Fütûhât-ı Mekkiyye (5. Cilt)

Künye: Fütûhât-ı Mekkiyye, İbn Arabî, Litera Yayıncılık, Çeviren: Ekrem Demirli, 5. Cilt, 6. Baskı: İstanbul, 2024.

***

* İnsan, bu beden üzerinde pek çok zaman geçmediği için, cismi bakımdan küçüktür. Süresinin en küçük parçası, oluşma zamanıdır. Sonra, süresi ölüm vaktine kadar büyür. O halde, bedeni büyüdükçe, ömrü küçülür. Dolayısıyla büyümeyi ve küçülmeyi kendisine izafe etmekten hiçbir zaman ayrılmaz. O halde onun artışı eksilmesi, eksilmesi ise artışının ta kendisidir. Bu ilahi yönelişin ne kadar güzel olduğuna bakınız! (Sayfa 13)

* Allah’ı Allah’tan öğrenmek, O’nun ‘tenzih ve teşbihi birleştiren’ olduğunu bilmek demektir. Böyle bir şey ise, teorik kanıtlarda geçerli değildir. Başka bir ifadeyle hakkında hüküm verilen birinin iki zıddı kendinde birleştirmesi, bu durumun dışında geçerli değildir. Bu durumda Allah hakkında yaratıkları hüküm vermediği gibi aynı zamanda yaratıkların aklı, teorik araştırmaları ve fikir gücü de hüküm vermiş değildir. Öyleyse yaratıkların Allah hakkında söylediği ‘O şöyledir’ veya ‘böyle değildir’ şeklindeki yargıları, hiç kuşkusuz ki, birer tahminden ibarettir. (Sayfa 20)

* (…) Müminin günahı, itaat ile karışmaksızın saf bir halde meydana gelemez. Onlar ‘salih amel ile bir kısım da günah karıştıran kimselerdir.’ Günaha katışan itaat, işlene o günahın ‘günah’ olduğuna iman etmektir. Öyleyse bu iman, günah içindeki bir itaat olduğu gibi aynı zamanda uzaklık içindeki yakınlıktır. Binaenaleyh bu iman, o günahın zekâtıdır. (Sayfa 20)

* Bilmelisin ki, Nesai’den aktardığımız hadiste Hz. Peygamber orucun benzeri olmadığını belirttiği gibi Hakkın da bir benzeri yoktur. Bu nedenle oruçlu ‘benzeri olmamak’ özelliğiyle Rabbine kavuşur ve O’nu kendisi vasıtasıyla görür. Bu durumda Hak, gören ve görülendir. Hz. Peygamber ‘orucuyla sevinir’ deyip ‘Rabbine kavuştuğu için sevinir’ demedi. Çünkü sevinç, kendisiyle sevinmez, bilakis onunla sevinilir. Görmesi ve müşahedesi esnasında Hak kimin gözü olmuşsa, O’nu görürken kendinden başkasını görmez. (Sayfa 37)

* (…) Bir kısmı ise, insanın bir zorlama olmaksızın kendisine farz kılmasının karşılığında Allah tarafından farz kılınır. Bu kısım, adak orucudur. Adak, cimriden çıkartılan şey demektir (adak cimrinin zekâtıdır). (Sayfa 41)

* Bayılma, fena hali, delirme ise aklı yitirme halidir. Bu niteliklerin sahiplerinden her biri, yükümlü değildir, dolayısıyla onları kaza etmesi gerekmez. Gerçekte bize göre (Allah’a giden) bu yolda kaza (orucu) diye bir şey yoktur, çünkü her zamana özgü bir varid vardır. Binaenaleyh, geçmiş zamanın hükmünün bulunduğu bir zaman yoktur. Zamandan geçen kısım, kendi haliyle geçmiştir. Biz ise içinde bulunduğumuz zamanın etkisi altındayız. Gelmemiş olan zamanın ise üzerimizde bir hükmü yoktur. (Sayfa 79)

* Müslim es-Sahih’inde Ebu Said el-Hudri’nin şöyle dediğini aktarır. Hz. Peygamber şöyle demiştir: ‘Allah yolunda oruç tutan bir insanın yüzünü Allah, o günün karşılığı olarak ateşten yetmiş çukur (mevsim) uzaklaştırır.’ Burada kölelerin orucunu zikretmiş, hürlerin orucunu zikretmemiştir. Hal gereği köle olanlar azdır. İnanç bakımından köleler ise herkestir. Oruç Allah’a benzemektir. Bu nedenle (kutsi bir hadiste Allah) onu insandan uzaklaştırıp şöyle buyurmuştur: ‘Oruç bana aittir.’ Kula oruçtan düşen kısım, açlıktır. Öyleyse oruçta tenzih Allah’a, açlık ise kula aittir. (Sayfa 106)

* Gecenin gelişi, gaybte bulunan şeyin ortaya çıkması değil, gaybın otoritesinin ortaya çıkması demektir. Gece gelmiş ve hakikat güneşinin ortaya çıkardığı şeyleri kıskançlık duygusuyla örtmüştür. Kıskançlık, keşf sahiplerinin gördükleri Allah’ın yasak ve alametlerine saygı göstermeyişlerine karşıdır. Çünkü bu esnada göz öyle bir şeyi algılar ki, onun bir kısmı bir şeyin içinde bulunsaydı, kendisine gerekli saygı yerine getirilmezdi. Keşf sahiplerinin gördükleri şeye karşı saygıları azalınca, gece kıskanarak onu örtmüştür. Böylelikle (hakikat güneşinin ortaya çıkardığı şey) gecenin bilinmezliği içinde gizlenmiştir. (Sayfa 113)

* (…) Öyleyse insan yaratılış bakımından en yetkin olan iken melek ise mertebe (menzil) bakımından en yetkin olandır. Nitekim kendisinin bana gösterildiği ve konuyu sorduğum bir vakıada Hz. Peygamber bana aynen böyle demişti. Fakat insan zevk bakımından melekten daha kapsayıcıdır, çünkü insan toplayıcı varlıktır. Bazı insanlar, ruhaninin dilediği herhangi bir surette şekillenebileceğiyle ilgili, bu meselede yanılgıya düşmüş, gözlerdeki sürmelemenin sürmenin kendisi gibi olduğunu bilememişlerdir. İnsan-ı kâmil ise -hayvan insan değil- en yetkin yaratılıştır. Bunun nedeni, ilahi hakikatlerin ve âlemin hakikatlerinin kendisine göre meydana geldiği hakikatlerdir. İnsan-ı kâmil, Allah’ın kendisini surete göre yarattığı varlıktır. (Sayfa 158)

* Orucun doğadaki (dört unsurdan) payı, beslenmenin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak kuruluk ve sıcaklıktır. Beslenmenin olmayışı, doğanın gereğinin zıttır, çünkü doğa, canlılık nedeniyle, edilgeni olmayan sıcaklığı ve soğukluğun edilgeni olan yaşlığa gerek duyar. Oruçlu ise, doğaya zıddıyla karşılık vermiş, başka bir ifadeyle asıl ilke ve onun edilgeniyle doğaya karşılık vermiştir. Çünkü insana nefsine muhalefet etmesi emredilmiştir. Nefs ise, özel anlamıyla doğadır ve bütün cisimler âleminin varlığı kendisine dayandığı için, özü gereği İlah ile didişir. Doğa âlemi olmasaydı, cisimler âlemi dışta var olmayacaktı. Bu nedenle de doğa (ve nefs) böbürlenmiş ve gurura kapılmıştır. (Sayfa 181)

* Allah, her menzilde bir tecellisi olması gerekecek şekilde, yüce ve üstündür. Allah, hiçbir kötülüğün bulunmadığı sırf hayır (iyilik), karşılığında yokluk bulunmayan varlıktır. Varlık, âlemdeki mutlak rahmettir. Azap ise, bir takım nedenlerle ortaya çıkar ve ilişir. Dolayısıyla geçici bir durum nedeniyle meydana gelen bir arazdır. Arazlar, süreklilik özelliği kazanamaz, kazansalardı araz olmazlardı. Araz hiçbir zaman geçicilik özelliğinden kurtulamaz ve bu nedenle de ‘azabın sürekliliği fikri zayıflar. Rahmet, bil kuvve bütün oğullarını kendinde taşıdığı halde, Adem’i bütünüyle kuşatmıştır. Böylelikle rahmet, bir sınırlama olmaksızın, geneldir ve hepsini kuşatır. Adem rahmete mazhar olan ismini hak ettiğinde, onda rahmet kabul etmeyen bir oğlun bulunması mümkün değildir. Allah şöyle buyurur: ‘Ona döndü ve hidayet etti.’ Başka bir ifadeyle rahmetiyle ona döndü ve rahmet ile kendisine döndüğünü ona açıkladı. Böylelikle rahmet kuşatıcı oldu. Hamd Allah’adır. Allah kulunun kendisi hakkındaki inancına göredir. (Sayfa 207)

* Sufîlerin ilkelerinden biri şudur: Uzun yıllar Allah karşısında ibadet içinde kalan bir arif, bir an içinde bulunduğu vakitte Allah’tan gafil kalsa, bu esnada kaçırdığı şey daha önce elde ettiklerinden çoktur. Bunun sebebi şudur: Sonra gelen her ilahi an, daha önceki anları içerir. Fakat sayesinde (öncekilerden) farklılaştığı bir özellik bulunur ve bu özellik ile öncekilerden bir fazlalık elde eder. (…) Hz. Peygamber peygamberlerin sonuncusudur. Bu sayede peygamberlerin makamlarının hepsini elde ettiği gibi kendi özelliğiyle de onlardan fazla olmuştur, çünkü o, peygamberlerin sonuncusudur. Burada, anlayan kimse için işaret vardır. (Sayfa 271)

* (Allah’ın isimlerini) inceleyen kimseler, isimler buna imkân verdiğinde veya kendi hali isimlerden böyle bir imkânı ona verdiğinde, onları başkasına nasıl yönlendireceklerini de bilirler. Çünkü gerçekte bilginin senden bulunup da bilen olmaman mümkün değildir. İşte, insanın zatının gereği olan hal yoluyla (ismi başkasına yönlendirmeye) ‘imkân bulma’ böyledir ve başka bir şey geçerli değildir. Çünkü anlamlar, bulundukları kimselerde hükümlerini zorunlu kılarlar. Böyle olmasaydı, âlem Haktan var olmazdı. Dikkat ediniz! Varlığı imkânsız olan şey, mümkünün kabul ettiği varlığı kabul etme istidadına sahip olmadığı için, var olmamıştır. (Sayfa 272)

* Bir insanın Allah’ın bakmasını yasakladığı bir şeyden sakındığını görürüz. Bununla birlikte insan, kendisine yasaklanmış gıybete kulak verebilir. Aynı esnada, diliyle kendisine yasaklanmış yalan söyleyebilir veya dedikodu yapabilir. Yine bu esnada zekât ya da gönüllü bir borç verme gibi emredilmiş bir farz sadaka veya zekâtı verebilir. Bütün bunlar, tek bir şahıstan tek bir anda meydana gelir ki, o şahıs insandan yükümlü olan ve bütün organlarını yönlendiren, içinde isimlere ait emirleri kabul eden -ki bunlar onda hüküm sahibidir- organlarını kendilerine emrederek dilediği gibi yönlendiren kimsedir. Bu kişi, farklı araçlara sahip, gerçekte bir kişidir. Bu araçların çokluğu olmasaydı, onun üzerinde ancak bir isim hüküm verebilirdi. Araçların sebep olduğu bu çokluk, gerçekte bir olsa bile, insanın üzerinde ilahi isimlerin hükümlerinin değişikliğini kabulünü icbar etmiştir. Böylece insan bir bakımdan yardım edilen olurken aynı anda fakat başka bir yönden hüsrana uğrayan olabilir. Hakikat ise, yöneten, yükümlü tek bir hakikattir ki, o da düşünen nefstir. (Sayfa 294)

* (…) Şekilci bilginler bu ibadetin hikmetini bilemeyince -çünkü onlar Hak katından gelen bir keşfe sahip değillerdir- haccın fiillerinin çoğunu taabbüdî saymıştır (salt ibadet maksatlı). Ne güzel de yapmışlardır! Bütün ibadetlerdeki tavrımız budur. Bununla birlikte biz, şeriat yönünden bazı ibadetlerin illetlerini biliriz. Bu ise, ya Hakkın bildirmesi veya kıyasçılar nezdinde hüküm çıkartma şeklinde gerçekleşir. Bütün bunlara rağmen biz, ibadetleri Allah’a ibadet kastıyla belirlenmiş olduklarının dışına çıkartmayız. Çünkü illetler bulunur ve maksat olabilirler, fakat yine de illetler, hükmün zorunluluğunda etkin değillerdir. İşte bu -şayet anladıysan- ilahi mertebeyi tenzihte en güçlü yoldur. (Sayfa 299)

* Dikkat ediniz! Allah’ın başarısızlığa uğrattığı kimseler, kendi benzerlerine karşı nasıl gururlanır: ‘Ben sizin en büyük Rabbinizim!’ Acaba, onu bu konuda konuşturan şey neydi: Mertebesini bilmesi mi, yoksa kendini bilmemesi mi? İnsan hakikat ve mertebe bakımından kul iken yine -mertebe bakımından değil- hakikat bakımından efendidir. Bu nedenler, mertebe iddiasında bulunduğunda parçalanır ve mahrum kalır. Hakikat iddiasında bulunduğunda ise, korunur ve rahmete mazhar olur. İnsan, gerçekte tektir, fakat bir kısmı inayete mazhar iken bir kısmı değildir. (Sayfa 301)

* Bir filozof şöyle der: Bir amaç nedeniyle seninle arkadaşlık yapan kişinin dostluğu amaçla birlikte sona erer. Kulun Rabbiyle dostluğunun gerçekte olduğu gibi kendinden kaynaklanması gerekir. Çünkü kul efendisinin mülkiyetinden çıkmamıştır. Kendi zannınca böyle olsa bile, o mülkiyetten çıkmamıştır, fakat efendisinin mülkünü bilmemektedir. Çünkü o, yürüdüğü her yerde efendisinin mülkünde yürür. Şu halde o, efendisinin mülkünden çıkmış değildir. (Sayfa 305)

* Allah, dilediğin yapan iken aynı şekilde Allah kulları hakkında pek çok yerde kendisine zorunlu kıldığı bir takım niteliklerde sınırlanan ve mahrum kalan kimseye de benzer. Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘Sizinle yaptığı ahde vefa gösterin.’ Böylece Allah kendisini bize katmıştır. Bu sınırlama ise, ‘Allah dilediğini yapandır.’ Ayetine karşı koyan en güçlü şeylerden biridir. Çünkü O, kendi fiilinin mahalli olmadığı gibi Allah’ın ahdine vefa gösterenlere karşı ahde vefası ayette belirttiği hususun doğruluğu nedeniyle zorunludur. Allah dilediğini yapmıştır. O, iradesinin iliştiği bir yer de değildir. Çünkü O, mevcuttur ve fiilinden sahip olmadığı bir hal kendisine dönmez. İşte bu, ilahi fiildeki sorunun tepe noktasıdır. Bununla birlikte insanlar, bu konuda gevşek davranmıştır. Bu konu, onların iradenin neyle ilgili olduğunu bilmeyişlerinden kaynaklanır. (Saya 307)

* Özgür, seçimine mecburdur. Hatta hakikatlerin verisi, özgür kimsenin bulunmadığıdır. Çünkü biz, özgürde de ihtiyarın zorunlu olduğunu gördük. Başka bir ifadeyle onun özgür olması zorunludur. Şu halde zorunluluk ortadan kaldırılamayacak sabit bir ilkedir ve özgürlüğe eşlik eder. Özgürlük ise, zorunluluk üzerinde hüküm sahibi değildir. Bütün varlık, kendilerinden kaynaklanan bir zorunluluk içindedir, yoksa başkasının zorlamasıyla mecbur değillerdir. Çünkü mecburu zorlayan kimse de, o mecbur nedeniyle seçiminde mecburdur. Onun zorlaması olmasaydı, özgür olurdu. (Sayfa 308)

* En güzel isimlerin ve yüce niteliklerin sahibini tenzih ederim! Kuşkusuz sonluk ve ilklik niteliğine kimin layık olduğunu bilmiştir: Allah, Evveldir (İlk), Ahirdir (Son), Zahirdir (Zuhur Eden) ve Batındır (Gizli Kalan). ‘O, her şeyi bilir.’ İnsan, bu nitelikleri gerçek anlamıyla kendisine ait sayarak onları gasp etmesiyle ‘zalim’ iken bunların sahibini ve onları gasp etmiş olmadığını bilmeyişi bakımından da ‘cahildir.’ Öyleyse zalimlik ve bilgisizlik niteliğini kalkmasını isteyen biri, emaneti sahibine vermeli, gasp edilmiş şeyi sahibine bırakmalıdır. Bu konudaki iş oldukça kolaydır. Genel ise, öyle olmadığı halde, bunun güç olduğunu zanneder! (Sayfa 318)

* Düşündüğünde, özel anlamda Allah’tan başka varlık olmadığını görürsün. Varlık ile nitelenen Allah’ın dışındaki her şey, özel bir nispettir. İlahi iradenin konusu, mazharlarda, yani belirli bir mazharda tecelliyi izhar etmektir. Bu ise, bir nispettir. Çünkü Zahir (Hak) varlık ile nitelenmeyi sürdürürken mazhar yoklukla nitelenmeyi sürdürür. Tecelli ortaya çıktığında ise, mazhar kendisine ait hakikatlere göre zahire bir hüküm verir. Bu durumda bu hakikatlerden -ki var olmayan mazharda bu hakikatlerde bulunur- insan, felek, melek ya da herhangi bir yaratılmışın adı zuhur edene verilir. (Sayfa 329)

* (…) hakikat tektir, iş birdir. Hayret, kendisiyle şaşıran olmazsa, kendiliğinde hayrete düşer. Şu halde âlemin kendisiyle nitelenmiş olduğu zannedilen hayret, zannedildiği gibi değildir. Bilakis o hayretin hayretidir. Şu halde ancak o ve hayret vardır. Allah’a yemin olsun ki diller kalplerin bildiği şeyi ifade etmekten perdelenmiştir. (Sayfa 356)

Edebifikir

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir