), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1996, s. 259-261.

[6] Abdülbâki Gölpınarlı, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, İstanbul 1966, s. 7-11.

[7] Şeref Han, age, c. I, s. 404.

[8] Sıdkî, Ayine-i Hikem, haz. Hüseyin Ersavaş-Emir Gürsu, İstanbul 2023.

[9] Veysel Kaya, “Abdurrahman Bistâmî’nin İlimler Tasnifi”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 35 (2016), s. 195-197.

[10] Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan, Dürr-i Meknun (Saklı İnciler), haz. Necdet Sakaoğlu, İstanbul 1999, s. 116-121.

[11] Gelibolulu Mustafa Âli, Künhü’l-Ahbâr, haz. Ali Çavuşoğlu, Ankara 2019, s. 443.

[12] Bayramiye Tarikatı Menakıbı, haz. Zehra Hamarat, İstanbul 2015, s. 42.

[13] [Ebülhayr-i Rûmî], Saltık-nâme, haz. Necati Demir-Mehmet Dursun Erdem, Ankara 2007, s. 614.

[14] Sara Nur Yıldız, “Şükrullah”, DİA, c. 39, s. 257-258.

[15] Cornell Fleischer, Saraydaki Kâhin, çev. Ayla Ortaç, İstanbul 2022. Fleischer’in bu kitaba girmeyen makaleleri de Osmanlı kehanet literatürünü anlamak bakımından değerlidir.

[16] Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrâhim-i Gülşenî, haz. Mustafa Koç-Eyyüp Tanrıverdi, İstanbul 2014, s. 326.

[17] İsmail Hami Danişmend, “Gurbetnâme-i Sultan Cem”, Fatih ve İstanbul, c. II, sayı 7-12, (İstanbul 1954), s. 227-228.


 

Yazı Dizisi

Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (1)

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir