Kısakürek’in Unutulan Polisiyesi: Meş’um Yakut

Necip Fazıl Kısakürek’in ilk kez 1928 yılında yayımlanan ve yakın zamana kadar tekrar baskısı yapılmayan Meş’um Yakut eseri, yazarın ilk roman denemesi olarak sayabileceğimiz, olayların uğursuzluğuna inanılan yakut bir taşa dair anlatılagelen, efsaneleşmiş bir hikâyenin etrafında geliştiği bir polisiye roman. Eserde, Gaston Leroux’un Sarı Odanın Esrarı ve Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayetleri eserlerinde de karşımıza çıkan, polisiye türünde yazılan metinlerin olay örgüsünde sıklıkla başvurulan, kapalı odada işlenen cinayet anlatılmaktadır. Dünya edebiyatında benzer örnekler verildikçe “locked-room mystery”, “chambre close” gibi isimlerle polisiyenin bir alt türü hâline gelen bu tarz eserlerde, cinayet ilk bakışta girilmesi mümkün görünmeyen, pencereleri ve kapıları içeriden kilitli bir odada/evde gerçekleşir. Cinayeti açıklığa kavuşturacak delillerin somut ve takip edilebilir olması, olaylar arasında kurulan sebep-sonuç ilişkisinin akla ve mantığa uygun şekilde açıklanması bu türde yazılan eserler için önemlidir. Çünkü cinayetin çözümünde açıklanmayan ve okurda soru işareti oluşturan detayların çokluğu, kurgunun kendi içinde boşluk üretmesine neden olarak eseri bayağılaştırır. Bu yüzden yazılması en zor olan türlerden biri olarak kabul edilen “kapalı oda” cinayetlerinde detayların iyi işlenmesi, anlatıcının katilin odaya nasıl girip çıktığını, cinayetin nerede, ne şekilde işlendiğini mantık silsilesi içerisinde cevaplayarak açıkça okura sunması ve cevapların kurmaca gerçekliğin içinde inandırıcı ve ikna edici olması beklenir. Meş’um Yakut romanında da bu özellikleri nispeten sağlayan bir “kapalı oda” cinayeti söz konusudur.

Eser, yedi bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm, Çiftehavuzlar’daki köşkte, Muhlis Bey ve arkadaşı kösele fabrikatörü Sebati Bey’in öldürücü kudrete sahip olduğuna inanılan ve dilden dile dolaşan yakut hakkındaki konuşmalarıyla başlar. Bu konuşmalardaki detaylarla yakutun kaynağı ve Muhlis Bey’in gençliğinde nasıl bir insan olduğu sunulur. Onun Hürriyet’in ilânıyla mevkisini kaybeden Gazanfer Paşa’nın oğlu olduğunu, Hürriyet’in ilanından önce tahsil bahanesiyle gittiği Avrupa’da Sebati Bey’le birlikte oldukça müsrif bir hayat sürdüğünü, babasının vefatından sonra mirastan düşen payı altı ay içinde harcayarak beş parasız kaldığını ve düştüğü bu vaziyetten kurtulmak için kendisinden on yaş büyük, oldukça zengin ve dul bir kadın olan Mısırlı Saadet Hanım ile evlendiğini bu bölümde öğreniriz. Yakut ise, anlatılan efsaneye göre eski Mısır firavunlarından birinin kendisine ihanet eden ve Mısırlı Saadet Hanım’ın en büyük cedlerinden biri olan vezirine büyületerek hediye ettiği taştır. Yakut, nesilden nesile el değiştirerek Mısırlı Saadet Hanım’a ulaşmıştır. Muhlis Bey, Sebati Bey’e yangında vefat eden eşi Saadet Hanım’ın -bunun daha sonra bir ölüm değil kaçırılma vakası olduğunu öğreniyoruz- ölümüne bu yakutun sebep olduğunu anlatır ve üvey kızı Nigâr’ın da canından endişelendiğini söyler. Bu kısım esasen bir gizem unsuru olarak hikâyenin içindedir. Nitekim Sebati Bey de gizli emelleri olan birilerinin hadiselere esrarlı bir kisve büründürmek için bu şekilde davranabileceğini söylemesi de buna işaret eder. Muhlis Bey’in, Sebati Bey’in itirazlarına karşı sürdürdüğü ısrarlı tavrı, onunla görüştükleri aynı gecede Nigâr’ın öldürülmesi ve cinayetin işlendiği ilk andan beri kullandığı yönlendirici cümleler, olayların altından Muhlis Bey’in çıkacağını daha ilk bölümden hissettirir. Bu bakımdan Meş’um Yakut’un ilk bölümden çözülmeye yüz tutan olay örgüsünün polisiye türünde yazılmış bu eserin başarısını olumsuz etkilediğini söyleyebiliriz. Bunun dışında tasvirler bir film sahnesini andırır eserde. Korku/gerilim unsuru olarak da düşünebileceğimiz aniden çıkan rüzgârın uğultusu, camların şiddetle titremesi, Muhlis Bey ile Sebati Bey’in konuşmaları sırasında duvar saatinden yükselen çan sesi… vs. olayların gidişatına dair izlenim vermek amacıyla kurulan yapay bir ortam hissi uyandırır, bu yapaylık diğer bölümlerdeki tasvirlerde görülmez. Bu şekilde Nigâr’ın öldürülmesinden önce kurulan bu ilk sahnede olayların temeli atılır. Esas olayın başlangıcı, eserde sadece ölümüne tanık olduğumuz Nigâr’ın, Muhlis Bey ve Sebati Bey’in konuştukları gece, herkes uykuya çekildiği zaman boynundan bıçaklanarak öldürülmesidir. Olayların düğümlendiği ilk nokta, Nigâr’ın odasına da köşke de girilecek açık bir yerin bulunmamasıdır. Fakat bu kısımda karşımıza bir boşluk çıkar. Ev ahalisi, Nigâr’ın odasına ilk başta zorlanmadan girer, yani kapı kilitli değildir. Nigâr odasındayken kapısının kilitli olduğuna dair eserde kesin bir emare bulunmamasına rağmen kapının kilitli olduğu varsayılarak hareket edilir. Delillerin “bir kadının yatmadan kapısını sürmelemesi en tabii hareket değil midir?” varsayımı üzerine okunması kurguyu zayıflatır. Bu boşluk ileriki bölümlerde cinayetin işlenme şekli anlatılırken kapansa da ilk hâliyle soru işaretlerine açık durumdadır. Olayların düğümlendiği diğer nokta ise, Nigâr’ın ölümünün fark edilmesinden dedektif Remzi Çetinkaya’nın olaya dahil olmasına kadar geçen sürede dikkatlerin bir şekilde yakuta çekilmesiyle -Sebati Bey’in Nigâr’ın sıkılı avcundaki yakutu fark etmesi, olay yerine ilk gelen Merkez memurunun yakutu bıraktığı yerde bulamamasıyla- durumun karmaşıklaşmasıdır. Eserde büyülü bir yakuta, dolayısıyla doğaüstü bir kuvvete dikkat çekilmek istenir fakat sonradan ortaya bu iddiayı atan Muhlis Bey de gerçek bir katil arayışına başlar. Bu durum da gizem unsuru olarak kullanılan yakut efsanesinin müddeî Muhlis Bey tarafından boşa çıkarılmasına sebep olur. Bu da eserdeki boşluklardan biridir.

İkinci bölümden itibaren olaylar dedektif Remzi Çetinkaya’nın arkadaşı avukat Talât Bey’in gözünden anlatılır. Remzi Çetinkaya, başarılarıyla herkesçe tanınan hususi ve amatör polis hafiyesi olarak tanıtılır. Eserde Çetinkaya’nın misyonu, Çiftehavuzlar’a giden ilk polis ekibinin başındaki Merkez memurundan farklı olarak olaylara şüpheyle yaklaşıp görünenin ardında başka bir mesele olduğunu göstermesidir. Çetinkaya’nın gerek Talât Bey’le konuşmalarında gerek Merkez memuruyla tartışmalarında ilk delillere dayanarak varılan hükmün kolaycılık olduğunu ve bunun delillerin işe nasıl gelirse öyle okunmasından kaynaklandığını söylemesi eserde çatışmaya neden olur. Polisiye türü eserlerde genellikle karşılaşılan bu zıtlıktan doğan çatışma, her zaman esas dedektifin dehasını ve başarısını ortaya koyacak şekilde neticelenir. Nitekim Remzi Çetinkaya da eser boyunca cinayetin çözümü konusunda hem katilin hem Merkez memurunun hem de Talât Bey’in bir adım önündedir. Eserde avukat Talât Bey’in bakış açısının tercih edilmesinin cinayetin çözümünün son ana kadar gizli kalmasını kolaylaştıran tercih olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Talât Bey hem Remzi Çetinkaya’ya en yakın kişi olması itibariyle olayları yakından takip edebilmiştir hem de dedektifin iç dünyasından uzak olduğu için eserde gizem/gerilim sürdürülebilmiştir. Fakat eserde zaman zaman Muhlis Bey’e dair, özellikle tasvirlerde karşımıza çıkan ve acemice işlenen detaylarla -odalar arasındaki gizli kapıya bakmasının açıkça söylenmesi, can sıkıntısının veya korkusunun belirtilmesi gibi- türün özelliklerinden biri olan merak unsurunun göz ardı edildiği de olmuştur. En iyi ihtimalle, eserin başındaki “Kat’i ve sağlam muhakeme alâmetleriyle süslenen geniş alnı bu adamın korku ve evham hislerinden hiçbirine mağlup olmayacak bir seciyede olduğunu ilân etmesine rağmen, acaba Muhlis Bey’in hâlindeki korku ve endişe ve iddiasındaki garabet ne şekilde kâbil-i tefsir olabilecekti?” (s.9) cümlesinden yola çıkarak bunun yazarın bir tercihi olduğunu düşünebiliriz. Bu şekliyle Meş’um Yakut, katilin ilk bölümden beri bilindiği/tahmin edildiği bir kurguya sahiptir. Eser boyunca okura gerçek anlamda meçhul olan ise cinayetin nasıl işlendiğidir.

Cinayetin açıklığa kavuşması, bunun yanı sıra beklenmedik bir durum olan Mısırlı Saadet Hanım’ın da ortaya çıkması ise son bölümde anlatılır. Muhlis Bey, yaşadığı lüks hayatın kaynağına bütünüyle sahip olmak isteyerek önce Saadet Hanım’ı kaçırmış ve köşkte çıkarıp kaza süsü verdiği yangında eşinin öldüğü yalanını ortaya atmıştır. Bir sene boyunca Yeşilköy’de tutsak ettiği Saadet Hanım’dan istediği ise, mirasın Muhlis Bey’e kaldığına dair yazılı bir belge sunmasıdır. Muhlis Bey’in Sebati Bey’i manyetize ederek ona Nigâr’ı öldürtmesi de son hareketidir. Çetinkaya’nın Muhlis Bey’in dolabında manyetizma usullerine yönelik kitaplar bulması, bu kitaplarda cinayet vakalarıyla ilgili yerlerin müşahede edildiğine dair işaretler, onun düşüncesinin üzerinde epey mesai harcadığını gösterir. Yani Muhlis Bey’in hâli, açgözlülüğün kısa bir yansımasından değil, içinde kökleşerek büyümesinden kaynaklanır. Bu bakımdan Meş’um Yakut, “ihtiyarlıktan ziyade tecrübe ve bilginin asaletini temsil eden” (s.9) Muhlis Bey’in, “mecnun bir isyan ve savletle polislerin kolundan sıyrılarak kaçmak isteyen” (s.122) birine dönüşmesinin hikâyesidir. Son tahlilde, Nigâr’ın ölümüne bu yakutun sebep olduğu doğrudur ancak yakuta öldürücü kudreti veren onu zenginliğin kapısı olarak gören insanın kendisidir.

Nur Cihan Şeker

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • davut bayraklı , 01/10/2025

    Güzel bir tahlil olmuş, merakla okudum. Kaleminize sağlık, var olun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir