“Ahmet Abi, Maraş’ın imkânları ve yoklukları içerisinde kendine mahsus, zarif bir dünya kurmuştu”

Modern Türk düşünce ve edebiyat dünyasında kendine mahsus bir çizgiye sahip olan Ahmet Doğan İlbey, kelimeye yüklediği mana, fikre kazandırdığı derinlik ve dostluklarına kattığı rikkat ile hatırlanan nadide bir şahsiyettir. Kahramanmaraş’ın mahfî kültür çevrelerinden birinde, sessiz ama tesirli bir varoluş sergileyen İlbey, sadece bir yazar değil; aynı zamanda bir irfan yolcusu, bir şehirli ve bir kültür muhafızı olarak temayüz etmiştir. Bu röportaj, Ahmet Doğan İlbey’in uzun yıllara dayanan dostu, eğitimci-yazar ve editör Mehmet Raşit Küçükkürtül ile 09.01.2025 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Söz konusu röportaj, yalnızca hatıraların kayda geçirilmesinden ibaret olmayıp; aynı zamanda bir dönemin fikrî zeminine, şehir hayatına ve dostluk hukukuna dair mühim ipuçları sunmaktadır. (Zehra Boyraz)

***

Ahmet Doğan İlbey’i nasıl tanıdınız? Onunla ilişkiniz nasıl şekillendi?

Ahmet Abi ile kütüphanede tanıştım. Daha önce kendisini ismen veya simaen biliyordum, o da beni biliyordu. O tanışıklığa vesile olan birkaç program oldu, bir yerlerde karşılaştık. Mesela kıraathanede mi karşılaştık acaba? Birkaç yerde karşılaştığımızı hatırlıyorum. Biri kütüphanede, diğeri kıraathanede. Fakat hangisinin önce olduğunu tam olarak hatırlamıyorum.

Bunlardan birisi Ahmet Abi, Necip Fazıl Kısakürek Kültür Merkezi’ndeki kütüphanede kitap bakıyordu. Elinde de Atilla İlhan’ın O Sarışın Kurt romanı vardı. O kitabı açıp üzerine birkaç şey söyledi. Ahmet Abi, Mustafa Kemal Paşa hakkında hem lehte hem de aleyhte yazılmış olan kitapları okuyordu. O sırada Cumhuriyet’in erken yılları veya tek partili yıllar denilen dönemlerle ilgili eleştirel yazıları vardı. O yazıları yazarken epey kitaplar okumuştu. Ancak kendisi “şunu okudum, bunu okudum” demezdi. Arkadaşlardan duyardım, ben de o dönemine denk gelmişim.

Karşılaşmalarımızın bir diğeri kıraathanede gerçekleşti. O zamanlar öğretmenevinin bir kıraathanesi vardı, şimdi depremde o da kalmadı. O gün amcam, şair ve ressam Bünyamin Küçükkürtül’ün yanındaydım. Amcam, Ömer Aksay isimli bir şairle buluşacaktı. Ömer Aksay, Düziçi’nden gelmişti, resim öğretmeni ve şair, şimdi emekli oldu, Sinop Gerze’de yaşıyor. Onunla tanışıklığı ve sohbeti olan Hasan Ejderha da kıraathaneye geldi. Ben ise Bünyamin Küçükkürtül’ün yeğeni olarak onun yanındayım. Sonrasında Ahmet Abi de geldi. Hasan Abi ile mi geldi, yoksa ayrıca mı geldi, onu net hatırlamıyorum.

Ömer Aksay ile Ahmet Abi arasında bir İkinci Yeni tartışması olduğunu hatırlıyorum. Ahmet Abi İkinci Yeni’yi eleştirirdi. İkinci Yeni’yi pek fazla eleştiren yoktur. Ben pek rastlamadım. Yani o ilk çıktığı zamanlar soldaki eleştiriler, Asım Bezirci gibi isimler, onlar ayrı. Onun haricinde Ahmet Abi gibi eleştiren bir Yusuf Kaplan’ın Kuşluk Vakti dergisindeki yazısını bir de Ahmet Abi’yi hatırlıyorum.

Ahmet Abi İkinci Yeni şiirini, Cumhuriyet modernleşmesinin bir parçası olarak düşünür ve eleştirirdi. Tabii, bu konularda Ahmet Abi ile anlaşamazdık. Bazen biz de ona İkinci Yeni’den bazı şiirlerle zarf atardık. Hatta Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiirini Ahmet Abi için okurduk. O da biraz tebessümle, biraz zarf atarak, kızarak bu şiire karşılık verirdi. O gün de Ömer Aksay, İkinci Yeni müdafi, Ahmet Abi ise muhalifi pozisyonundaydı. Uzunca konuşuldu, tartışıldı. Ben de genç birisi olarak onu dinlemiştim. Sanırım üniversitedeydim, ama tam hatırlamıyorum. Ahmet Abi zihnimde o tartışmayla yer etmişti.

Daha sonra, 2012 yazı ya da 2013’te, Mehmet Yaşar vesilesiyle Ahmet Abi ile tekrar bir araya geldim. O dönem, Ahmet Abi’nin “dükkan”, “fikir mağarası” dediği mekânda sohbetlerimiz başladı. O dönem kıyafeti Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi idi. Zaman zaman farklı bir kılıkta olabilir ama orası hep “dükkan”dır ve Ahmet Abi de hep “dükkan”dadır. Ahmet Abi ile hukukumuz böyle gelişti.

Ahmet Doğan İlbey’i diğer yazarlardan veya şairlerden ayıran en belirgin özellik nedir?

Ahmet Abi, depremde Rahmet-i Rahman’a göçtükten sonra, biz Ahmet Abi aleyhine konuşmaya ve onun üzerinden zarf atmaya devam ettik. Bazen şöyle diyordum: “Ahmet Abi göçtükten sonra Türkiye’de anti-Kemalist köşe yazıları yazan kimse kalmadı.” O zaman Mehmet Abi vardı, Mehmet Doğan Abi. O da zaman zaman yazıyordu. O da rahmetli oldu, kimse kalmadı. Bunu şöyle konumlandırabiliriz:

Bilindiği gibi, 1839 Tanzimat Fermanı ile beraber Türkiye’de kültürel bir ikilik oluştu. Batıcılık devletin temel politikası haline geldi ve bu durum, Türkiye’de bir yarılmaya sebep oldu. Devletin bu kararı bir ikiliğe sebep oldu. Alaturka-alafranga diye özetleyebileceğimiz kabaca. Daha sonra sağ-sol, seküler-dindar, laik-muhafazakâr gibi şimdi kullanılan birtakım ayrımlar, Tanzimat Dönemi’nde oluşan kültürel yarılmanın, ikiliğin, bugüne yansıyan tezahürleri oldular.

Ahmet Abi’nin kültürel, siyasi ve sosyal konumlanışı, devletin aldığı Batıcılık kararında, Türkiye’nin 200-250 yıllık macerası içerisinde Batıcılığın karşısındadır. Dolayısıyla Kemalizm eleştirileri ya da Cumhuriyet modernleşmesine dair eleştirileri de bunun bir parçasıdır. Bu manada, fikri bir arayış içinde olduğunu ve bu tercihini belirginleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

Necip Fazıl Kısakürek, Necip Üstat, kendisi daha önce bu alana girmiş ve Batıcılık karşısında konumlanmış birisi olarak, üstat olarak benimsediği bir isimdir. Ahmet Abi’nin ayırt edici vasıflarından biri de budur. Yani siyasi, kültürel, sosyal anlamda konumlanışı bu şekildedir. Ahmet Abi’nin iki üstadı vardır. Yazılarında “Necip Üstadım” diye bahsettiği Necip Fazıl Kısakürek, “Âmâ Üstadım” diye bahsettiği Cemil Meriç. Bu iki isimden Necip Fazıl, Büyük Doğu adıyla daha kurucu bir tavır sergilemeye çalışmış olsa da, bunu çok kurumsallaştırması mümkün olmamıştır. Bir fikir mektebi olarak varlığını sürdürmüş; ancak belirgin bir poetika oluşturamamıştır. Cemil Meriç’in ise böyle bir tarafı hiç olmamıştır. O tamamen kendisini Nietzschevari bir ‘put kırıcı’ gibi takdim etmek ister. Batıcılığa yönelik eleştirileri vardır, o dünyadan gelmiştir ve onu eleştirir. Dolayısıyla Ahmet Abi de onun eleştirel yönünden etkilenmiştir.

Ahmet Abi’nin daha içerlek tarafını, iç dünyasını ele alalım. Orada da şu vardır: Yine “Necip Üstadım” dediği ve “Âmâ Üstadım” dediği bu iki isimden hareketle, onun iç dünyasına ve şahsiyetine dair bir şeyler söyleyelim. Yazarlık anlamında öne çıkan yönlerini tespit etmeye çalıştığımızda, Cemil Meriç’ten de Necip Fazıl’dan da, onların ruh dünyasından aldığı unsurlar olduğu görülür. Daha doğrusu, kendisiyle bir tür özdeşleşme kurduğu söylenebilir. Günümüzde “rol model” deniyor ama bu, doğrudan bir taklit değil, daha çok kendini yakın hissetme meselesidir. Ahmet Abi’nin sık sık atıf yaptığı Hz. Mevlânâ’ya ait bir söz vardır: “Her kuş kendi cinsiyle uçar.” Yani insanın kendi yakınına, kendine benzeyene yönelmesi gerektiğini ifade eden bir vurgu var.

Cemil Meriç’te kitap düşkünlüğü, kitap sevgisi vardı; Ahmet Abi’de de aynı şekilde kitap sevgisi vardı. Onun yalnızlığı, kitaba kaçma duygusu, çevresiyle intibak edememesi… Ahmet Abi de kendi sosyal çevresiyle ve bulunduğu şehirle arasında bir mesafe hisseden, bunu bir ruh acısı olarak duyanlardandı. Cemil Meriç de benzer bir duyguyu yaşıyordu ve bu anlamda aralarında bir alaka vardı.

Necip Fazıl’a gelince… Onun aristokratik, şairane bir tarafı var, malum. Onun o yönüyle de Ahmet Abi’nin bir irtibatı var. Mesela bir derginin -Ağaç Dergisi miydi acaba- kalıpları var, bir matbaada kullanılan bazı malzemeleri var, alıp onları şöminede yakıp saçtığı ışıkları seyreden bir uçarılığı var Necip Fazıl’ın. Alıp birdenbire bunu yapar mesela. Yahut çok ani, çok sert bir hareketi ansızın yapıverir Necip Fazıl. Onun ruhuna bu şekilde akseder. O aristokratik yönü, topluma ve bulunduğu yere bir anda, çok farklı bir tepkiyle karşılık verme tarafı Ahmet Abi’nin dünyasında da, bilhassa gençliğinde diyelim, var imiş.

Maraş’tan hiç çıkmamış. Üniversite için Maraş’tan çıkıp giden, kendi taydaşı olanlar var, ama Ahmet Abi gitmemiş. Bunun bir nevi mahrumiyetini de yaşamış, psikolojik olarak da hissetmiş. Erken çalışmaya başlamış. Okuma arzusunu, başka dünyalara açılma isteğini ancak kitaplar üzerinden gerçekleştirebilmiş. Hayat şartları onu buna mecbur bırakmış. Bu da onda bir susuzluk, dünyasında hissettiği bir eksiklik. Kendisi son dönemlerde hep, “Ben Eloğlu’ndan öteye gidemedim.” derdi. Bu, biraz şahsiyetini ifade eden bir şey. Bir tarafıyla katıksız bir Maraşlı tarafını koruduğunu gösterirken bir tarafıyla da Ahmet Abi’nin hasretini de ifade eden bir şeydi. Başka dünyalara açılma, bir şehri bırakıp gitme… Hele ki gençlikte, 18-19 yaşında üniversite okumak için gitme isteği. Bunlar yetmişli yıllarda çok önemli şeylerdi ve çevresinde bunu yapan kimseler de vardı. O yaşlar, insanın hayatı ve dünyayı keşfettiği zamanlardı. Bunun onda bir mahrumiyet psikolojisine sevk ettiği de anlaşılıyor. Ahmet Abi’nin böyle bir tarafı vardı diyelim. İşte, çizdiğim çerçevede onun iç dünyasını hem dışa hem içe dönük olmak üzere iki şekilde değerlendirebiliriz.

Onun insani yönünü, dostluklarını ve çevresiyle olan bağlarını nasıl tanımlarsınız?

Memduh Atalay, Hasan Ejderha ve İsmail Göktürk bu konuyu daha geniş şekilde anlatacaklardır. Onların çok şahitlikleri, beraber yaşadıkları şeyler var. Dolayısıyla onlar bu yönlerini daha çok ifade edeceklerdir. Ben Ahmet Abi’nin bu yönüyle ilgili birkaç şey söyleyeyim, esasını onlara bırakayım.

Ahmet Abi’nin bir dostluk anlayışı vardı. Bu, özel olarak bir hayat tarzı gibi, belki de Fethi Gemuhluoğlu’nun Dostluk Üzerine metnini gördüyseniz, o bize bu konuda fikir verir. Bunu belki daha önce söyleyen olmuştur; Bilge Hanım filan söylemiş olabilir. Ahmet Abi için o metin, dünyasında bir temel taş gibidir. Döndüğü, okuduğu metinlerden birisidir. Onun hem dostluk anlayışını hem de hayat anlayışını ifade eden şeylerden birisidir.

Eserde, “Günah işlerken bile aşk ile yap.” der Fethi Gemuhluoğlu. O muhabbet, şevk, aşk meselesi Ahmet Abi’de had safhadaydı. Bunu bir hayat tarzı hâline getirmişti. Mesela şöyle bir misal vereyim: Yolda karşılaştığı zaman bir dostuyla muhakkak durup onunla oturup bir çay içme, ona hususen bir vakit ayırma çabası vardı Ahmet Abi’nin.

“Ehl-i geceyim.” derdi. Ehl-i gece olduğu için gece üçte, dörtte kapısını çaldığınızda, telefon ettiğinizde, “Hayırdır, niye aradın?” demezdi. Hemen paltosunu giyip aşağı inerdi. Mesela böyle bir yönü vardı. Paltosunu giyer, gecenin soğuğunda çıkar, sizinle oturur, “Bir açık yer var mıdır ki çay içelim?” der, o saatte tütününü içerdi.

Ahmet Abi, çok farklı insanlarla meşgul olmuş, onlarla çalışmış ve meslek hayatında pek çok kişiyle muhatap olmuş biriydi. Gerçek anlamda “güngörmüş insan” denildiğinde akla gelen isimlerden biriydi. Hayatında pek çok zorlukla karşılaşmış, büyük kahırlar çekmişti. Ancak en önemli yönlerinden biri de incelikli ve zarif bir ruha sahip olmasıydı. Bunu özellikle vurgulamak gerekir.

Örneğin Ahmet Abi ile üç dört saat sohbet edersiniz. O sohbetlerde Ahmet Abi’nin kabul ettiği, etmediği, itiraz ettiği, etmediği şeyler olur, konuşulur. Siz Ahmet Abi’ye itiraz edersiniz, o da size itiraz edebilir fakat asla ve asla sizi kırmak istemezdi. “Siz” diye hitap etmeye gayret ederdi. Küçükse “Mehmetçiğim, Akifçiğim” gibi ifadeler kullanırdı. Ancak insanın psikolojisini de hesap eder, mesela “Akifçiğim”in küçük, sevimlileştirici tarafı onun gururuna dokunacaksa bunu keşfedip onu demezdi.

Ahmet Abi sohbetlerinde karşı tarafı çok düşünürdü, o kadar düşünürdü ki bazen yorulurdunuz ve “Ahmet Abi, estağfurullah, rahat olun.” demek mecburiyetinde hissederdiniz kendinizi. Hatta sohbet bitip kalkıp gittiğinizde, gece ya da ertesi gün e-postanıza Ahmet Abi’den bir mektup düşerdi: “Konuşmamızda şöyle şöyle bir şey söylemiştim, acaba sizi incitti mi?” Böyle şeyler yazardı. Bazen hararetli konuşmalar olurdu, Ahmet Abi sonradan acaba incittim mi diye düşünüp böyle mektuplar yazabilirdi.

Bu yönüyle az bulunur birisiydi. Açıkçası, Ahmet Abi ile sohbet edip konuştuktan sonra sokağa, çarşıya çıktığınızda incinirdiniz; yani hayattan incinirdiniz. Öyle bir letafet veren birisiydi. Akrabalık ilişkileri olsun, sosyal ilişkileri olsun, bunları gözetirdi. Mesela bir işçinin, sokaktaki bir çocuğun sosyal seviyesini kendine göre çok iyi analiz etmiştir. Onların her birine göre bir üslubu vardır ve bunları hayatında uygular.

Türk kültürüne, edebiyatına ve irfanına yaptığı katkıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet Abi’yi bu bağlamda değerlendirecek olursak, onun en önemli işlerinden biri, ısrarla yazmaya devam etmesi ve yazmayı, okumayı üstün bir değer olarak görmesidir. Kitap sevgisi, kitap okuma ve kitap dünyasına dair yazıları, başlı başına bir kitap hacmindedir, evsaftadır. Dolayısıyla onu değerlendirirken öncelikle bu yönünü öne çıkarmak gerekir.

İkinci bir şey, Ahmet Abi’nin bir yönüyle – yanlış anlaşılmasından çekindiğim bir ifade ama – bir vulgarizatör fonksiyonu da icra ettiğini söyleyebiliriz kültür hayatımızda. Ahmet Abi, Necip üstadının, âmâ üstadının, Erol Güngör’ün ve bunların ötesinde, gönül dünyası itibarıyla irtibat kurduğu Ali Hocam’ın, yani Ali Yurtgezen Hoca’nın yazıları ile toplum arasındaki bir köprü gibiydi. Bunları topluma duyuracak, aktaracak, onların dünyasını pratize edecek bir işlev üstlenirdi.

Gazetelerde devamlı yazması, sürekli gazetede yazmayı istemesi, bir gazete yazısı diliyle fikri meseleler arasında bir uzlaşma, bir sentez, bir dil arayışı içinde olması ona böyle bir fonksiyonu icra etme imkânı verdi. Yani, 60’lardan, 70’lerden beri süregelen ilk okumalarından başlayarak – ki 70’lerde yazı macerasını anlattığı bir yazısı da vardır – okuma serüvenini anlatır. Orada, ilk ciddi okumalarına 70’lerde başladığını ve 80’lerde bunları derinleştirdiğini belirtir. Zaten köşe yazarlığına da 80’li yıllarda başladığı düşünülürse, bu durumun okumalarının doğal bir sevkiyle ortaya çıktığı anlaşılır. Genel olarak, bu iki fonksiyonu ve özelliği vurgulayabiliriz.

Bir de belki şunu söylemek lazım: Ahmet Abi, dünyayı anlamlandırmaya başladığı, gençliğini yaşadığı dönemde Türkiye’de ciddi bir ideolojik kamplaşmanın ve çatışmaların olduğu bir ortamda bulunuyordu. O dönemde ülkücü hareketin içinde yer aldı. Çevresi, sosyal yaşantısı ve Maraş’ın dokusu düşünüldüğünde, Ahmet Abi’nin dedesinin Demokrat Parti’nin batı köylerindeki teşkilatlanmasını yapan biri olması da onun siyasete uzak büyümediğini gösterir. Ahmet Abi de gözlerini böyle bir ortamda açtı ve doğal olarak, bahsettiğim sosyal, kültürel ve aile ilişkileri itibariyle kendisini ülkücü olarak tanımlaması, dünyayı o perspektiften anlamaya başlaması beklenebilecek bir durum.

70’lerde taşrada yaşayan bir ülkücü gencin dünyayı ve kendini anlama, okuma çabası içerisinden bakılırsa meseleye, bunu bir mikro özellik olarak da değerlendirebiliriz. Cumhuriyet modernleşmesine dair eleştirilerinde, “Türklük meselesinin tashih edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu konuyu sarih hale getirmek için bazı şeyleri yazıyorum.” diyordu. Bu çabaları da düşünülürse, onu Türk milliyetçiliği ile alakalı tartışmalarda – bilhassa son dönemde – İslam’ın geriye atılmasını asla kabul etmeyen bir tavrı vardı. Bunu ülkücülerin ve milliyetçilerin gündeminde canlı tutmuştu, bunu da söyleyebiliriz.

Bazı ülkücülerin değer verdiği, Türk milliyetçiliği içerisinde sayılan kalemlerle ilgili yazdığı eleştiriler de önemliydi. Kimse açıp oraları öyle çok da okumuyordu, o isimlere hürmet edilip geçiliyordu. Ziya Gökalpler, Atsızlar, Yusuf Akçuralar… Ahmet Abi’nin eleştirileriyle bence oraya bir canlılık katılmış oldu diye düşünüyorum.

Kahramanmaraş depremi sürecinde onunla ilgili son hatıralarınız nelerdir?

Ahmet Abi ile en son 3 Ocak Cuma’yı, 4 Ocak Cumartesi’ye bağlayan gece görüşmüştük. Epey oturmuştuk, dükkândaydık. Saat gece 1 civarında mı, yoksa 2’ye doğru mu ayrıldık, tam hatırlayamıyorum. Ben, Fazlı Bayram ile beraber çıkmıştım. Ahmet Abi ile son görüşmemiz o geceydi.

Kayıtlara geçmesi bakımından belki söylemek gerekir: Ahmet Abi’nin, içinde ukde olarak, yazdıklarının güzel bir kisveye bürünüp kitaplaşması arzusu vardı. İstediği gibi bir kitap yayını yapamadı. “Kitap gaye değil” derdi. Yayınlamak, kitaplaştırmak, kitap sahibi olmak, imza sahibi olmak, öyle şeyler kıymetli değildi onun için. Yazdıklarını bir bütünlük içinde ifade edebilme isteği gönlünün bir tarafında vardı. Kitap sahibi olmak, isim sahibi olmak anlamında değil de, kitabın bizzat kendisine sahip olmak, onu sevmek anlamında diyorum. O manada çok mahviyetkar bir tavrı vardı.

Bana bazı şeyler sormuştu; bir kitap talebinden, kitaplaştırma sürecinden bahsetmişti. “Nasıl yapalım?” demişti. Benim biraz editörlük geçmişim olduğu için benimle istişare etme ihtiyacı duymuştu. Gündemde şöyle şöyle meseleler var demişti, sonra konu öylece kaldı. Ankara’dan, İstanbul’dan bazı teklifler gelmişti ona. O, içinde bir ukde olarak kalmıştır diyelim. Ahmet Abi’nin içinde kalan şey, bizim için de bir ukdedir. Benim, Bir Hüzünkârın Ömür Defteri kitabının ortaya çıkışındaki rolümün psikolojik ağırlığı çok fazlaydı. Hepimizin üzerinde duygusal bir yük oluşturuyordu. O kitabın çıkması için büyük bir şevkle uğraştım, bir şekle kavuşması için çaba sarf ettim. Çünkü Ahmet Abi’nin içindeki o ukdeyi biliyordum.

Bir Hüzünkârın Ömür Defteri adlı kitabın çıkışı Ahmet Abi’nin dünyasına uygun bir şey oldu. Kendisi, mahviyetkârlığı ve tevazusuyla sanki o kitabı bir türlü ortaya çıkaramayacak gibiydi; dostları onu alıp gün yüzüne çıkardı. Belki şimdi de kitaplarının yayımlanması, yazılarının derlenip toplanması yine dostları tarafından yapılacak. Bu da tam Ahmet Abi’nin meşrebine uygun bir şey olurdu. Açıkçası, kendisine şimdi denilseydi ki: “Ahmet Abi, yazılarınızı kitaplaştıracaklar.” “Kim yapıyor? İsmail Göktürk, Mehmet Raşit Küçükkürtül, Mehmet Yaşar var mı? Tamam o zaman, benim bir şey dememe gerek yok. Onlar gerekeni yapar, müsterihim.” derdi zaten.

Bu da bize bir emanet olarak kaldı diyelim. Bu konular biraz hissi bir bahis olduğundan pek konuşamıyorum.

Deprem sonrasında onun eserleri ve hatırasını yaşatmaya yönelik bir çaba gözlemlediniz mi?

Bir Hüzünkârın Ömür Defteri kitabının ortaya çıkış sürecini doğrudan gözlemleyenlerden biri oldum. Tabii bu süreç iki yönlüydü; bir yanda benim gibi, Ahmet Abi’nin kitapla kurduğu ilişki açısından duygusal bağ kuranlar vardı. Bu yüzden, büyük bir hevesle bu sürece dahil oldum. Ahmet Abi beni aradı, kitap konusunda telefonda yirmi dakika konuştuk. Çekinerek konuşuyordu, müddeî olmaktan her zaman sakınırdı.

Ben bu tavrını bildiğim için, Bir Hüzünkârın Ömür Defteri kitabındaki fotoğrafların ortaya çıkması benim için ayrı bir önem taşıyordu. Kitapta bir fotoğraf albümü vardı ve bu fotoğrafların sağlam şekilde muhafaza edildiğini, elde olduğunu duyunca, hemen kızı Bilge Hanım’dan bütün fotoğrafları aldım. Seçme yapmadan, tek tek hepsini dijitalleştirdim. Hasan Bazı da bana bu konuda yardım etti. Bilgisayarda bizzat kendim dijitalleştirdim, ardından bir seçki yaptım. Seçtiğimiz fotoğrafların izini sürdüm, fotoğraflardaki kişilerin kim olduğunu öğrenmeye çalıştım.

Ahmet Doğan İlbey’e dair kapsamlı bir biyografi yoktu; her yerde yalnızca standart iki-üç paragraflık kısa metinler vardı. Zaten mahviyetkâr birisiydi, ne yazabilirdi ki? Çok mahdut şeyler yazmıştı. Bu yüzden oturup bir biyografi yazma telaşına düştüm. Ahmet Abi’ye dair birçok bilgi ve dosyayı taramaya başladım. Çünkü hep şunu düşündüm: “Ahmet Abi bu kitabı eline aldığında ne hisseder?” Onun kitap sevgisini bilerek, kitabın olabildiğince güzel olması için çabaladım.

O süreçte, biyografi, albüm ve yazıların ortaya çıkmasıyla birlikte tüm dostları da bir şekilde kitabın duygusuna, o manevi halkaya dahil oldular. Benim de biraz editörlük tecrübem olduğu için, bu süreci yakından bildiğimden, büyük bir hevesle o kitaba daha çok omuz verdim.

Şunu da belirtmek gerekir, mesela Hasan Abi’nin, neredeyse çocuk denecek yaşlarda Ahmet Abi ile tanışmış olması, onun için çok derin bir bağ oluşturmuş vaziyette. Hasan Ejderha ve Hasan Keklikçi’nin de Ahmet Abi ile ilgili sayısız hatıraları var. Ancak işin duygusal ağırlığı o kadar fazlaydı ki, Hasan Abi günlerce, hatta aylarca tek kelime yazamadı. Ahmet Abi hakkında bir şeyler yazmaya eli varmadı. Bu da işin bir başka boyutuydu. Çünkü karşısındaki o büyük boşluğu hissediyordu; ona “yaz” demek bile zordu, bunu teklif etmek bile güçtü.

Benzer durum, başka dostları için de geçerliydi. Ahmet Abi ile çok yakın hukuku olan, onunla derin dostluklar paylaşan bazı kişiler ya hiç yazmadılar ya da çok kısa şeyler yazdılar. O duygusal yükü taşımak hakikaten kolay değildi. Ahmet Abi’yle olan bağları, sadece bir dostluk değil, sanki dükkancılıktan gelen özel bir sadakat ve bağlılık gerektiriyordu.

Mehmet Akif Ersoy’un bir mektubunda dostuna söylediği şu cümle bu durumu belki en iyi anlatan benzetme olur: “Sehiv secdesiz namazım yok bugünlerde.” İçinden geçtiğimiz o dönem de aynen böyleydi. O duygusal ağırlığı anlamak açısından belki en iyi misal budur. Ancak belki şimdi, Hasan Abi ve diğer dostları Ahmet Abi hakkında daha fazla konuşabilecek, hatıralarını daha rahat anlatabilecek bir duruma gelmiştir diye düşünüyorum.

Ahmet Doğan İlbey’in unutulmaması ve eserlerinin yaşatılması için neler yapılabilir?

Ahmet Abi’nin yazdıklarının derlenmesi, tasnif edilmesi ve bir bütün hâlinde ortaya çıkması gerekiyor. Onun 1980’lerden itibaren dergi ve gazetelerde yazdığını biliyoruz. Derleme konusunda Ahmet Turan Bayraktar, Mustafa Cihan Alliş, Mehmet Ensar Özdemir ve Hasan Bazı büyük emek verdiler. Ahmet Abi’nin 1990’lı yıllarda Gündüz gazetesinde yayımlanan tüm yazılarını topladık. 2000’li yıllarda yazdıkları ise dijital ortamda olduğu için pek çoğu zaten arkadaşlarımızın arşivinde mevcuttu.

Benim biraz da arşiv merakım olduğu için, Ahmet Abi’nin kızı Bilge Hanım bana bir seyyar bellek getirdi. Bu bellekte, Ahmet Abi’nin bilgisayarındaki belgelerin bir kopyası bulunuyordu. Bilgisayarın tamir edilmesi gerekti, ardından öğrendik ki bir kopyası da Mustafa Hançer’de varmış. Dolayısıyla, Ahmet Abi’nin geride bıraktığı dijital arşiv belgeleri şu an hem bende hem de Bilge Hanım’da mevcut. Dolayısıyla bütün bunlar içinde Ahmet Abi’nin yazdıkları, yayımladıkları, mektup olarak kaleme aldıkları ve e-posta kutusunda saklı kalanlar var. Bütün bunların bir hayli fazla olduğunu tahmin edebiliyoruz. Yani Ahmet Abi’nin oldukça fazla mektubu var. Kendisine yazılanlar olduğu gibi, onun kaleme aldıkları da mevcut. Bunların bir kısmını Mehmet Narlı Hoca kitaplaştırdı; bunun bir örneğini “Kahire ve Paris Notları” adlı kitabında yazdı. Bu minvalde başka mektuplar da ortaya çıkabilir. Mesela, daha birkaç hafta önce bir arkadaş, Ahmet Abi’ye yazmak üzere kaleme alınmış fakat tamamlanamamış, yirmi yıl öncesine ait bir mektubu WhatsApp üzerinden bana gönderdi. Böyle şeyler hâlâ çıkabiliyor.

Bu konuda iki türlü çalışma yapmak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, Ahmet Abi’nin tüm yazdıklarını ve yayımladıklarını derleyip tasnif etmek. İkincisi ise hatıra ve mektuplarını daha hacimli bir şekilde toparlamak. Bu, belediyeden çıkan Bir Hüzünkârın Ömür Defteri kitabının bir ilavesi, ikinci cildi ya da devamı gibi düşünülebilir. Bu tür çalışmalar yapılabilir ve yapılmalı diye düşünüyorum. Bunları elbette yapıyoruz, en azından bir kısmını gerçekleştirdik ve yapılmaya devam ediyor. Peki, bunları kim yapacak? Yine biz yapacağız, tabi ki. Şimdiye kadar bir kısmını derledik ve ortaya koyduk. Bu konuda Ahmet Abi’yle hukuku olanların da desteğine ihtiyacımız var: Elinde mektup, fotoğraf vs. olan kimselerin bunları bizlerle paylaşmasını umuyor, bekliyoruz.

Sizce onun adı geçtiğinde insanlar neyi hatırlamalı?

Tek bir kelime seçilecekse bütün çağrışımları ve mazmunlarıyla birlikte “türkü” kelimesini tercih ederim. Çünkü türküler, sevgiyi, muhabbeti, duyguları, düşünceleri, çağrışımları, beklentileri ve ümitleriyle bütün bir dünyayı kuşatır. Ahmet Abi’nin dünyası da işte tam olarak o dünyadır; ondan ayrı bir dünya değildir. Öyledir ki Ahmet Abi’nin konuşmalarından, hitabından, kurduğu cümlelerden, giyinişinden, hadiseleri değerlendirişinden, hatta caddede yürüyüşüne kadar, o dünyanın bir ifadesini arayacak olsak; en doğru ifade yine türkü olurdu. Bunları konuşurken, elbette önyargıları, gülünçlükleri, kızgınlıkları, öfkeleri ve yanlış anlamaları da göz önüne almak gerekir. Fakat türküler, işte tam da bu yüzden Ahmet Abi’nin dünyasını bize en iyi şekilde anlatır.

Nasıl diyeyim, nasıl anlatayım bu son dediğimi? Ahmet Abi her zaman “Gülüşlü olsun.” derdi… Şöyle bir örnek vereyim, Ahmet Abi gözlük takmaya önce direniyor. Çünkü Anadolu’da 1970’lerde ve 80’lerde gözlük takmak… Gözünüz rahatsız olur, gözlük kullanırsınız, değil mi? Basit bir şeydir aslında. Ama o dönemde böyle bir telakki yok. 1970’lerde ve 80’lerde gözlük takmak, tuhaf karşılanıyor. Bir çeşit özentilik veya ayıp bir şey gibi algılanıyor. Ahmet Abi de böyle anlıyor. Bunun başka örnekleri de var. Gözlük meselesiyle ilgili başkalarından da benzer şeyler dinledim. 70’lerin sonunda yakınımız, tanıdığım birisi bir köye imam olarak gitmiş. Gözlüklü gidiyor çünkü ileri derecede miyop ve gözlük takmak mecburiyetinde. Ancak köyde dedikodu çıkıyor, kınanıyor. Köyün ileri gelenlerinden biri, çok sert bir şekilde uyarıda bulunarak, “hoca efendiye bir daha bu konuda bir şey demeyeceksiniz” diyor ve ancak o zaman mesele kapanıyor. Ahmet Abi de gözlük takmaya karşı önyargılı olanlardan biri. Sonra, Ahmet Abi’nin gözündeki derecenin ilerlediğini fark eden Hasan Abi ısrar ediyor ‘İlla şunu tak’ diye. Ahmet Abi uzun direnmeler sonunda gözlüğü takıyor, bakıyor ve “Tamam!” diyor. Ancak gözüne gözlük zorla taktırılınca onun sıhhatle ilgili olduğuna, züppelik olmadığına kalbi tam olarak kanaat ediyor. Bu konular da türküsü olacak olaylardır ve türküsü olan insanların hâllerindendir bu anlattığım . Biz arkasında trajik bir hikâye barındıran türkülere daha âşina olduğumuzdan aklımıza işin bu yönü pek gelmez. Türkülerin dünyasını bilenler, türkülerdeki o mahrumiyeti hissedenler, mahrumiyetle ilgili işlenen konulara aşina olanlar, bir yanlış anlaşılma sonucu başa gelenleri bilenler, onun türkülerde nasıl anlatıldığını bilenler, ne demek istediğimi anlayacaktır.

Ahmet Doğan İlbey’in dost, yazar ve insan olarak size kattığı en değerli şey nedir?

En zor soruyu en sona saklamışsınız. Ahmet Abi’yi tanımakla şu şu şu hasılatı elde ettim demek, yani bir menfaati, bir kazancı, sayıya dökülebilir, ifade edilebilir, elle tutulur bir şeyi sunmak tabiatıyla mümkün değil. Dolayısıyla, bunu nasıl ifade etmek gerekir diye düşünüyorum, ama dilim döndüğünce birkaç şey söyleyeyim.

Ben, insanlara “dostum” demeye çekinen birisiyim, bunu söylemekten korkarım. Çünkü dostluk hukuku çok yüksek bir şeydir ve gereğini yerine getirmek zordur. Ahmet Abi’den bu konudaki cesareti ve inceliklerini, bunun nasıl mümkün olabileceğini gördüm. En öz hâliyle bu şekilde ifade edilebilir.

Ayrıntıya indiğinizde, Türkiye’nin yakın tarihinden tutun da kültürel, sosyal ve siyasi meselelerimize kadar hemen her konuda Ahmet Abi ile konuşmuşuzdur. Değinmediğimiz, ele almadığımız pek az konu vardır. Ahmet Abi, dostlarının yazılarını büyük bir dikkatle takip ederdi. Benim yazdığım yazıları, dostlarının kaleme aldıklarını okur, bunlarla ilgili mutlaka bir e-posta yazar, görüş bildirirdi. Ahmet Abi’nin sosyal medya kullanmak gibi bir alışkanlığı yoktu ama yine de Facebook’ta bir sayfası olur, Mehmet Narlı ne yazmış diye bakardı. Twitter hesabı yoktu, kullanmazdı ama o dönemde Twitter, üyelik gerektirmeksizin başka sayfalardan açılabiliyordu. Ahmet Abi, dostlarının sayfalarını özellikle açıp ne yazdıklarına bakardı. Yoksa akıllı telefon kullanmak, sosyal medyada aktif olmak gibi şeylerle pek ilgisi yoktu; hem yaşı itibarıyla hem de tavır olarak. Bu, onun için hem bilinçli bir tercihti hem de nesil farkının bir yansımasıydı. Günümüzde yaşıtları Instagram’dan, YouTube’dan çıkmazken, Ahmet Abi bu mecralardan hep uzak durmuştu. Tabii, bunları da konuşur, yazdıklarımız üzerine değerlendirmeler yapardık.

Ben, tenkit etmenin ve karşıdakini uygun bir dille ikaz etmenin inceliklerini Ahmet Abi’den öğrendim. Ahmet Abi, benim ham kalan, kaba duran pek çok yönümü incelikle zımparalamış birisidir.

Şunu da vurgulamak gerekir: Ahmet Abi ile birlikte kültür ve irfan dünyamızdan kaybolan neydi? Eskiden, 1960’larda, 70’lerde, 80’lerde böyle insanlara rastlanırdı ama 90’lardan, 2000’lerden sonra giderek azaldı. Örneğin Konya dediğinizde, o şehrin ağzıyla konuşan, şehir kültürünü almış insanlar vardı. Ama şimdi onlar da kalmadı. Bunun nedeni birincisi, Türkçe zayıflıyor. İkincisi, kitlesel iletişim araçları sebebiyle her şey birbirine benziyor. Herkes aynı dizileri izliyor, argolar benzeşiyor, ifadeler, üsluplar birbirine karışıyor. Öyle ki, artık Konya’daki de Maraşlı da aynı kötü aksanla konuşur hâle geliyor. Oysa Maraş, jestleriyle, mimikleriyle, tarzıyla, üslubuyla, duruşuyla kendine has bir şehir kültürüne sahip. İşte, bu kültürü en iyi taşıyanlardan biri de Ahmet Abi’ydi. O, içinde yaşadığı cemiyetin hem eleştirisini yapmış hem onun uyumlu, verimli bir ferdi olmayı başarmıştır. Arayışları, hasretleri, nefs muhasebeleri, terk ettikleri, takviye ettikleri, tercih ettikleriyle Ahmet Abi’nin ulaştığı nokta, bence bir Maraş beyefendisi ideali çıkarılmak istendiğinde oraya çok oturacak bir portre sunar. Eğer Türk kültürü için merkez İstanbul değil de Maraş olmuş olsaydı bu tespit ettiğim şey daha anlamlı gelirdi birçoklarına. Bu açıdan düşünüldüğünde Ahmet abi, bir roman kahramanıdır. 70’lerdeki yaşantısı bir cilt, 80’lerden 90’lara sarkan bir cilt ve nihayet depremden evvelki son 6-7 yılı bir cilt…

Ben “Ahmet Abi sözlüğü” diye bir şey yazmaya niyetlendim; fakat yazmak mümkün olmadı. Çünkü “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri”nde Ahmet Abi’nin çokça kullandığı sözleri, jestleri, duyguları listeleyelim dedik, ancak liste altı sayfayı buldu. Bir de tüm bunları açıklamaya kalkışsam, altı yüz sayfa yazmam gerekirdi. Çünkü Ahmet Abi’yi anlatmak, yalnızca kelimelerle mümkün değil. Onun jest ve mimiklerini, tasvirlerini, söz konusu hatıraya dair etraf bilgisini—Ahmet Abi’nin ifadesiyle “etraf bilgisini”—vermeli, o derinliği yansıtmalıyız. Ahmet Abi, Maraş’ın tasavvuf kültürüyle, en zarif tasavvuf yaşantısıyla yoğrulmuş, incelmiş bir Maraşlıyı temsil eder. O, çok nadide bir örnektir ve bu özellikleriyle kendisini tanıyan herkesin hafızasında yer etmiştir. Ahmet Abi ile birlikte kaybolan şeylerden biri de işte bu yönüydü. Mesela, Ahmet Abi büyük bir tövbekârdı. Tövbe etmek, gerçekten derin ve büyük bir meseledir. Onu Ahmet Abi gibi yaşayan, hisseden ve ruhunda taşıyan çok az insan vardır. Ahmet Abi’yi anlatırken, onun ruhunu incitmemek, hissettiklerini doğru bir şekilde aktarmak istiyorum; bu yüzden titizlikle çabalıyorum. Çünkü Ahmet Abi’den yalnızca hissî yönüyle, dostluğuyla, gündelik hayat içindeki fikirleriyle değil, şahsiyetiyle de beslendim, ondan manevi anlamda gıdalandım. “Gıda” tabiri burada önemli bir anlam taşıyor. Ahmet Abi gidince, hayatımızdan bir parça eksildi; adeta bir organımızı kaybetmiş gibi olduk. Hani bir organ vücuttan ayrılınca nasıl bir eksiklik hissedilir, nasıl bir boşluk oluşur, işte aynen öyle bir mahrumiyet yaşadık. Bizde, iç dünyası böylesine derinleşmiş, gönül dünyası bu denli olgunlaşmış bir Maraşlı pek az bulunur ve Ahmet Abi bu anlamda eşsiz bir şahsiyetti.

Her Ramazan ayında, Ahmet Abi üstat saydığı Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur kitabını mutlaka bir kez okurdu. Çok derin ve kuvvetli bir Peygamber sevgisi vardı. Ancak bu sevgiyi hemen fark edemezdiniz; sıradan ve yüzeysel bir bakışla kavranamazdı. O sevgi, hayatın içine incelikle yerleşmiş, derinleşmiş ve adeta özümsenmiş bir hâlde yaşanıyordu. Ahmet Abi’nin bu yönlerinden istifade ettik, ondan öğrendiklerimizle beslendik. Fakat bunu kelimelere dökmek, tam anlamıyla tarif etmek kolay değil. Bu istifadelerin mahiyetini anlatmak da öyle. Çünkü bu, insanın duygularını zorlayan, hissi bakımdan kalbe ağır gelen bir mesele. Belki de bu yüzden tam olarak ifade edemedim; biraz dağınık anlattım. Kısacası ve özcesi Ahmet Abi Maraş’ta, Maraş’ın imkânları ve yoklukları içerisinde kendini yetiştirmiş, derin bir iç dünyası ve kuvvetli bir şahsiyet geliştirmiş, dostlarıyla bir hayat kurmuş ve fikirle, dille, tasavvufla örülü bir dünya görüşünü hissedip yaşamış bir Maraş beyefendisiydi.

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir