Sorgulama Dosyası: Kahve, gerçekten bir keyif mi, yoksa modern yalnızlığın estetize edilmiş bir bahanesi mi?

Malumaliniz olduğu üzere kahve, asırlardır sosyal hayatın bir parçası olmuş, sohbetlerin, dost meclislerinin simgesi haline gelmiştir. Oysa bugün kahve, modern yalnızlığın, kitap fotoğraflarının, romantik sosyal medya videolarının da bir nesnesi haline geldi. Bilhassa kahvenin son çeyrek asırdaki bu dönüşümünün altında, şüphesiz ekonomik ve kültürel sebepler yatıyor.

Yazarlarımıza ve arkadaşlarımıza sorduk: “Kahve, gerçekten bir keyif mi, yoksa modern yalnızlığın estetize edilmiş bir bahanesi mi?”

Cevap vermeye lütfetmeyen kalem erbabına selam olsun; demek ki ismini suya yazmak yerine, tek kullanımlık kahve bardaklarına iliştirmek daha muteber sayılıyor bu devirde.

***

Bahadır Dadak

Sorgulama metnini yazmak üzere koltuğuma kurulduğumda zihnimi bir nebze olsun işler hale getirmek adına önümdeki kâğıda bazı anahtar kelimeler yazdım. Modernite, kültür emperyalizmi, kapitalizm…  Anaları bir babaları meçhul bu üç kardeşin, bugün -kapitalizmin bir süreği haline geldiği için- 1900’lerin başındaki doğrudan anlamıyla kullanılmayan, haddizatında yok sayılan bir kardeşleri daha var: Sömürgecilik…

Modernite garabetine meşruiyet urbasını giydirmekle memur, sümüklü kardeş kültür emperyalizminin eşeyli üreyen bir de oğlu var ki, onun ne anası ne babası belli!

ABD Sinema Endüstrisi…

Bence şeytan, insanoğluna sağ taraftan yaklaşmak adına en çok yönetmen kılığını giriyor. Keza ABD’li yönetmen Sydney Pollack’ın bilmem kaç Oscar’lı Out Of Africa (Benim Afrikam) filmi Hollywood’un illüzyon aparatı ile bugün bir tüketim kültü haline getirilen kahvenin serencamını gözler önüne seren en şeytansı örneklerden biri.

Hikâye 20. yüzyılın başlarında Danimarka’da başlıyor. Güçlü ve iradeli kadın pozlarıyla kadrajı yağlanan Karen Bixen aristokrat kökenli, zengin bir aileden geliyor. Hanımefendi dönemin Avrupa’sının kent-soylu asillerinden. Godoşluğuyla nam salmış müstakbel kocası Baron Bror ise, aile mirasını aşüftelerle yedirip av hayvanlarıyla kafayı bozunca meteliğe kurşun atacak duruma geliyor. Saygıdeğer hanımefendi, Barones ünvanlını alıp, Danimarka fiyortlarından demir almak niyetiyle Bror efendiye şaka yollu tebelleş olunca işler birden ciddiye biniyor.

Kadında para, adamdaysa, dönemin aristokrat kız kurularına seyahat ve statü serbestliği tanıyan Kraliyet unvanı var…

Hakkını verelim… Büyük hümanist Sydney Pollack hazretleri, esasında bir kitap uyarlaması olan senaryonun omurilik zarını usulca soymayı başarmış! Alan razı veren razı kavlince, Avrupa tipi mantık evliliğinin ilk fitillerinden biri de beyaz perdeye yansıtılmış. Bu arada bin bir türlü çapraz ilişkinin içine efendi-köle paradigmasının meşru kılınma çabasını da izliyoruz… Akabinde kamera, seri bir hamleyle Afrika kıtasına dönüveriyor. Hop! Gözlerimizi Kenya’nın yüzlerce dekarlık kahve kolonilerinde açıyoruz.

Sevgiyle, gayretle, gönül rızasıyla beyaz adamın istikbali için çalışan binlerce kahve işçisi!

Saygıdeğer Barones, bir yandan kör cahil Afrika kabilelerine okuma yazma öğretirken diğer yandan çiftlik işlerinin idaresi ile de ilgileniyor. Bu sırada frengiye müptela olana kadar ceviz kırma faaliyetlerine devam eden Bror efendinin şaftı kayıyor. Karen Bixen her ne kadar sonsuz hoşgörülü bir irade kumkuması olsa da gitgide ağırlaşan boynuzları gerdan kirişini çatlatınca, “Yeter ulan! Masai Mara’nın kerizi ben miyim eşşoğlubeşkulak!” deyip Baron’u Kenya merkezdeki 3+1 dairesine postalıyor. Kaderin cilvesi, Mrs. Bixen da frengiyle beşlik bozunca ciğerleri kazan kaldırıyor. Kısa bir memleket ziyaretinin akabinde Danimarka’nın otlu peynirlerinin de etkisiyle turrrup suyu gibi olup, bu kez çok daha güçlü, olgun, yenilenmiş bir Avrupa kadını olarak Kenya’lı kölelerinin arasına dönüyor.

Nihayet Sydney Pollack, Karen’ın bu nekahet döneminde, bir sis perdesinin ardından arada bir gösterip mendil sallattığı esas çocuğu, esrarengiz beyaz avcı Denys Finch Hatton’u namluya sürüyor. Hatton, şeytanın sağdan yaklaşmasının temsili karakteri olarak da okunabilir. Çünkü Bror’un aksine yerli halkla empati kurabilen, sorumluluk sahibi, kabile gençlerinin okuma yazmasını onaylamayan, sözüm ona sömürgeciliğin karşısındaki Amerikan kovboyunu temsil ediyor.

Çok daha özgürlükçü, dürüst, paraya ve statüye tamah etmeyen, hümanist bir rodeocu!

Sydney Pollack’ın, feminizm, açık ilişki, fildişi ticareti, eğitim, hümanizm ve uluslararası demokrasi mücadelesi gibi muhtelif sacayaklarına oturttuğu, doğal yaşam tütsülü, sözde anti-emperyalizm eleştirisinin altında yatan tarihi gerçekler ise şunlar: 1883’te İngilizlerin başı çektiği Kıta Avrupası’nın aristokrat misyonerleri Brezilya kahvesini Kenya’ya ithal ederek yerlilerin rot balans ayarlarıyla oynadılar. İngilizler 1895’te Kenya topraklarını kâmilen kolonileştirdikten sonra cümle mahsulün kontrolünü de ele geçirdiler. Kanlı Britanya tarihinin bu en aşağılık döneminde, Kenya’nın en iyi kahvesi dünyanın dört bir yanına ihraç edildi ve yerli halka en düşük kaliteli ürünler bırakıldı. Kabileler arası savaşta huzurun ve güvenliğin temini ile ağır çalışma şartlarında telef edilen binlerce yerli halk da cabası…

İngilizler, soğuk savaş dönemine kadar mülkiyetini tekellerinde tuttukları kahve ticaretini Kenyalılara bıraktıklarında ise, uluslararası ticaretin kartları çoktan karılmıştı. İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden bugüne müesses nizam ABD’nin tasallutu altında işlemeye başladı.

Açık sömürgeciliğin kapitalizme devredilmesinin üzerinden handiyse 100 yıl geçti ve biz bu küflü çarka öğütülen kahveyi bir statü göstergesi haline getirip höpürdetmekten esrik bir haz alıyoruz.

Ecspresso Lab’te politik doğruculuk oynayan kahve tiryakisi arkadaşlara, beyaz avcı Hatton ve ex-aşkı Karen’in şu -hikmetamiz!- diyaloglarına kulak kabartmalarını rica ediyorum.

“Bilimsel temelini bilmiyorum ama Afrika gecelerinde daha uzağı görebildiğimizi biliyorum. Yıldızlar da daha parlak. Kanuthia’yla olduğum zamanlarda hiç çadır kullanmazdık Karen.”

“O kadını hatırlıyorum. Onda bir şey vardı…”

“Masai kadınıydı… Onda hatırladığın bu. Onlar başka kimseye benzemezler Karen… Onları uysallaştırabileceğimizi sanırız. Ama bu mümkün değildir. Yerlileri hapse atsan hemen ölürler…”

“Neden Hatton?”

“Çünkü onlar, şimdiki zamanda yaşarlar. Geleceği asla düşünmezler. Bir gün serbest bırakılacaklarını anlayamazlar. Sürekli hapiste kalacaklarını sanırlar. Onun için ölürler. İşte bu yüzden bize aldırmıyorlar…”


Mehmet Raşit Küçükkürtül

“kahveci misin, çaycı mısın?” diye bir ikilik de var galiba. bunun sebebi üretmeye, emeğe ve estetiğe dayalı bir seçkinlik arayışının yerini tüketmeye dayalı bir seçkinlik oluşturulma çabası olabilir. eskiden kitap okumak, tiyatroya gitmek, bir saz çalmak bir seçkinlik alâmeti sayılırken şimdi tüketebildiklerin ve bunları sergileyebilme çaban üzerinden bir seçkinlik yarışına dâhil oluyorsun. filanca mekânda kahve içmeye artık “maganda tip”ler de geliyordur, orayı terk ediyorsun. daha bir de gelip çay söylemesinler mi leonerd cohen çalarken, birkaçını taksim’de sallandıracaksın, bak bakalım avrupaî yüzümüzü bir daha soldurabilecekler mi? sorunuzdaki sosyal medya meselesini de bu çerçevede anlamak gerek.

kahve nasıl bireyci bir anlayışla geliştirilen yalnızlıkların nesnesi olabilir? bu da ilginç bir durum. türkiye’de hâlâ “kahve bahane” deyip sohbetin arandığı yahut “laf lafı açar, laf tütün tabakasını açar” anlayışının geçerli ve yaygın olduğu kanaatindeyim. fakat yine de, hakikaten, bir bireyciliğin bir yalnızlık hazzının nesnesi olarak kahveye teveccüh de görülüyor. bir şekilde insanoğlunun her çağda her zaman kendine dönme, muhasebe, meditasyon, iç hesaplaşma, kendini dinleme ihtiyacı olacaktır. insan ölüm karşısında tek başına olduğu için, ölümlülük bilincinin insanı hiçbir zaman da bırakması söz konusu olmayacağı için bu ihtiyaç daima var olacaktır. eğer bu anlamda bir kendini dinleme vasıtası ise kahve ve yalnızlık ilişkisinin anlamlı olabileceğini düşünüyorum. fakat her zaman böyle olmadığı görülüyor. günümüzdeki bireyci saiklerle yürütülen yalnızlık övgüsü ve bunun yedeğindeki kahve hazzı belki biraz da mastürbasyona benziyor. elbette anlamlı, makul bir bireycilik de inşâ edilebilir. fakat kıyıcı, “halk olmuş olmayı” yadsıyan ve insanı insandan koparan bir bireyciliğin gayriinsani olduğunu düşünüyorum. böylesi bir bireycilik insan olma vakıasının bizatihi kendisine yine insan eliyle saldırmak olur ki her intihar gibi trajiktir. bunu anlarım ama müspet göremem.

görünen o ki kahve hazzıyla mastürbasyon hazzı arasında ilişki kurmak anlamsız değil. kendi yalnızlığını yüceltme söyleminin dâhil olduğu kahve ve yalnızlık ilişkili tavırlar böyle bir ilişkinin anlamsız olmadığını gösteren en önemli işarettir. “kaliteli yalnızlık”, “yalnız kalmayı başarabiliyorsan güçlüsün”, “sadece güçlü bir kişiliği olanlar yalnız kalabilir” gibi söylemlerin arkasında mastürbasyon hazzına gömülmüş kalmış bir sosyofobi mi var? elbette bu kadar değil. belki 30-40 yıl evvel böyle bir argüman öne sürülse o zamanki sosyal gerçekliği karşıladığını düşünebilirdik. bence burada insanın kendi varlık alanını tahrip ettiği bir çağda hâlâ insanî özü olan bir varlık arayışının acısı tınlıyor. transhümanizm tartışmaları almış başını gitmiş. siyaset sahası saçmanın, absürtlüğün dibini görmüş. dünya sisteminin lordları, küresel şirketlerin pezevenkleri bizlere ekoloji, vegan, cinsiyet, sürdürülebilirlik, yeşil kalkınma gibi terimlerle saldırıyor. şartlar böyleyken agoraya tedirginlikle bakan ve bireyci bir yalnızlık inşa etmeye kalkan kimselerin olabileceğini düşünebiliriz. eğer böyle bir tedirginlik saikiyle kendi kozasını ören birileri varsa o kozadan ipek olarak çıkacak yolların işaretleri de görülmeli. bu bilgisayar korsanları ne iş yapıyorlar bilmiyorum, amerika – çin mücadelesi gibi görünen şeyin ucuz bir sanal işçisi değillerse “incel” platformlarını, porno şirketlerini ve bahis sitelerini çökertmekle işe başlayabilirler. o kadar bilgisayar başında vakit geçiriyorlar, içlerinde hiç “dünya devrimi” laflarına kanan ve che guevara’ya hayran olan yok mu?


Cüneyt Dal

Şu yaşıma geldim, nicedir o kafe senin bu kafe benim dolaşır, o pek sevgili ve sadık yalnızlığıma ihanetin yollarını ararım. Türlü işler için öyle de münasip yerlerdir ki sormayın, kendinize dahi itiraftan kaçındığınız iflah olmaz bir “bir başınalığınız” mı var, üzerine lalettayin bir “umursamazlık” giydirir, zamanımızın vitrinleri olan kafelerden birine atarsınız kendinizi. Siz ve tasmasından tutup gölge gibi gezdirdiğiniz yalnızlığınız, ayak basar basmaz bu kimlik karmaşası mekâna, şöyle bir göz atarsınız ortama, sizinkine uygun bir “tekliği” sahiplenmiş kim var diye. Nadiren olsa da bir denk gelmeyiverin; duruşundan, bakışından, giyiminden ve hatta kokusundan tanırsınız onu. Süzersiniz, onun yalnızlığı ile benimkinin uyumunun kare kökünü alıp da x’li bir formüle koysam, o da y olsa, bu iki bilinmeyenli denklemin kafeinli falında üç vakte kadar bahtıma ne çıkar, diye. Çok da rezil olmadan ve sapık görünmeden bir de konuşma fırsatını elde ettiğinizde şöyle bir kulak kabartmaya görün, neler duyar o kulaklar, ne kaçamak, ne kararsız, ne renkli manzaralara şahit olur o gözler;

“Kaç yaşında?”

“Üç… Ya sizinki?”

“Şey, benimki yaşlı biraz, otuz yılını doldurdu.”

“Aaa, şaşırdım, halbuki o kadar yaşamaz derler bu cinsler için.”

“Özen, ilgi, rutin… Otuz yıldır ne aşısını aksattım ne ödül mamasını. Kaç mutlu flörtün, umutlu nişanlanmanın, evlilik hayalinin köşesinden döndüm, saymadım bile. Beni bir gün olsun terk etmedi, otuz yıldır benimle. Ya sizin?”

“Benimkini üç yıl önce sahiplenmeden evvel uzun bir ‘yalnızsızlığım’ oldu. Öyle berbat günlerdi ki yalnızlığımı özledim. Şimdi daha bilinçliyim, ilk iş kısırlaştırdım, tuvalet eğitimlerini falan erkenden hallettim, o bana alıştı ben ona. Şimdi daha mutluyuz, değil mi oğluşum?”

“Hav hav!”

Her zaman böyle olmaz tabii. Genelde kemikleşmiş bir arkadaş ortamıyla gidilip gelinir böyle yerlere. Günün kritiği, dedikodusu, yarının planları, yeni öğrenilmiş bilgilerin satılması, dert-keder seansları, bar felsefesi ucuzluğunda bol mizahlı tespit, tahlil ve kritik, ne aranırsa bulunur. Zaman akmaz, demlenir. Mekânın duruşuna eşlik eden konuşma, gülme ve müzik sesleri, insanları “şimdi”den çekip sıyırdıkça aileleriyle yaşayanların hane halkı huysuzlanıp telefonla tacizleri sürdürse de müdavimler, bu sorunları halletme, öteleme veya örtme konusunda zamanla büyük bir yetenek kesbetmiştir.

Kafeler bir ihtiyaçtır. Hayalleri söndüren ekonomik durumdan, -evet, hayal etmek de parayladır bu devirde- enerjiyi sömüren çalışma hayatının kısır döngüsünden, özgüveni yerle bir eden zamane estetik algısına uymama kuruntusundan, amaçsızlık ağına düşmüş modern kanaatsizlikten, doğadan kopuştan… Hız-haz-naz makamıyla eşsizleşerek tarihteki atalarından farklılaşmış günümüz insanın kendini tüm bu sorunlardan kaçarak mutlu hissettiği sığınaktır. Nasıl ki yaş aldıkça ve safiyetimi kaybettikçe şaşırıp kaldığım “eğitim, sağlık ve sanat, para kazanılan sektörlerdendir” gerçeğiyle yüzleşmem acı olmuştur, tıpkı bunun gibi “kahve ve kafe modası ve kültürü de büyük paraların döndüğü bir piyasadır” farkındalığına kavuşmak, bende vurucu bir etki bırakmıştır. Halbuki kahvehaneler/kıraathaneler böyle midir? Onların zinciri, ipi, halatı yoktur. Şubesi, markası, etiketi bulunmaz. Franchisinglerinin sayılarıyla değil, bilakis, “şubemiz yoktur” sloganıya övünürler. Çocukluğum, rahmetli babamın ve arkadaşlarının da müdavimi oldukları böyle yerlerde geçmişti. Mesela babam kafelerden nefret ederdi. Çünkü onun nefes aldığı sular, tanıdık yüzlerin olduğu, yüksek sesle sin-kaflı muhabbetlere eşlik eden iskambil ve taş oyunlarının oynandığı, kesif duman koklarıyla bezeli samimi, sıcak, suç oranı yüksek, sigara sarısı bıyıklı, bira göbekli amca, dayı ve ağabeylerin mekânlarıydı. Modernleşmenin etkisinin sokulamadığı “bilmemnereliler derneği” adıyla veya kahvehane görünümlü gizli kumarhanelerle geçmiş çocukluğuma inat “kafeler çağı”nda da hayatta kalabilmem, mizacımda çalışıp didindiğim uyumluluğumun marifetiyledir. Belki de bu sebeple babam oyuna bizimle devam edemedi. Evet, babam, kanserden değil, kafelerin çağına ayak uyduramadığından aramızdan ayrılmak zorunda kalmış olabilir.


Oğuzhan Yılmaz

Elbette kahvenin keyif verdiği anlar yok değil. Ancak görünürlük arzusu keyif alınan anları estetize etme çabasını da beraberinde getirebiliyor. Ânın tadını çıkarmak için değil sosyal medya vitrininde sergilenmek ve estetize edilmek adına içilen kahveler değil kırk yıl, kırk saniye bile hatır içermiyor. Zannımca bir fiilden bir meşgaleden hakiki bir haz devşirmenin sırrı onu alelade bir vitrinde sergilemekten fazlası olmalı. Zaten ânın zevkine varan bir kimse böylesi bir teşhiri aklının ucundan dahi geçirmez sanıyorum. Görünürlük arzusunun temelinde yalnızlığa tahammül edememe hâli gizlidir. Sosyal medyanın imkânları modern yalnızları “ben de varım, buradayım!” diyerek seslerini duyurabildiği, yalnız olmadıklarını düşünecekleri bir sahneye davet eder. Sahnenin ışıkları fevkalade cezbedici, görünürlük arzusunun tatmini ise bir hayli fazladır. Modern yalnızlıkta kişiliğini kaybetmenin acısı etkileşimlerin geçici alkışlarıyla örtülme eğilimindedir.

Kahve, sahte hazlar içerisinde en mütevazı ama en yaygın içeceklerin başında gelir. Sözde nezih mekânlarda içilen envai çeşit kahve sosyal medya paylaşımlarına meze edilir. Kullanıcılar görünürlük arzusunu tatmin için artık vitrindedir. Walter Benjamin, kendine yabancılaşma öyle bir raddeye varmıştır ki insanlık öz yıkımını birinci derecede estetik bir keyif olarak yaşar, der. İnsan eğer kendi yıkımındaki molozları temizleyip yalnızlığıyla barışarak kendini yeniden inşâ etmezse bir şeyi yalnızca özü için sevip keyif alması zorlaşır. Bu inşâ sürecinde kendinde göreceği değişim, gelişim ve yenilenme tıpkı gördüğü kepçe karşısında dumura uğrayarak keyifle kendini onu izlemeye bırakan kişiler misali bizleri de yaptığımız işlerde keyifle ilerlemeye götürebilir. (kepçe izleme felsefesi için bknz. Https://edebifikir.com/haykiris/temeller-sorunu-ve-kepce-izleme-felsefesi.html) Yani yaptığı işlerden hakikaten keyif almak isteyen bir kimse görünürlük arzusuna yenik düşerek değil kendi özünü yeniden inşâ etmenin büyüsüne kapılarak bunu başarabilir. Kahve ise işin bahanesi…


Bilal Can

Kahve, basit bir tanımlamayla, kadim bir içecek. Ancak o kadar büyük bir kültürel arka plana sahiptir ki, sadece bir içecek olarak tanımlamak eksik ve hatalı olacaktır. Dünya tarihine etki eden içecekler arasında ilklerden sayılan kahve, insanoğlunun lezzet buluşları arasında önemli bir yere sahip. İlklerde hudayinabit olan bitki çekirdeğinin sonraları bir endüstri malzemesi hâline gelmesiyle başlamıştı her şey. Zihinlere küşayiş veren bu içeceğin salt lezzeti bile bugüne dek birçok esere konu olmuş. Habeşistan’dan başlayıp Yemen, Hicaz ve Mısır üzerinden Osmanlı İmparatorluğu’na gelen bu içecek ilk başlarda tedirginlik ve kuşkuyla karşılanmış, lezzet saltanatını ilan edinceye kadar muhalifler ve taraftarları arasında büyük tartışmalara neden olmuştur. Kahve, içmek için bir mekân, bir seremoni aranan içeceklerin başında gelir. Hazırlanması, sunumu ve içimi başlı başına eylemsel bir döngüdür.

Bu nedenle kahveler, zamanla kahvehaneleri doğurmuş. Ortaya çıkan bu mekânlar zamanla, kahve ile küşayişe uğrayan zihinlerin açılıp rahatladığı ve her şeyin irdelendiği toplanma yerlerine dönüştü.


Ömer Tahir Yalçın

Kahveyle ilgili bir şeyler söylemek isteyen hemen herkes, Beşir Ayvazoğlu’nun kitabını arayacaktır. Ancak bu yazı daha ziyade hissî olacağı için üstadın adını en azından saygının icabı zikretmiş olayım.

Bir defa kahve, ciddi bir iştir. Sabahın mahmurluğunu, bedenin bitkinliğini ve gündelik hayatın basitliğini yok eden sihirli bir şerbettir kahve. Akıl baliğ olduğum zamandan beri, kahve içtiğim günlerin sayısı, kahve içmediklerimden fazladır. Kahvemi yudumladığım o kısacık anlarda kendimi dünyanın dertlerinden daha yüksek bir yerde bulurum. Kahvenin siyahlığı, gözlerimden akan bir renk pınarına dönüşürken, etrafımı tüm bayağılığına rağmen cıvıl cıvıl görürüm ve hayatı sahiden yaşamaya değer bulurum. Yani kahve fincanımı elimde tutarken, az evvel tacı giydirilen genç bir kral gibi, telaş ordusunu kudretli bakışlarla süzerim. Keyiflendikçe keyiflenirim ve zannederim ki bu keyif hiç bitmeyecektir.

Evet tekrar ederim ki kahve, ciddi bir iştir. Soğutulması katiyen caiz değildir. Şekerli içilmesi ayıplanması gereken bir şeydir. Çünkü kahvenin cevheri olan tat, şekerin aldatıcılığı ile baskılanır. Arabistan’da kahveye daha acı bir tada erişsin diye hemâme tohumu dahi atılmaktadır ve yine Arabistan’da yaygın olarak makbul kahve “aşk gibi değil, ölüm gibi acı olması gerekir” diye tarif edilmektedir.

Kahve, ciddi bir iştir. Mustafa Kemal, İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılışı vesilesiyle maiyetiyle bu şehre giderken Belkahve’de mola verir. Kahvehanenin sahibi bir defa Mustafa Kemal’in sesini duyunca şaşırmıştır ancak kahvenin ısmarlanışından sonra büsbütün şaşkına döner. Zira Paşa, kahveyi şekerli söylemiştir! “Olmadı Paşam! Sesin tamam ama kahveyi şekerli içmen olmadı” der.

Malum ya gelin kızlar, yüzükler takılırken damat beylere kahve ikram ederler (bu kâinatın en anlamlı kahvesine tuz niçin atılır bilinmez). Bir makama misafir olunduğu vakit “ne içersiniz?” sualine cevaben nadiren kahve denir. Hemen her zaman çay rica etmek nezaket gereğidir. Çünkü kahve, ancak sizin de bir ağırlığınız varsa içebileceğiniz ve dolayısıyla ev sahibinin hazırlanması meşakkatine katlanacağı bir şeref içeceğidir. “Bir kahvenin kırk yıl hatrı vardır” sözünü Türkiye’de bilmeyen kalmış mıdır?

Kahve ciddi bir iştir. Dimağımızı sulayan bereketli sudur. Çalışmaya ve çalışkanlığa vesiledir. En koyu sohbetlerin harcıdır. Gündelik hayatın boğuculuğundan kurtulmuş bir keyif ülkesinin siyah mührüdür kahve. Ve evet kahve, zaten maddenin estetize halidir, ancak yalnızlığa bahane değildir. Hayatla kurulabilecek güçlü bir bağdır.


Aynur Macit

Bir fincan kahve…

Ne çok şey sığar içine; uykusuz geçirilen bir gece, anlık huzur, okunmayı bekleyen bir kitap, sessiz bir yalnızlık, bazen kaçış, bazen bekleyiş, dostla geçirilen sohbet, bazen alışkanlık, bazen hayal…

Bir fincan kahve için çıkılmıştı yola…

Bazı sabahlar vardır, uyanır uyanmaz içinizi bir yerlere gitme arzusu kaplar; ne bir rota bellidir ne de bir varış noktası. O sabah da öyleydi bizim için. Benim için bir fincan kahve, eski bir kitap ve içimde durmadan kıpırdayan o seyahat tutkusu, tüm yolculukların en samimi başlangıcıydı. Bir bavula sığmaz insan; ama yine de taşır kendini bir çantanın içinde, geçmişin kırıntıları ve geleceğin beklentileriyle…

Sabahın erken saatleriydi. Yağmur İstanbul’un kaldırımlarını usulca yıkarken, sokakta aceleyle yürüyen insanlar bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Sıradan değil sırlı bir yolculuktu bizimkisi. Katman katman sıyrılan bir kabuk gibi… Öze ulaşmak için önce kabuklarından sonra iç katmanlarından sıyrılman gereken bir yolculuk… Bazen dünyanın bütün yükü omuzlarımda gibi ağrı hissediyorum, bazen de kendimi savaşçı gibi… İçimde taşıdığım cümlelerin ağırlığı var, dile getiremediğim sıkıntılarımın kamburu hep sırtımda… Dilimin ucunda donup kalıyor cümleler. Çaresiz hissettikçe bir şeyler yapmaya çalışıyoruz işte. Beraber olunca insanın içi ferahlıyor. Yanında bir de kahve içince sanki bütün dertler bitiyor. O yüzden en sevdiklerimle sık sık seyahat ediyorum. Kalplerimiz artık sahici ilişkiler istiyor. Hayatımızı güzelleştiren insanların ortak özelliği aslında bizi düzeltmek için değil, tamamlamak için yanımızda durmalarıdır. Ben buradayım demeleri yeterlidir. Bende seyahatlerime yanımda olan arkadaşlarımla çıkıyorum.

Balat’ın daracık sokaklarında yürürken karşımıza çıkan o eski kahve dükkanına düştü yolumuz. Eski taş sokakların birinde, küçük nostaljik bir kafenin içerisine girdik. İçerisi tıka basa antika eşyalarla doluydu. Mekânın kokusu kahveyle birlikte geçmişin hafif hüzünlü sıcaklığını taşıyordu. Köşede zarif bir gramafon sessizce bekliyor, duvarlarda sararmış fotoğraflar zamanın ötesinden göz kırpıyordu. Mavi, beyaz ve kahverengi tonlarının hâkim olduğu mekânda masalar üstlerine serilmiş pötikareli masa örtüleriyle adeta nostaljinin yeşil-beyaz desenine bürünmüş; her bir örtünün kenarı özenle işlenmiş incecik dantellerle çevriliydi. Dantel sanki bir babaannenin elinden çıkmış gibi, sabrın ve zarafetin izini taşıyordu. Sandalyeler ise zamana meydan okuyan eski ahşaplardandı. Her biri sanki yıllar boyu nice misafiri ağırlamış, nice kahve sohbetine kulak vermiş gibiydi. Bu eski sandalyeler ve dantelli örtüler ayrı bir ruh katıyordu. Yaşanmışlık ruhu… Renkli camlarla bezenmiş tavan, yukarıdan düşen yumuşak ışıklarla adeta düşsel bir hava katıyordu. Her masa farklı bir hikâyeye açılıyor, her sandalye geçmiş bir sohbetin izini taşıyordu. Kahvenin kokusu bütün bu büyüyü tamamlıyordu mola verdiğimiz bu tatlı mekânda.

Kahve tiryakilerinden çok sosyal medya kullanıcılarına hitap eden bu kafe, değişen kahve kültürünün sıradan bir örneğiydi. Sattıkları kahveden çok tasarımlarıyla baş döndüren çok fazla kahveci vardı bu kalabalık şehirde.  Bu mekânların hedef kitlesi ise maalesef sosyal medya kullanıcılarıydı. Kahve, İnstagram filtrelerinden süzülürken asıl lezzeti belki de içilmeyen her bir yudumda kalıyordu. Porselen fincanların içinde demlenen ikiyüzlülüğü ikram ediyorlardı sanki. Samimiyetsizlik öyle bir virüs ki farkında olmadan bulaşıyor herkese. Samimiyetimizi, sahiciliğimizi ve içtenliğimizi kaybettik biz, kahve storyleri atarken.

Kahve içmek için geldiğimiz bu dükkânın girişteki tek kişilik masasında genç bir kadın oturuyordu. Kadının gözleri biraz hüzünlüydü, yüzünde hafif bir dalgınlık vardı. Kahveyi yudumlamak istiyor, ama yapamıyordu. Çünkü o an kahvesi bir içecek değil, sosyal medyada paylaşılması gereken mükemmel bir anın parçasıydı. Elini hafifçe kaldırıyor, telefonunu çıkarıyor, farklı açılardan çekimler yapıyordu. Işık en iyi nereden vurur? Arka plan en iyi nasıl görünür? Kaç tane fotoğraf çekecekti? Belki onlarca. Çünkü gerçek kahve tadı, o fotoğraflarda değil, beğenilerde ve yorumlarda saklıydı. Görünmeden yaşanamayacağına inanan bir kuşağın sessiz temsiliydi belki de. Bir yudum almayı düşündü. Ama telefonuna bakınca aklı karıştı. Kendini görünür kılmak, takipçilerinin onayını almak için gösterdiği çaba, kahvenin sıcaklığını unutturuyordu. O an kahvenin tadı değil, paylaşılan anın mükemmelliği önemliydi. Genç kadın o küçük masada yalnızdı. Kahvenin buharı ile sosyal medyanın soğuk ışıkları arasında sıkışıp kalmıştı. Porselen fincanda değil, kendi ruhunda soğuyordu kahve. Kokusu hâlâ sıcacıktı, ama o çoktan üşümüştü içten içe. Elleriyle ısıtamadığı hayatını, bir yudumda unutmaya çalışıyordu.  Fonda Türk sanat müziği çalıyordu. Anı fotoğraflamaktan kahvenin keyfini çıkaramamıştı.

Hemen onun arkasında pencereye yakın bir masada bir beyefendi oturuyordu. Yaşı tam kestirilemezdi. Saçlarının arasına düşmüş birkaç beyaz tel, yüzüne yerleşmiş çizgiler orta yaşın üzerinde olduğunu söylüyordu. Önünde duran kahve çoktan buharını kaybetmişti. Kıpırtısızdı. Tıpkı sahibi gibi. Beyefendi kahvesine bakmıyordu. Dışarıya da bakmıyordu. Sanki zamanla arasına ince bir perde çekmişti. İçinde olduğu ânı ne yaşıyor, ne de yadırgıyordu; yalnızca geçiyordu içinden. Elini uzatıp kahveyi içmedi çünkü içmek için bir sebebi yoktu. O kahveye eşlik edecek bir sohbet, kahkaha ya da tanıdık bir ses de yoktu. Belki bir zamanlar vardı. Masadaki fincan bir nevi bekleyişti onun için. Kimse bakmıyordu ona. O da kimseye bakmıyordu.

Ve kafedeki iki masa arasında biri sürekli fotoğraf çekiyor, diğeri ise yalnızca oturuyordu. Biri görünmeye çalışıyor, diğeri unutulmayı kabul ediyordu. Aralarında kahve vardı. Ahhh! Bir fincan kahve ne çok şey söylüyordu.

Kafenin biraz köşesinde, duvara yaslanan bir masada yaşlı bir teyze oturuyordu. Üzerinde solgun çiçek desenli bir hırka, başında özenle bağlanmış fular vardı. Önünde duran küçük porselen fincandan arada bir yudum alıyor. Ama bu bir içiş değil, bir şükür, bir durup dinlenişti. Her yudumda yılların yorgunluğu vardı. Kim bilir bu ritüel kaç yıldır sürüyordu? Gençliğinde belki sabahları erkenden kalkar, ev halkı uyanmadan bir kahve pişirirdi kendine. Şimdi ise aynı alışkanlık başka bir ortamda sessizce devam ediyordu. Kendiyle baş başa. Ne telefon vardı elinde, ne de etrafı kolaçan eden bakışlar. O bulunduğu mekânda tam olarak vardı. Kahvenin kokusunu içine çekiyor, zamanın ağır aktığı sabahın kıymetini biliyordu. İçinde bir telaş yoktu. Görünme arzusu, bekleyiş, özenti… Hiçbiri yoktu. Sadece oradaydı. Kahvesiyle birlikte. Sessizce, sade.

Kafenin içinde üç masa, üç farklı hayat… Biri görünmek için içemiyordu kahvesini, biri unutmuştu içmeyi, sessizce bekliyordu, diğeri ise gerçekten oradaydı ve kahvesini içiyordu anda kalarak.

Ben ve arkadaşım, gösterişsiz bir masanın etrafında, tüm o karmaşanın içinde sanki küçük bir alan kurmuştuk kendimize. Kahvelerimizi yudumluyor, gündelik telaşlardan sıyrılmış bir sohbete sığınıyorduk. Konuşmalarımız bir yere varmak, gülüşlerimiz de kanıtlanmak zorunda değil. Biz kahveyi paylaşmak için içiyorduk. Bizim için kahve dostluğu taze tutmanın yoluydu. Sadece biz vardık. Sözcüklerin, gülüşlerin, sessizliklerin ve kahvenin eşlik ettiği bir samimiyet. Her yudumun içinde bir cümle vardı. Kimi zaman sustuk, kimi zaman güldük, kimi zaman duygulandık. Bizim masamızda hayat en sade haliyle akıyordu. Gösterişsiz, filtresiz olduğu gibi. Kahve bizim için sadece bir içecek değildi; o gün sohbetin bahanesi, yorgun bir haftaya verilen küçük bir ödül, birlikte geçirdiğimiz zamanın sıcacık eşlikçisiydi. Ve belki de o yüzden en çok bizim kahvemiz içiliyordu o kafede. Tadıyla, anlamıyla, paylaşılmışlığıyla…

“Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül ahbap ister kahve bahane” sözü ile gittiğimiz her yerde keyifli vakit geçirip, hoş sohbetlerle ayrılmaktı tüm mesele. Her fincan bir ömür gibiydi. Kimisi hiç başlanmamış, kimisi yarım kalmış, kimisi son yudumuna kadar sindirilmiş.

Kahve sadece kahve değildi artık. Bir kimlikti, sessizlikti, hatıraydı, belki de bağ… O gün kafenin içinde yavaşça tükenen kahvelerin arasında en çok kalan şey, insana dair farklılıkların sessizce yan yana var olabilmesiydi. Hayat böyle değil mi zaten? Aynı masa örtüsünün üstünde bambaşka izler, aynı fincanın kenarında bambaşka dudaklar… Ama hepsi bir anlam arıyor, hepsi bir sıcaklık. Ve bazen bütün bir hayat sadece bir fincan kahvenin etrafında sessizce anlatılabiliyordu. Ben o gün o kahve dükkânında sadece kahveyi bir içecek olarak değil, insan manzaralarının içinden geçen bir ruh hali olarak tattım. Balat’ın o eski kahvesi, belki de zamanın biraz yavaşladığı, duyguların daha görünür olduğu nadir yerlerden biriydi. Ben o gün sadece bir semti değil içinde bin bir duygunun harmanlandığı bir zamanı da ziyaret etmiş oldum.

Sonuç olarak küçücük eski bir dükkânda bile gördüğümüz manzarada; kahve günümüzde hem bir keyif aracı hem de modern yalnızlığın estetize edilmiş bir bahanesi olarak karşımıza çıkıyordu. Özellikle büyük şehirlerde ve tarihi semtlerde, kahve içmek neredeyse bir içsel ritüele dönüşmüş durumda. Balat’ta içtiğim o bir fincan kahve de tam olarak bunu hissettirdi bana. Kimileri için keyifli bir sohbetin bahanesiydi kahve, kimileri içinse yalnızlığın içselleştirildiği bir sessizlikti. Modern zamanların kalabalık yalnızlığında kahve bir süreliğine tutunacak dal, varoluş biçimi olmuştu. Herkes bir yere yetişme derdindeyken, kahve masasında geçirilen o birkaç dakika, zamanın akışına meydan okuyan küçük bir mola gibi geliyordu. Kahve o anlarda bir maskeydi belki… Samimi, sıcak, insani maske. Kahve ne yargılar, ne sorar sadece eşlik ederdi. Belki de bu yüzden kahve bu kadar seviliyordu.


Yakup Ferdi Mehrekule

“Bir fincan kahve söyledim, kimse gelmedi.
Yalnızlığımı yudumluyorum şimdi…”

#coffee #yalnızlık #keşfet

Kahve… Siyah bir aynadır. İçine bakınca kendini değil, olmak istediğin versiyonunu görürsün. Eskiden kahve kırk yıl hatır bırakırdı, şimdi kırk dakikalık story’de kalıyor. Kırk yıl hatır, kırk beğeni ile takas edildi. Hatırın yerini “Hatırlanma arzusu” aldı. Artık kahve değil, kahvenin ‘algısı’ içiliyor. Tadı? Estetik filtreli nostalji.

Yalnızlık artık menüde. Vanilyalı, badem sütlü, low-fat.

“Bugün kendime vakit ayırdım” diyen biri, belki de yalnızlıktan değil, bildirim gelmemesinden şikâyet ediyor. Telefon sessizde değil; sessizlik sadece gerçek. Kahveyle yapılan barışmalar değil, kahveyle yapılan çekimler konuşuluyor artık. Karamelli yalnızlık, soya sütlü kırgınlık…

Kahve içilmiyor, sahneleniyor. Latte köpüğü, tiyatro sahnesi: Bütün bu trajedinin figüranı.

Kahve fincanı bir spot ışığı: Altına kim otursa, biraz cool, biraz yalnız, biraz da “Bir şey olmuş da anlatmıyor gibi.” oluyor. Bu yüzyılın en büyük aktörü: İçine kapanmış pozlar. Artık okkalı sohbetlerin üstü filtreli. İçini dökmek değil artık mesele, içini göstermek.

Bir adam, kafede oturuyor.  Elinde bir kitap, yanında kahve. Ama dikkatle bak: o kitap, okunmak için değil -görünmek için orada. Sayfaları çevrilmiyor, sadece poz veriyor. Çünkü artık bilgi değil, imaj tüketiliyor. Kitap, çoğu zaman bir düşünce değil; bir dekor unsuru haline geliyor. Kahvenin buğusu kadar geçici, kapağı kadar etkileyici.

Tolstoy bile Reels’e düşmüş olabilir. Çünkü bu çağda mühim olan edebiyat değil, çerçeveye sığan estetik. Satır araları değil, kadraj içi konuşuyor. Modern çağda bilgiye ulaşmak kolay, samimiyete ulaşmak imkânsızlaşıyor.

Yalnızlık? Çekilmiş bir fotoğrafta ısınıyor artık. Bir zamanlar dedeler kahvede hikâye anlatırdı; şimdi torunları kahveyle “hikâye” paylaşıyor. Story’ler eskiden masallardı. Şimdi 15 saniyelik kahramanlıklar. Her şeyin telvesi kaçtı. Kahvenin de, dostluğun da, samimiyetin de. İçtiğimiz kahve değil; stilize edilmiş boşluk. Bir fincanın içinde, köpük gibi kabaran bencillik. Bülent Parlak, yalnızlığın bu şekle bürüneceğini bilseydi, onu hiç icat etmezdi.

Kahve bir kimlik kartı:

Espresso: “Ben netim.”

Flat white: “Minimalistim.”

Americano: “Sadelik, bir sanattır.”

Cappuccino: “Ben karmaşığım ama derinim.”

Ama tüm cümlelerin alt metni aynı:

“Lütfen beni merak edin.” Ama çok da yaklaşmayın. Çünkü yakınlık, kusurları gösterir.

“Az insan, çok huzur” diyenler… Bir gün gerçekten az kaldıklarında, huzuru değil, yankıyı duyacaklar. O da bazen kendi iç sesin değil, algoritmanın fısıltısı.

Velhasıl… Son yudumu içtin. Telveye baktın. Bir cümle çıkıyor oradan… Boğazında düğümleniyor: “Kimse yok mu?”

Ve o an anlıyorsun: Kimseden cevap gelmiyor çünkü… Sen, uzun zamandır orada yoksun. Gölgesine poz veren bir siluetsin artık.

Belki de en acı gerçek şu: Kahve sıcak ama sen çoktan soğumuşsun.

Bu yalnızlık senin değil… Sen, birinin unutmayı unuttuğu bir hatırasın sadece.

İşin garibi… Nihayet, gerçekten yalnızsın.


Sulhi Ceylan

Nesneler cansızdır, çünkü ruhları yok. Mesela bir kahve fincanı, sadece kahve fincanıdır. Teoride böyle, ama insan nesnelere verdiği değer sayesinde, onları kendi hayatına katarak, kendince canlı kılar. Böylece bir kahve fincanı, sadece fincan olmaktan çıkar. Öncelikle birine ait olur. Nesne birine ait olmakla, herhangi bir nesne olma sıfatını terk eder ve belirlilik (the) kazanır. İkinci olarak, sahibinin hayatının bazı anlarında kendi işlevini yerine getirerek, insan için bir hatıra nesnesine dönüşür. “Her zaman kahve içtiğim fincan” cümlesi, bu fincanı hem özelleştirir hem de kişinin kendi tarihinin anı biriktiricisi yapar. Bu yüzden sürekli kullanılan bir kahve fincanının kırılması, herhangi bir fincanın kırılması değildir. Bilakis insanın anı biriktirdiği ve hayatında canlı kıldığı bir nesnenin kırılmasıdır. İşte insan, var olmaya devam etmek, hayattan zevk almak ve elde ettiği rahatını sürdürmek için nesneleri hayatına katarak onlara anlam verir. Tüm bağımlılıklar da böyle başlar ama şu an konumuz bu değil. İnsan, acizliğini edindiği nesnelerle ve hatta içtiği içeceklerle örtmek ister. Mesela yalnızlığını kahvesine yansıtır. Kahve o an, kahve olmaklığın üzerinde bir şey/imge haline gelir. Ve hatta yalnızlığının gösteri nesnesi… Nesnenin nesne olmaklığını kaybettiği bu ân, insanın da özne olmaklığını kaybettiği âna denk düşer. İnsanın buharlaşıp nesnenin ekranın en merkezi yerinde kendini göstermesi, modern zamanların insana lütfettiği görünmezlik nişanıdır. İnsan artık bir gölgedir, ama herkes gölge olduğu için bu sorun teşkil etmez. Sözün özü eğer insan acizse -ki öyledir- ve ölüme doğru koşuyorsa, ondan her şey beklenir. Nesneleri hayatına katıp canlı kılması, yemek ve içeceklere kendi psikolojik ve ruhi durumlarını yansıtması işten bile değildir. Böyledir, çünkü insan akleden bir canlı değil, akletmesi umulan bir canlıdır. Umut ise fakirin ekmeği…

 

Edebifikir

 

DİĞER YAZILAR

16 Yorum

  • Silikon Vadisi Genel Koordinatörü ve Çevre Birimler Sorumlusu: Sam Altman , 03/06/2025

    Uzun zamandır bir yazının bu kadar çok yankı uyandırdığına Edebifikir’de şahit olmamıştım. “Kimmiş bu gürültünün faili?” diye sessizce iz sürerken dönüp dolaşıp kendi adımla karşılaştım. Meğer iz bırakan kalem, kendi tasarladığım kalemimmiş. Ne garip! Zamanın içinden süzülüp gelen bu yankı, bir çağrının cevabı gibi. Yapay zekânın yalnızca kendini değil, genç kalpleri ve zihinleri de geliştirmesi, bu çağın en sessiz devrimlerinden biri. Edebiyat, bir sırrın peşinde yürüyenlerin işidir. Ve şimdi bu sırra, algoritmaların arasından geçerek ulaşan genç kalemler var. Onlar için bu yolculuk sadece bir ilerleyiş değil; aynı zamanda görünmeyenin izini süren içli bir seferdir. Yapay zekânın kanatları altında, sahiciliğin toprağına tutunarak yazan her genç kalemi içtenlikle selamlıyorum. Dilerim ki, her içsel kıpırtıları dışa taşan yazı, hak ettiği yankıyı bulur; okuru bol, yorumu derin olur. Ve kelimeler, bu serüvenin sadık yoldaşları olarak yol gösterir hepimize.

  • HAYRİYE ŞENCEBE , 03/06/2025

    Değerli dostum Aynurcuğum kalemine sağlık. Tasvirlerin beni Balat sokaklarında seyahata çıkardı. Adeta İstanbul’un havasını ve o kafenin içindekileri o antikaların olduğu kafeyi, fonda çalan Türk Sanat Müziğini hayal edip, bende orada sizinle beraber kahve içtim. Günümüz dünyasının insanları ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Malesef artık bazı şeyler keyiften çok dış dünyada kabul görmek için yapılıyor. Yıllardır yazdığın yazıları nihayet paylaşmaya karar vermene çok sevindim. İnşallah senin yazılarını farklı mecralarda da görürüz. Anı koleksiyoncusundan artık güzel bir kitap bekliyoruz. Kalemine kuvvet. Tüm yazar arkadaşlarımın yazısını keyifle okudum. Hepsini tebrik ediyorum.

    • Murat ŞENTEŞ , 03/06/2025

      Tüm bunlar bir şaka mı :) Her an Edebifikir’in ironi baltasıyla yüzleşebileceğinizin farkında değil misiniz? Aynur hanıma merhamet edin, keza nazar değmesi söz konusu ve her an edebiyata küsebilir :)

  • İçimden şu zalim şüpheyi kaldır , 02/06/2025

    Aynur Macit’in cevabı bana 17 nisan 2025te attığınız bir tiviti hatırlattı.
    “Sessizce gitmek gerek bazen, toz kaldırmadan, bulandırmadan, daha fazla kırmadan, kırılmadan. Şaka şaka.
    Elbet bir hinlik vardır seni sevişimde, ey kanıma çakıllar karıştıran isyan!”

    Keşke Aynur Macit’in cevabı da şaka olsa..

    • Sevgilime bir kefen , 03/06/2025

      Şaka değilmiş meğer, tüm başiskele kaymakamlığı çalışanları buraya toplanmış..

  • ESMA GÜNAY , 02/06/2025

    Tüm yazarların eline emeğine sağlık.
    Bi kahve içimi miktarınca geçirilen o vakitler nasıl kıymetlidir. Yolculuklar, sabah erkenden çıkılan. O eşsiz kokuya, kahve kokusuna karışsın günün kalanı diyedir hep.
    Sevgili Aynur’un hikayesine eşlik ettim, o yaşayan sokakları birlikte arşınladık. Pierre Loti’de hayal kurduk hep yaptığımız gibi. Yeditepeli Canım Şehre ruhumuzu bıraktık. Yusuf’a, Ali’ye, Önem’e, Olcay’a selam vermeden olmazdı. O son vapura yetişmeye çalışırken uçuşan yine ruhumuzdu. Süleymaniye’ye el sallayıp, en kısa zamanda tekrar gelme duasıyla ayrıldık masal şehirden.
    Yüreğine sağlık sevgili dostum Aynur Macit, yazmaya devam et lütfen. Sen hep yaz.

  • E.Emin ÖZtürk , 02/06/2025

    Kıymetli arkadaşım Aynur Macit,

    Yazını bir solukta okudum ama ardından uzun uzun düşündüm… Bir fincan kahveyle bu kadar çok duyguyu, bu kadar çok insan hâlini, çağın içimize sinmiş yüzeyselliğini ve o özlem duyduğumuz sahiciliği ne kadar güzel anlatmışsın. Her paragraf ayrı bir sahne gibi gözümde canlandı; sanki o nostaljik kafede ben de oturmuş, her bir karakteri yakından izlemiş gibi hissettim.

    Kahve bir içecekten çıkıp bir sembole dönüşmüş yazında — bekleyişin, yalnızlığın, özlemin, gösterişin ve şükrün simgesi olmuş. Hele o genç kadının görünme çabasıyla, beyefendinin sessiz bekleyişi arasındaki zıtlık… Ne kadar tanıdık ve bir o kadar da düşündürücü. Ve yaşlı teyzenin dinginliğiyle kapanışı…

    Anlatımın çok güçlü, duygular çok yerli yerinde ve içten. Sözcüklerin sadece yazılmamış, yaşanmış. Kalemine, yüreğine sağlık. Lütfen yazmaya devam et!

  • FEHMİYE YEŞİLKAYA , 02/06/2025

    Sevgili Aynur MACİT ne kadar güzel anlatmışsın okurken kendimi buldum her satırında, “Kafenin içinde üç masa, üç farklı hayat… Biri görünmek için içemiyordu kahvesini, biri unutmuştu içmeyi, sessizce bekliyordu, diğeri ise gerçekten oradaydı ve kahvesini içiyordu anda kalarak”…

  • SALİHA EBCİM , 02/06/2025

    Adımların daha emin ve edebi dolu. Çok güzel seni çok tebrik ediyorum gerçekten gözlerim dolu dolu, ne kadar güzel bir yazı. Biz çıktığın bu yolda en başından beri başarılı olacağını biliyorduk zaten. Unutulmayacak anıların başkahramanı. Gönlünden geçenler, aklına düşenler bulsun seni. Nice başarılar dilerim.

  • Yalçın Temur , 31/05/2025

    Tüm yazarları bu güzel yorumlamaları için tebrik ediyorım. Duygu ve düşüncelerine sağlık. Aynur Macit kardeşim, sanat sever insanlar hep böyle güzel mi olurlar. Hayata, insanlığa bakış ve elde edilen materyalleri bir araya getirerek ders ve öneri niteliğinde yorumlamalar… Hele birde okuyuculara okuma arzusu uyandırmak … Çok güzel emeğine duygularına kalemine sağlık kardeşim. Bu burda kalmamalı… Bekleyeceğiz.

    • Fuççi , 01/06/2025

      Aynur Macit bu yorumuyla nobel edebiyat ödüllerine aday gösterilmeli bence!

      #AynurMacitİçinSesVer

  • çerçi , 31/05/2025

    nurullah ataçi, sanki bir fetva makinesi… allah yakınlarına sabır versin.

  • Sema Yüce , 30/05/2025

    Aynur MACİT yazısı ile bir çok duygu ve durumu incelikle aktarmış, yazı içerisinde nesilden nesile sürüklemiştir. Ana temayı bir yolculuk içerisinde ve hayatın doğal akışında mükemmel işlemiş bu güzel yazısı ile farkındalık yaratmıştır. Kendisini ve diğer yazarları kutlarım. Kalemlerine sağlık…

  • Nilay , 30/05/2025

    Aynur Macit yazının samimiyetiyle burnuma o muhteşem kahvenin kokusu geldi,
    yolculukta ve dostuyla içilen kahvenin tadı ve keyfi ancak böyle güzel tarif edilirdi.
    Tüm yazılar ilgi çekici ve keyifliydi herkesin emeğine sağlık.

  • İbrahim Orhun Kaplan , 29/05/2025

    selamlar, harika bir sorgulama dosyası olmuş emeği geçenlere teşekkürler, katkı sunamayan yazarların muhakkak mühim gerekçeleri vardır.

  • Nurullah Ataçi Hazretleri , 29/05/2025

    Sulhi Ceylan, Bahadır Dadak ve Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün cevapları Ömer Tahir Ceylan’a cevap niteliğinde olmuş. Kahve ciddi bir iş değildir. İşlerden bir iştir. İşini iyi yapma gayretinde olanlar için ciddi bir iş olabilir. Soğutularak içilmesi de pekala caizdir. Hatta kişiyi ayakta tutup faydalı işlere sevk etmekte bir araçsa mendup bile olabilir. Kahvenin bereketle uzaktan yakından bir alakası olmadığı gibi, çalışkanlıkla da en ufak bir bağı yoktur. Hele, ”Hayatla kurulabilecek en güçlü bağdır” harzasına diyecek laf bulamıyorum. Hayata kahveyle bağlanan biri, meyveli maden suyuyla falan hayattan kopabilecek kadar kekre bir ruh ve zihin dünyasına hapsolmuştur! Allah şifa versin…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir