Ferdi Tayfur, Kediler ve Diğer Şeyler

Ferdi Tayfur

Sağ ön çaprazımda oturuyordu. Telefonunun ekranını tam, yüzünü yandan görüyordum. Muavinin ikramını almak için hareketlendiğinde benden yana döndü bir an. Daha net gördüm yüzünü. Kara kavruk, otuzlu yaşlarında bir adam. Sevdiği her şeyi çok güzel sever gibi bakıyordu. ‘Ferdi Tayfur gibi’ dedim içimden. Nitekim kulaklığını taktıktan sonra, Ferdi Tayfur Almanya konserini açtı. Şaşırmadım. Müzik başlayınca belli belirsiz bir gülümseme aldı yüzünü. Şaşırmadım.

Bu gülüşü iyi tanıyorum.

– Siz bir şey alır mısınız beyefendi?

Lacivert yelek, beyaz gömlekli, sefer başı ücrete tâbi delikanlının alıştığımız sorusu. Otobüs hareket ederken servis yapma gayretlerine hep imrenmişimdir muavinlerin. Muhakkak pek çoğu için kısa koşu para kazanılacak bir iştir bu. Uzun soluklu çekilecek dert değil.

– Kıtır kurabiyeleriniz var sizin. Ondan alayım. İçecek istemem.

– Buyurun, afiyet olsun.

– Teşekkür ederim.

Hadi yolculuk keyiflensin dedim servis bitince. Epeydir kurmuyorum, hikâyeler kurayım dedim. Sağ ön çaprazımda Ferdi dinleyen adamı düşündüm.

Doksanlarda çocukluğun geçmiş genç adam, belli dedim. Taşradasın. Ferdi Tayfur senin tastamam çocukluğun. Evet Hakan Peker, Grup Vitamin, Akrep Nalan ve diğerleri de var. Onların sesleri de çocukluğun bir yerde. Ama Ferdi başka. Ailenizden biri. Hani bir akşamüstü ansızın avlu kapısından giriverse, amcan ziyarete gelmiş kadar tabii karşılayacaksın. Altmıştan fazla kaseti var küçücük evinizde. Ki o kasetlerle ne geniş maket evler yapmışsın; onları tren gibi dizip tıkır tıkır sıradan devrilişlerini ne müthiş bir zevkle izlemişsin. Kurşun kalemlerle, bozulan kaset bantlarını sardırmış; ansızın çın çın öten duvara monteli telefona koşmuş, Suriye sınırında asker olan abinden acı haber almamak için kalbinin pır pır atışını teskin etmişsin. Yanılıyor olamam.

Hâlâ zor zamanlarında kendini teskin etmekten başkası gelmiyor elinden değil mi? Erkek olmanın gerekliğiyle de açıklayamıyorsun bunu, biliyorum.

O iş öyle değil çünkü.

Kahvehanede çıraklık ederken terden yapış yapış olan saçlarını Ferdi gibi taramaya çalıştın bir zaman. Fakat yalnız yaz tatillerinde. Okul zamanı üç numaraya talim. Üç numara asker tıraşıdır deyip kendini avuttun belki. “Okuma yazmayı öğrendiğin gazetelerdeki terör sayfaları” öğretti asker tıraşının güzelliğini. Bir de berberde kafan kaşınınca hafiften mahcubiyet yaşamış olmalısın. Bitlenmek işten değil çünkü sizin oralarda. Bitinden utanmayı öğrenmişsin, berbere bitini göstermemeyi. Sana öğrettikleri, öğretmeye çalıştıkları hep utanmak olmuş sanki.

Bu yüzden mi, bunun acısını çıkarırcasına mı boynunu hep dik tutmaya çalışıyorsun kalabalıklar içinde? Artık utanmanın gereksiz olduğunu anladığın günden beri.

Aradan biraz zaman geçmiş.

Türkiye, dünya kupasında Brezilya’yla yarı finale kalmış. Dehşet verici bir heyecan… Çayları yetiştirirken televizyonda gözün. Hiç düşmedin, hiç azar yemedin. İşini hep düzgün yaptın. Bardaklar tertemiz, aferin. Gömleğin tertemiz. Abinin eski gömleği. Bol ama tertemiz. Aferin. Cebindeki kemik saplı çoban çakısına Allah’a tutunur gibi tutunmuşsun. Saçların yapış yapış. Teke gibi koktun Allah bilir. Yaşıtların maç izliyor babalarıyla. Baban nerede, bilmiyorsun. Yaşıtlarının evlerinde atari var. Süper Mario oynuyorlar hafta sonu. Bakkala ekmek almaya giderken arada uğrayıp oyunlarını izliyorsun. Sonra evine dönüyor ve Ferdi kasetleriyle oynuyorsun. Kasetlere sığınıp, kasetlere gömülüp, sevdiğin şarkıları kâğıda dökmeye uğraşıyorsun.

En sevdiğin şarkı hangisiydi, Durdurun Dünyayı mı?

Dünya hiç durmadı çocuk adam. Bu kasetleri eve dolduran büyük ağabeyin çoktan uçmuştu evden. Diğerleri daha önce. Okullara mı gittin ondan sonra, başka işlerde mi çalıştın? Hiç gurbete çıktın mı? Otuzlu yaşlarında hâlâ bir araban yoksa ve ben gibi otobüslerde Ferdi dinliyorsan, çok da parlak bir gençlik geçirdiğin söylenemez. Çok özlemler yaşadın mı bilmiyorum. Erkek güzeli yüzüne erkenden konan kaz ayakların bu konuda bir şey söylemiyor. Ferdi Tayfur’dan sonrasını anlatmak istemiyor gibi. Kavgan da, aşkın da, çocukluğun ve gençliğin ve ihtiyarlığın da o zamanlardan ibaret sanki. Bir Ferdi şarkısı çaldı mı, en kederlisi de olsa, sevinmen bundan muhakkak. Yüzünde yersiz ve müthiş güzel bir tebessüme sebep olması… Ferdi Tayfur dinleyince kederlenmez, mutlu olursun evet. Sana anımsattığı güzel günlerin hürmetine katlanırsın bu hayata ve evet hayat kendisine katlanılması gereken bir şeydir aklı erenler için.

Hayat dediğimiz şey genç adam, yani nasıl desem… Evimize gelip köpeğimizi kucaklayıp, kedilerimizi sevdiğimiz, onlarla vakit geçirdiğimiz zamanlar. Bir şarkıya uzun yılları sığdırıp içlendiğimiz ve şükrettiğimiz zamanlar. Hayat bu kadar. Gerisi ‘yaşam mücadelesi’, hay huy. Bunu öğrenebildiysen ne mutlu sana.

– Evet Bandırma yolcusu kalmasın! Devam edecek yolcular için aracımız hareket hâlindedir. 

Kediler

Geçen gün otobüste rastladığım genç adam hakkında düşüncelerimi kâğıda döktükten sonra bahçeye çıktım dün gece. Yat zıbar sigarası içip dönecektim. Bir sandalye çektim asmanın altına. Birden kucağıma Tarçın atladı. Şaşakaldım. Çünkü, kedilerimin içinde en hırçın, en geçimsiz olanı. Sevdirirse uzaktan sevdirir kendini. O da güç bela.

Kendi kendine gelip benim bahçedeki sandalyeme kurulmuştu aylar önce. Bildiğin sarı tekir. Onca zaman geçmesine rağmen hiç sevdirmezdi kendini. Gelen geçen herkese pati atar, mama yerken diğer kedilere hep ters bakardı. Kızamıyordum çünkü çok güzel bakıyordu. Sevgi görmemiş öfkeli bir çocuk gözüyle. Zamanla sevilmeye alıştırdım onu. Yavaş yavaş. Çok geç güveniyordu insana. Hep tetikte, tedirgin. Birazcık başını okşasam metrelerce uzağa kaçıyordu. Hani bir ima ile kovalasan, istenmediği yerden hemen gidecek, giderken nefret dolu bir bakış atıp “ulan senin sandalyene gelip kurulanda, seni insan sanıp seni sevende kabahat” diyecek gibi. Öyle.

Zor sevdirdi kendini. Hatta itiraf edeyim, sevgi konusunda bir nebze irşat etti beni. Sevmenin değil sevilmenin, sevilmeye alışmamışların sevilmelerinin ne zor olduğunu ondan öğrendim. Birçok kedim gibi o da bir yönüyle ayna tutmuştu bana.

Kucağıma atladı demiştim. Şaşırdım evet ama hiç kımıldamadım. Kımıldayamadım. Uzun uzun beni sevdi. Teşekkür eder gibi, hani ne güzel sevdin beni, ne güzel sevildim der gibi. Bildiğiniz ön ayaklarıyla okşadı yüzümü. Şaşkınlığım artmıştı. Ben de onu doyasıya sevdim. Sarıldım, göğsüme bastım. Bir saate yakın öylece yattı. Uyudu biraz. İlk kez kucağımda yatması bir yana, kendini bu kadar kuşkusuz sevdirmesiydi beni hayrete düşüren. Fesuphanallah deyip durdum. Hikmetini bilemedim.

Sonra usulca sandalyeme yatırdım onu, kaçmadı. İyi geceler ulan kerata dedim. Seni çok seviyorum dedim. Sırasıyla Çakır, Bızdık, Karamuk ve Camgöz’ü sevdim. 

Ve Diğer Şeyler

Everton RT-313. Yeni aldım. Yeni dediğim, birkaç ay olmuştur. ‘Nostaljik’ radyo. Bluetooth var, USB takılıyor. TRT Türkü ve TRT Nağme -bizim kasabada bile- cayır cayır çekiyor. Mutluyum.

Haricî belleğe bir çalma listesi yaptım. ‘nihayet karşımdasın işte’ diye başlıyor, ‘ıstırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer’ diye bitiyor. Nasıl biterse bitsin, nihayet bitiyor. Biterken, eylül ayının yeni başlangıçlar neşesini ve gerçekten kederli vedalarını anımsatan bir kızıllık bırakıyor. Hâlbuki mayıs. Uyanır uyanmaz çalma listesini dinliyorum.

Şarkılar bittiğinde “Başbuğ Türkeş, Başbuğ Türkeş / Sensin Alparslanlara eş” diye mırıldanıyorum. İçimden bağırmak geliyor ve içimden bağırıyorum. ‘Başbuğ’ nâmının, bizim güçsüzlüğümüze siper olduğunu biliyorum. Gözlerimizde aşikâr kıldığı o müthiş pırıltıyı da. Kahraman ölmek isteyen çocukların, hiçbir zaman ailelerinin kahramanı olamadıklarını sonra. Birden aklıma geçen gün otobüste gördüğüm kara kumral adam geliyor. Hani şu Ferdi dinleyen. Tekrar mırıldanıyorum: “Bağbuğ Türkeş, Başbuğ Türkeş…”

Dün gece kedileri sevdiğimden beri içimde bir tuhaflık var. Sokağa çıkıp nefeslenmek, sabah serinini yüzümde hissetmek istiyorum.

Çıkıyorum da.

Her şey yerli yerinde. Kediler oynaşıyor, Avare ve Çopur -köpeklerimiz- onları izliyor. Asma filize durmuş. Kibrit neredeydi, buluyorum. Perşembe bugün, çöp konteynerleri dünden boşaltılmış, güzel. Gülhan yenge yine sokaktan geçerken deli deli bağırıp selam veriyor. Kolu kopacak el sallarken sağ olsun. Gülümseyerek karşılık veriyorum.

Sokak kapısının dibinde Tarçın’ın kaskatı kesilmiş bedenini görünceye kadar bu sahne güzel ilerliyor. Sigaram ağzımdan düşüyor. Eğilsem, sevsem de faydası yok. Eğilip seviyorum. Hani ölmemiştir belki, yaşıyordur. Yahu dün nasıl güzel sevdirdi kendini, nasıl ölür diyorum. Ölmüş. Araba çarpmış. Yalnız ağzının kenarından sızan kandan bunu anlıyorum. Ağlayamıyorum.

Tarçın ölürken de beni irşat ediyor. Ben gibilerin diyor; hırçınların, mutsuz çocukların yani, ömründe bir kere de olsa böyle güzel, böyle sebatla sevilmeleri yeterdir. Başkaca şey istemeyiz bu hayattan ve bu sevilmek, yeterince yaşadığımızın da ispatıdır. Ömrümüzce diyor böyle sevmek ve sevilebilmek uğruna öfkeliydik biz. Aradığımızı bulduk ve işte gidiyoruz.

Demek benimle vedalaştın dün gece Tarçın diyorum. Bilemedim. Bilemediğim her şey gibi bunu da bilemedim diyorum.

Otobüsteki kara kumral adam yaşıyor mu dersiniz?

Bilmiyorum.

Samet Çıldan

 

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Ben ne yapıyorum? , 22/05/2025

    Abdüssamet. Çıldan. Allah da seni sevsin.

  • Kahveme bugün tarçın koymamıştım , 21/05/2025

    Yorulmadan Tarçın’ı sevdiğin ve sevilmeyi öğrettiğin için Allah razı olsun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir