
Yazarlarımıza sorduk: Bir oda dolusu soru işaretiniz olsaydı ne yapardınız?
***
Ömer Can Coşkun
Bir oda dolusu soru işareti olduğuna göre ben odanın dışındayım demektir. Buna göre birkaç seçenek geliyor aklıma:
Birincisi, odanın kapısını hiç açmamak. Açmaya yeltenmemek. Merak edip açarım, korkusuyla arkamı döner uzaklaşırdım hatta. Ama bu verdiğim kararın hayatıma nasıl bir etkisi olurdu? Büyük bir rahatlama, haddinden çok boş zaman, sağlıklı bir zihin, uzun uzun gece uykuları…
İkincisi, odanın kapısını açardım. İçeride ne olduğunu bilmediğim için kapıyı büyük bir cahillikle açıyorum şu an. Çünkü birinci seçenekte kapıyı hiç açmayan insan içerde neyle karşılaşabileceği konusunda muhtemel ve muhtelif tehlikeleri düşünmüş ve hemen vazgeçmiştir. Bu da korkak da olsa bir akıl göstergesidir. Dur bakayım ne var içerde diye kapıyı açtığım ikinci seçenek bana biraz daha fikirsizce bir hareket gibi göründü. Kapıyı açıp gördüklerimden hareketle kapıyı tekrar kapatırsam birinci seçeneğe dönmüş olurum: Büyük bir rahatlama, haddinden çok boş zaman, sağlıklı bir zihin, uzun uzun gece uykuları…
Üçüncüsü, bir oda dolusu soru işaretlerinin önünde bulunan kapıyı açarken büyük ihtimalle tüm soru işaretleri üzerime yığılacaktır. Soru işaretlerinin altından ilk önce elim görünecektir, kurtulma ve rahat hayatıma dönüş mücadelesi, sonra tüm soru işaretlerinin kanca kanca birbirine geçip bir zincir haline dönüşerek etrafımı sarmasını dehşetle seyrederken kurtulma mücadelesi yerini kabullenmeye bırakacaktır. Kabullenmeye kadarki süreçte odanın içinde debelendiğim için üzerime yığılan soru işaretlerinden bana nasip olanlar tenime, etime, kemiğime, beynime saplanacaktır. Çünkü bir oda dolusu soru işareti ile ne yapacağından önce bir oda dolusu soru işaretinin bana bir şeyler yapması gerekir. İlk iki seçeneğin içinde kaybolmak varken bir mücadelenin içine girdiğimize göre yapılacak tek şey kalır. Tenime, etime, kemiğime, beynime saplanan her bir soru işaretini yerinden çıkarmak, sonra pansuman ve iyileşme süreci…
İyileşme süreci: Çıkarılan her bir soru işaretinin yerine yenileri batmazsa süreç başlayabilir. Genelde süreç kişinin ölümüne kadar devam eder. Bu süre zarfında kişi buradan kurtulacağı ümidi ile kurtulamayacağı korkusu arasında bocalar durur. Buna havf ve reca da diyorlar.
Bahadır Dadak
Editöre fena halde ayar oluyorum. Neymiş, bir oda dolusu soru işaretimiz olsa ne yaparmışız? Allah’ım ya Rabbim ya! Bir apartman dolusu ünlemim, iki dükkân dolusu üç nokta işaretim ve çatı katına sakladığım yirmi yedi adet virgülüm olsa ne yapmam beklenir ki! Soru işareti olan adam ne yapar? Cevap arar kardeşim. Evet, bir oda dolusu soru işaretim olsa onlara cevap ararım. Turşusunu mu kuracağım? Salçasını mı çekeceğim? Ambarım var da ambarımda mı saklayacağım? Cevap ararım. Heceliyorum müsaadenizle. Ce-vap a-ra-rım! Cevap bu işte… Bitti. Alınız.
Frenk keferelerinin kolalı gömlekli müsteşriklerini okumaktan amonyaklı tütsü kokan gençliğini heder etti adam… Saçma sapan, esrik, ucuz, romantik soslu, laboratuvar ortamında; Cezmi Ersöz ile Özdemir Asaf’ın DNA moleküllerinin karışımından meydana getirilmiş nevrotik bir uzay kapsülü: Bir oda dolusu soru işaretimiz olsa ne yaparsınız?
Okudukça kan sıçrıyor beynime!
Ayrıca soruşturmaya konu olan soru insanı olmadığı birine dönüştürmeye zorlamıyor mu sizce de? Benim gibi hayatta mutlu bir adam, “Ulan benim hiçbir soru işaretim yok ki, acaba ben salak mıyım?” diye hissediyor kendini. Böylelikle hayatta hiç sorunu olmayan bir insanı da dert sahibi yapıyor soru.
Editörün neden böyle bali kafasına giriyor? Çünkü ölümüne yalnız! Neden aga neden? Çünkü ölümüne mutsuz! Peki, neden mutsuz? Karı kızan bozuk düzen kardeşim, o yüzden mutsuz. İçler dışlar çarpımı eşittir reflü yatağı. Eser miktar gözaltı torbasını karın spazmından çıkar al sana modern bireyin yalnızlığı. Fiv fiv oldu ziv ziv oldu, kendi benim, dilimdeki alevler, kan çanağı gözlerim, ellerim ayaklarım… Falan felan, kırk yıllık teraneler… İşte bu yüzden mutsuz… Ben de üstad-ı azam Kant hazretlerinin yazdıktan sonra kendinin bile okumadığı nah kafam kadar kitaplarını sabahlara kadar kemirsem, tam altın vuruş yapacağım en güzel çağlarımda erken dönem metafizik-andropozuna falan girerim tabii. Ben de koca gün guguççuk kuşu gibi sağa sola bakınan bir ev sarmaşığı olsam benim de dalağım şişer sıkıntıdan kardeşim.
Muhtemelen olay şöyle gelişti zaten. Hacı Bumbala öğle saatlerine doğru güzellik uykusundan kalktı. Üzerinde Arapça, “Kendi benim!” yazan hakiykat baskılı röpteşambırını giydi. Şöyle gözlerinin ucuyla pencere pervazına bir nazar etti. Baktı, dünün aynı bu, dedi! Tam dördüncü kattan düşecekken tuttu kendini, bir üst kata attı… Baktı, aaa, aynı yerde. Kapattı perdeleri, hacannemin salçalı ekmeğini gömerken, limonlu çayını da höpürdetti. (Hiç sevmem höpürtülü çay içmeyi.) Öte yandan Kitap Yurdu’ndan günün kitaplarına baktı, olmadı, bir iki şair adayının kalbini kırdı, yine olmadı. Immmhhsss, diye gerindi üstat, ne yapsam bugün acaba derken aklına bu müthiş sarkastik sorgulama dosyası konusu geldi. Şöyle bir düşündü, aga dedi, şimdi öyle bir soru hazırlayayım ki, yaşamın ağırlığı bir yana, nafileleri arttırmadığı için göğsü daralan ama varlık sancısı çektiğini sanan birkaç kâmil muhakkak oltaya takılır. Ben ortaya muğlak bir konu atayım, soruya göre onlar işkembelerini boşaltırlar zaten oğlum dedi. Hehohahahaho diye gülüp Ümit Tokcan’dan bir uzun hava patlattı. Parmağına bulaşan salçaları da çaktırmadan koltuğun kenarına sürüverdi. Birden çakır gözleri fal taşı gibi açıldı! Aha dedi, azıcık mürekkep yalamış şair kızlarımız zaten teşnedir bu dümenlere, onlar cepte, heh, dedi, bir günü de böyle kotarırız, kıh kıh kıh, süper fikir dedi!
Muhteremler. Baba yorgun, yormayın. Tüy bitti dilimde anlatamıyorum, Allah’ın zatı bilinemez. Geriye yansımalar kalıyor. Eşyaya akseden nuru ederince temaşa edip göçüp gideceksin işte. Artistliğin kime yani! Ne bu tatava! Kenarlarından hafif pembeleşmiş sufî-yazar egonu şişireceksin diye ne gerek var anten kunten sorular sormaya? Lüzumu olmayan sorular sormaktan helak olmuş milyon tane ümmet gelip geçmiş. Hiç mi ibret almıyorsun! Kurban olduğum Allah parçalarına ayırmış hepsini… Niye benim ayarlarımı kaçırıyorsun sevgili editör! Bırak kalan son saatlerimizi mutlu mesut yaşayıp göçelim şu diyardan! Allah aşkına düş artık yakamızdan!
Motor aldım bu arada. Kuba… Ehliyette 50 CC ama esasında 100’lük. 2026’nın bilmem kaçıncı ayında fren muayenesi varmış. Sigorta da istemiyor. Hava soğutmalı. 10 numara motor. Hasan’dan aldım. Kelepir…
Nazlı Nesibe Kılıçoğlu
Olmasaydı ne yapardım diye düşünüyorum. Kalbimde yalnızca dört odacık var: olur, olmaz, olura yakın, olmaza yakın. Ama zihnimde sayısız odacıkla birisinden diğerine geçmeye çabalarken birçok soru işareti üstüme eğiliyor. Onların noktaları üzerinde hiç ayakları kaymıyor ama ben sürekli sonsuz düşüşlere çarpıyorum.
Sonra hınzırca başka bir evrene taşımak istiyorum bu soruyu. O evrende odanın kapısını açıyormuşum. Fıkırdaşan dev soru işaretleri kapının açılmasıyla birlikte beni karşılarında gördükleri için hayrete ve dehşete düşüyorlarmış. Çünkü onların ses çıkarabildiği herhangi bir odanın kapısının önünden bile geçmezdim. Önceki ben olsa… Sonra birisinin karşısına dikiliyormuşum. Bir çocuğun kulağından çeker gibi eğik başından tavana çekiştirmeye başlıyormuşum. Azarlıyormuşum da bir güzel: “Bütün dünyamı altına üstüne getirmemiş gibi ne bu nazlı boyun eğişler?” Çekiştirdikçe dikeliyorlarmış. Hepsini hizaya dikiyormuşum. Dizmiyormuşum. Sonra onlar yakışıklı birer ünlem oluyorlarmış. Birden dikleşen duruşlarıyla başları tavanı deliyormuş. Gökyüzü odaya giriyormuş. Dört duvar olmadığı için oda artık, oda tanımında olmuyor da yeryüzü oluyormuş. Odam sonsuza büyüyor, sorularım ünlem olmaklarıyla coşkun duygulara dönüşüyormuş.
Sorgudan hayrete geçebilmenin hayalini, zihnimdeki sayısız evrenden bir kum tanesi kadar bile olamayan birisinde gerçekleştirmeye çabalıyorum. Keşke soru işaretlerime dokunabilseydim. Ama ben hayattaki kelime sayımı doldurmaya çalışıyorum boyuna. Az ile yetinip daha insan kalmayı tercih edebilirdim ama kelimelerimin çokluğundan belki bu soru işaretleri yığını da… Nasibim, gece çökünce yanıma kalan, yaşımdan bir az soru işareti ve bir kocaman ünlem oluyor. Hiçliğin tacını tatlı rüyalarla üstüme giyiyormuşum. Gerçek değil, bir başka rüyanın odasında… Keşke gerçeklere dokunabilseydim. Bir oda dolusu soru işaretim olsa onlara dokunurdum.
N. Cihan Karakurt
Bu soruyu somut manada anlamak istedim öncelikle. Bir odayı dolduracak kadar biriktirdiğime göre oldukça üretkenim demek ki. Bu beni sevindirirdi. Ya da cimriyim, soruları stoklamış olabilirim. Cehalet etiketinden korkumuza, hangimiz aklımıza takılan her şeyi soruyoruz ki zaten! Bırakalım biriksin. Bunca soru işaretiyle ne yapacağım peki? Soru işaretlerini temizlemek istiyorsam ya da düzenlemek diyeyim, büyük küçük ayırırdım. Hiçbir şekilde çözemeyeceğimden emin olduğum için büyükleri bir kenara istiflerdim. Çünkü çözebilecek olsaydım bu kadar büyümezlerdi. Küçük olanlara tekrar muhatap olup cevaplamak gibi bir çaba içine de girmezdim. Küçüklerse önemsiz sorulardır. Böylece düzenlemekle yetinir ve odanın kapısını kapatırdım.
Öte yandan, soru işaretleri tanımadığım birinin ürettiği imgelermiş gibi geliyor bana. Bilge Karasu’nun yapıntı dediği şeyle aynı olabilirler. Mesela insanın, hayvanın ve nesnelerin üzerinde duruyorlar. Onları anlamlandırmak, kavramak, düşünmek için bu işaretler gerekli. İşaret fişeği de diyebilirim bu açıdan. Önemi, ağırlığı, büyüklüğü fark etmiyor, algımıza yönelen veri akışını netleştiriyorlar. Anlam için bir çıkış noktası kısaca. Buna bağlı olarak oda dolusundan çok, yüzlerce dönümlük bir yer kaplıyorlar aslında. Soru işaretlerinden faydalanarak içini doldurabileceklerimizin ve üretebileceklerimizin sınırı yok hasılı. Tüketebileceklerimizin de öyle.
Sinem Çağlancı
Bir oda dolusu soru işaretim olsaydı, öncelikle pencere kenarlarına yalıtım bandı takardım; olur da birisi dışarıya sızıp insanları rahatsız etmesin diye. Sonra pencerelerine kalın siyah perdeler asardım. Güneş ışığı içeri süzülüp de soru işaretlerini günbegün büyütmesin. Kapıyı üç dört kere kilitleyip alt kısmına rüzgar önleyici altlıklardan yerleştirirdim. Ardından kapının önüne yüksek ve sağlam bir duvar örerdim. Öyle ki, yıllardır oradaymış gibi görünmesi için üzerine eski bir dokunuşu andıran bir boya sürerdim. İyi bir resim çizemeyeceğim için ve kötü resim asarım korkusuyla sade bir renkle bırakırdım. Hayatımda genel olarak soru(n)lara yaklaşımım bu şekilde oluyor genelde. En olmadık yerde kendimi iyi hissetmediğim de duvar örebilecek bir cesaretin arkasına sığınırım.
Bu yüzden soru işaretlerinin de kimseyi uykusuz bırakmasın, sabaha yakın kalplerde hüznün soğuk izleri dolaşmasın isterdim. Oldum olası iyi bir soru(n) bükücü olamadım. Beni derin düşüncelere sürükleyen, içinden çıkamadığım meseleleri bir başkasına sorduğumda istediğim kelimeler yanyana gelmedi. Bu yüzden güzel ve anlamlı soru sorabilen zihinlere uzaktan hayranlık duyarım.
Şimdilerde ise “Rabbine karşı seni ne aldattı?” soru işaretinin varlığı rahatsız ediyor zihnimin kıvrımlarını. İstiyorum ki o işaret hiç konulmasın ve açıklayıcı bir şekilde devam etsin cümle. O işaretin yerini, aldandığım şeyler teker teker sıralansın. Ve bunu ben bulmayayım, birileri bulsun istiyorum benim yerime. Ama biliyorum, bu pek mümkün değil. Ve duvar örmek için cesaretim de yok.
İbrahim Orhun Kaplan
Tanıdık bir nakliyeci bulur, bütün soru işaretlerini toparlayıp memlekete dönerdim. Nazilli Ölçüsüz Arnavut Irkçılığı Literatürüyle Mücadele Derneği’nin neşriyatına destek amacıyla, onlardan tişört, küllük, el feneri, gaz lambası, telefon kılıfı, oyuncu koltuğu başlığı, kalem kutusu, hediyelik ıslak mendil, A3 boyama kağıdı, fare altlığı ve hatta güğüm kulpu gibi yaşamı kolaylaştıran equipmentlar üretirdim. Evet, güğüm kulpu… Herhalde birilerinin buna da ihtiyacı vardır. Hey gidi güğüm kulpu…
Cuma günü belediye meydanında, yarısı beton yarısı plastik mermerden yapılmış çin malı Osmanlı çeşmesinin hemen yanına tezgâhımı kurardım. Aslında tamamen mermer de olabilir ama neticede yapım yılı 2014 ya da 15… Tarihsel originalliği yok yani. Orası, zaten her şeyin inanılır göründüğü bir yer. Geçmişin büyüsüne sırtını dayayan her şey inandırıcı hissettiriyor insanlara. Oysa asıl inandırıcı olan gökdelenlerin uzun, sert ve heybetli duruşudur. Özellikle geceleri yanan ışıkları birçok insanın içini kımıl kımıl eder.
Fakat ben o çeşmenin inandırıcılığına sırtımı dayayarak dernek üyelerinden, az biraz itibarı olanları halkın arasına salıp, bu ürünlerin soru işaretlerinden yapıldığını ve her birinin çeşitli tılsımlar taşıdığını fısıldamalarını söylerdim. Kimse inanmasa bile “bir ihtimal ya doğruysa” hissiyatıyla gelenleri avlamak içün bu söylentileri asla hafife almamak lâzım. Böylece halkımıza her bir parçayı bin liradan itelerdim. Tabii, burada itelemek demeyelim, zira mesele biraz inanç meselesi. Biz, ne de olsa, bazen hem kendimizi hem de üç kuruşluk gelirimizi “bir ihtimal” karşısında feda etmekte benzersizizdir.
Sonuç? Arnavutlarla sevgili olanların başına gelecek on sekiz maddelik fecaat tablosunu bu gelirler ile broşür olarak bastırarak efkarı umumiyeye hizmet etmenin yollarını bir kez daha Sırp dünyasının gözüne sokmaktan başka bir şey değil. Bir oda dolusu soru işaretleri ile yapabileceğim en sistemli ve prensipli iş bundan daha iyisi olamaz.
Cüneyt Dal
Geçen annemle tartıştım. Mesele, bilindik, alışıldık bir konudan patlak verdi:
İşe gitmeden önce her sabah olduğu gibi uslu bir çocuğa yakışır şekilde çiçek moduna bürünmüşüm. Salonda, annemin Müge Anlı eşliğindeki kahvaltısında figüran rolündeyim. O an, odadaki herhangi bir eşyadan hiçbir farkım yok. Annemin ekrana doğru saydığı lafları halı itaatkârlığında dinliyor, koltuk metanetinde ona hak veriyor, saksıdaki bitkilerin yeşilliğinde susuyor, ailevî facialar karşısında darağacındaki idam mahkûmu perdeler gibi somurtuyor, kalorifer petekleri gibi için için yandıkça kızıyorum. Kapı çalıyor. Sûra ikinci kez üfürülmüş gibi doğruluyorum yerimden. Sonra içeri girip cansızlaşıyorum tekrar.
– Kimmiş, diye soruyor annem.
Cevap vermek istemiyorum. Komutları kafasına göre algılayan uzaktan kumanda gibi uzak bir ilişki yaşıyorum annemle.
– Böyle sustuğuna göre yine trafik cezası bildirgesi herhalde, diyor bu defa.
Düdüklü tencere gibi tıslayasım geliyor ama yaptığım, cılız bir buzdolabı homurtusu edasıyla cevap vermek oluyor:
– Kargo gelmiş.
Ve korktuğum başıma geliyor:
– Yine ne aldın?
Pes ediyorum, sonuçlarına katlanmayı göze alarak:
– Kitap, diyorum.
Ve başlıyor Müge Anlı, Avukat Rahmi Bey ve Adlî Tıpçı Şevki Bey’i de arasına alarak laf saymaya:
– Yakında odanda kitaplar oturacak, seni dışarı atacaklar, diyor.
Elimde olmadan horon tepen çamaşır makinelerine, taşan süte, kırılan borcama taş çıkarırcasına hadsizleşiyorum:
– İşte bunu yapma! Bu sözünü, şahsıma yapılmış bir hakaret sayıyorum. Bir marangoza, neden kereste sipariş ettin, diye sorulmaz. Bir ressama, ne bu böyle durmadan boya alıp duruyorsun, denilmez. Ben bir yazarım. Bana, neden kitap alıyorsun, diye bir soru soramazsın, anne!
Sözlerimin etkisini tartmak için duraklıyorum. Kameraman, Müge Anlı’yı büyük ekranda evin ortasına getiriyor. Anlı, kınayan gözlerle cık cık cık sesleri eşliğinde beni ayıplarken annem,
– Geri zekâlı, yazar dediğin kitap yazar, sense kitap alıyorsun, gibi efsanevî, düşündürücü bir tespitle beni başbaşa bırakıyor.
O an, çağımızın devrim yaratan kaçış yöntemi telefona sarılıyorum.
– Götür beni buradan, çek, al uzaklara, minik ekran, yalvarışıyla Ali Baba’nın “Açıl Susam açıl!” komutunu ufak bir parmak hareketiyle veriyorum.
Annemin, Kırk Haramiler’den de beter eleştirileri kovalayadursunlar telefon, uçan bir halı şekline bürünüp tepemdeki mavi cinlerle birlikte anlık bir seyahate çıkarıyor beni. Gözüme ilk çarpan, gelen kutuma ayağının tozuyla şeref vermiş mail oluyor:
“Sulhi Ceylan – Edebifikir Soruşturma Dosyası – Bir oda dolusu soru işaretiniz olsaydı ne yapardınız?” ile başlayan, üzerine tıkladığımdaysa, “NOT: Cevaplarınızı 20 Ocak Pazartesi günü saat 12:53’a kadar göndermenizi rica ediyorum. Cevaplar en az 111, en fazla 259 kelime olmalıdır.” şeklinde ebcet hesabıyla bir tür kara büyüyü andıran rakamlar, sayılar eşliğinde devam eden, “Not: Sorudan ne anlıyorsanız ona göre cevap veriniz.” ifadesiyle biten, “Teşekkür ediyorum” ve “Selamlar…”’ı da ihmal etmemiş maille karşılaşıyorum.
Düşünmeye başlıyorum: Ben ne yaparım? Muhtelif muhtemel cevaplar geliyor aklıma. Bir gün eve gelsem, odamın kapısını bir açsam ki kitaplarımın yerinde sürüsüne bereket soru işareti! Bir sürü. İğne atsam yere düşmez, göz gözü görmez, kesif, gürültülü, sırnaşık, her yere sıvanmış, vıcık vıcık, hiperaktif, obez, patolojik, mikrosefali, freak show gibi bir sürü soru işareti… Ne yaparım?
1. Tıpkı yazarak gerçekliği değiştirip ona yepyeni donlar biçer gibi onları değiştiririm. Dünyanın uydusu Ay misali duran noktalarını koparır, Güneş Sistemi’nde dört başı mamur bir gezegen yapar, çıkarım işin içinden. Küçük müçük, idare ederim. Hem iyi de olur hani, sırf dış görünüşünden dolayı yargılanıp da gezegenlikten çıkarılıp “cüce gezegen” statüsüne azledilen, binlerce yılın ardından ihbar tazminatı bile verilmeden işinden olan Plüton’un intikamını da almış olurum böylece. Daha da olmadı mı, noktaları birbirine eklemler, onlardan bir doğru yapar, insanlığın zihnini asırlardır meşgul eden şu meşhur “doğru” her ne ise ona yol bulur, çeker giderim buralardan. Ama bir dakika! Bir noktadan sonsuz doğru geçiyordu, değil mi? İki nokta arasında da tek bir doğru parçası vardı, herhalde. Neyse, matematiğim ne zaman iyi oldu ki! Peki ya arda kalan o yılansı, sinsi çizgiler? Çeker sündürürüm. I yaparım. Kimi bir, der; kimi ay; kimi ı harfi. Kafam atarsa yana yatırır tire yaparım, kesme işareti yaparım, diyalog çizgisi yaparım, yaparım işte bir şeyler. Peki bu neye yarar? Özünde soru işareti olan bir sürü ucube elde etmek bana ne kazandırır ki? Bak işte, yine sorular, yine sorular…
2. Cevap veririm. Yok öyle hazır hazır, rahat rahat soru sormak. Soru sormak kolay, zor olan cevap vermek. Her birine, teker teker, usanmadan cevap veririm. Doğru yanlış… Onları, soruların sahibi veya sahipleri düşünsün. Hatta her biri için Allah’tan bir ömür isterim. Her biri için bir kere doğar, bir kere ölürüm. Ama bu, yeni bir soru doğurmaktan başka nereye kapı aralar; doğum-ölüm arası sorulara cevap vermek tamam… Ya ölüm-doğum arasındakilere? Ah aptal kafam! Özne olmadan ne iş yapar nesne? Cevaplayacak olmadıktan sonra niye var olsun ki soru? Ölüm-doğum arasında varlık mı vardır ki soru olsun, cevap olsun? Ya varsa?
3. Hah, işte burada yeni bir fikir: Demek “Ya varsa?”, öyle mi! Tamam o zaman, üçüncü ihtimal, sorulara yepyeni, gıcır gıcır, dumanı üstünde, turfanda, son model sorular eklerim. Cevapları umurumda olmaz. Banane, cevap verecek olan düşünsün. Soruların alınlarında, “bu sorular sana,” diye mi yazıyor sanki? Üzerime alınmamada üstüme yoktur zaten. Üzerime, üstüme, üssüme… Soru demişken, ilginç, neden soru işareti var da cevap işareti yok? Yoksa insanlar cevaplardan çok sorularla ilgilendikleri için mi?
4. Odanın kapısını kapatır, gerisin geri çıkar, o odayı örümcek ağlarına, sessizliğe, bensizliğe gömerim. Caydırıcı vesveselerin üstesinden gelmenin en iyi yolu, onları yok saymaktır, diye duymuştum. Artık inananları kalmamış, dinler tarihinin çölüğünde unutulup gitmiş tanrılar gibi donuk bir sürü soru işareti…
– Kaç yaşına geldin, aklın hâlâ bir karış havada. Aklı başında biri olsan, paranı altına, dövize yatırır da yaşlılığına birikim yaparsın…
Uçan halı yere çakılıyor. Tepemdeki cinler süklüm püklüm Alaaddin’in kuşağındaki lambaya geri dönüyor, yolculuk bitiyor, “mesai” isimli kutsal çağrı, akrep ve yelkovanın çatallı dilinde dile gelip zehrini beynime tıslıyor enjekte ediyor. Ve ben, bunca düşüncenin, derdin, dağınıklığın bahanesine sığınarak, “Cevaplar en az 111, en fazla 259 kelime olmalıdır!” kuralına uyamıyor, bu yasayı ve aynı zamanda da yasağı 689 kere ihlâl ederek müebbetime dönüyorum.
Oğuzhan Yılmaz
Bir oda dolusu soru işaretim olmasın diye kendimi yıpratırdım. Nitekim öyle de yaptım. Ortaokul ve lise yıllarında onlarca soru bankası kitabım oldu. Soru bankası kitaplarının mantığı ise oldukça basitti: “Konuları bil! Soruları çöz!” Eğer kendimi soru bankalarının istilasından o yıllarda kurtarabilseydim bu zamana kadar bir oda dolusu soru işareti biriktirebilirdim belki. Ancak kurtaramadım… Başıma tebelleş olan sayısal, sözel derslerin zibilyon tane sorusunda malum işareti görmekten bir hayli sıkılmış, bir oda dolusu değil bir test yaprağı kadar dahi görmeye tahammülüm kalmamıştı. Artık ne bir soru ne de bir işaret görmek değil yalnızca cevap bulmak istiyordum. Zaman geçtikçe ve içinde bulunduğum ortamlar değiştikçe muhatabı olduğum, kendimi muhatap kıldığım sorularla birlikte soru işaretlerine bakışım da değişti. Artık bu işaret ortaokul ve lise eğitim müfredatına girecek seviyede sığ görünmedi gözüme. Bir tek soru dahi görmek istemezken cevap bulmak için doğru soruyu sormak ister hâle geldim. Bu durum ise kendimi her sorunun muhatabı kabul etmemeye sebep olduğu için tıpkı başta bahsettiğim isteksizlik hâli gibi bir oda dolusu soru işaretinin kalabalığından beni kurtardı.
Sulhi Ceylan
“Bir oda dolusu soru işaretiniz olsaydı ne yapardınız?” sorusunun bir metafor olduğu açık. Zihninizi kurcalayan ve bir türlü cevabını bulamadığınız sayısız soruyla nasıl yaşıyorsunuz, demek isteniyor sanırım. İnsanın acizliğine ve bir de meraklı oluşuna atıf yapılıyor olabilir. Ya da insanın bitmek bilmez bilme isteğine. Evet, bilme isteğimiz sonsuz ama aklımız sonlu. O halde cevapsız sorular kaçınılmaz. İnsan olmak, cevabını bir türlü bulamadığımız sorularla cebelleşmek biraz da. Her soru hem cevabına âşık, hem de yeni sorulara gebe. Yani bir sorunun cevabını bulsak bile hemen yeni soruların üzerindeki tül perde açılıveriyor ve koşturmaca devam ediyor. Burada bir bilge “Evladım, sorular cevaplardan daha önemlidir!” diyebilir. Hatta haklı da olabilir. Sonuçta her soru, sahibini inşâ eder. Ama cevap başka bir şey, diyesim geliyor. Sorunun insana katacağı bilgelikten başka bir şey sağlıyor cevap. Sorularda olmayan şeyler var cevaplarda. Bu yüzden değil mi cevaplar peşinde bir ömür tüketmemiz.
Kafka’nın Gregor Samsa’sının bir sabah uyandığında hamamböceğine değil de soru işaretine dönüştüğünü düşünelim. Odanın içerisinde kocaman bir soru işareti var ve konuşuyor. Ailesinin şaşkın gözlerle kendisine baktığı bir soru işareti. Tamam bu da bir benzetme. Samsa hiçbir zaman böcek olmadı ama böcekleşmeyi, sıkışmayı, silikleşmeyi en iyi böyle anlattı yazar. Buradan hareketle insan da bir soru işareti değil diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İnsan belki de bir soru işareti, ama sadece kendine.
Edebifikir


11 Yorum