Sorgulama Dosyası: Bir oda dolusu soru işaretiniz olsaydı ne yapardınız?

Yazarlarımıza sorduk: Bir oda dolusu soru işaretiniz olsaydı ne yapardınız?

***

Ömer Can Coşkun

Bir oda dolusu soru işareti olduğuna göre ben odanın dışındayım demektir. Buna göre birkaç seçenek geliyor aklıma:

Birincisi, odanın kapısını hiç açmamak. Açmaya yeltenmemek. Merak edip açarım, korkusuyla arkamı döner uzaklaşırdım hatta. Ama bu verdiğim kararın hayatıma nasıl bir etkisi olurdu? Büyük bir rahatlama, haddinden çok boş zaman, sağlıklı bir zihin, uzun uzun gece uykuları…

İkincisi, odanın kapısını açardım. İçeride ne olduğunu bilmediğim için kapıyı büyük bir cahillikle açıyorum şu an. Çünkü birinci seçenekte kapıyı hiç açmayan insan içerde neyle karşılaşabileceği konusunda muhtemel ve muhtelif tehlikeleri düşünmüş ve hemen vazgeçmiştir. Bu da korkak da olsa bir akıl göstergesidir. Dur bakayım ne var içerde diye kapıyı açtığım ikinci seçenek bana biraz daha fikirsizce bir hareket gibi göründü. Kapıyı açıp gördüklerimden hareketle kapıyı tekrar kapatırsam birinci seçeneğe dönmüş olurum: Büyük bir rahatlama, haddinden çok boş zaman, sağlıklı bir zihin, uzun uzun gece uykuları…

Üçüncüsü, bir oda dolusu soru işaretlerinin önünde bulunan kapıyı açarken büyük ihtimalle tüm soru işaretleri üzerime yığılacaktır. Soru işaretlerinin altından ilk önce elim görünecektir, kurtulma ve rahat hayatıma dönüş mücadelesi, sonra tüm soru işaretlerinin kanca kanca birbirine geçip bir zincir haline dönüşerek etrafımı sarmasını dehşetle seyrederken kurtulma mücadelesi yerini kabullenmeye bırakacaktır. Kabullenmeye kadarki süreçte odanın içinde debelendiğim için üzerime yığılan soru işaretlerinden bana nasip olanlar tenime, etime, kemiğime, beynime saplanacaktır. Çünkü bir oda dolusu soru işareti ile ne yapacağından önce bir oda dolusu soru işaretinin bana bir şeyler yapması gerekir. İlk iki seçeneğin içinde kaybolmak varken bir mücadelenin içine girdiğimize göre yapılacak tek şey kalır. Tenime, etime, kemiğime, beynime saplanan her bir soru işaretini yerinden çıkarmak, sonra pansuman ve iyileşme süreci…

İyileşme süreci: Çıkarılan her bir soru işaretinin yerine yenileri batmazsa süreç başlayabilir. Genelde süreç kişinin ölümüne kadar devam eder. Bu süre zarfında kişi buradan kurtulacağı ümidi ile kurtulamayacağı korkusu arasında bocalar durur. Buna havf ve reca da diyorlar.


Bahadır Dadak

Editöre fena halde ayar oluyorum. Neymiş, bir oda dolusu soru işaretimiz olsa ne yaparmışız? Allah’ım ya Rabbim ya! Bir apartman dolusu ünlemim, iki dükkân dolusu üç nokta işaretim ve çatı katına sakladığım yirmi yedi adet virgülüm olsa ne yapmam beklenir ki! Soru işareti olan adam ne yapar? Cevap arar kardeşim. Evet, bir oda dolusu soru işaretim olsa onlara cevap ararım. Turşusunu mu kuracağım? Salçasını mı çekeceğim? Ambarım var da ambarımda mı saklayacağım? Cevap ararım. Heceliyorum müsaadenizle. Ce-vap a-ra-rım! Cevap bu işte… Bitti. Alınız.

Frenk keferelerinin kolalı gömlekli müsteşriklerini okumaktan amonyaklı tütsü kokan gençliğini heder etti adam… Saçma sapan, esrik, ucuz, romantik soslu, laboratuvar ortamında; Cezmi Ersöz ile Özdemir Asaf’ın DNA moleküllerinin karışımından meydana getirilmiş nevrotik bir uzay kapsülü: Bir oda dolusu soru işaretimiz olsa ne yaparsınız?

Okudukça kan sıçrıyor beynime!

Ayrıca soruşturmaya konu olan soru insanı olmadığı birine dönüştürmeye zorlamıyor mu sizce de? Benim gibi hayatta mutlu bir adam, “Ulan benim hiçbir soru işaretim yok ki, acaba ben salak mıyım?” diye hissediyor kendini. Böylelikle hayatta hiç sorunu olmayan bir insanı da dert sahibi yapıyor soru.

Editörün neden böyle bali kafasına giriyor? Çünkü ölümüne yalnız! Neden aga neden? Çünkü ölümüne mutsuz! Peki, neden mutsuz? Karı kızan bozuk düzen kardeşim, o yüzden mutsuz. İçler dışlar çarpımı eşittir reflü yatağı. Eser miktar gözaltı torbasını karın spazmından çıkar al sana modern bireyin yalnızlığı. Fiv fiv oldu ziv ziv oldu, kendi benim, dilimdeki alevler, kan çanağı gözlerim, ellerim ayaklarım… Falan felan, kırk yıllık teraneler… İşte bu yüzden mutsuz… Ben de üstad-ı azam Kant hazretlerinin yazdıktan sonra kendinin bile okumadığı nah kafam kadar kitaplarını sabahlara kadar kemirsem, tam altın vuruş yapacağım en güzel çağlarımda erken dönem metafizik-andropozuna falan girerim tabii. Ben de koca gün guguççuk kuşu gibi sağa sola bakınan bir ev sarmaşığı olsam benim de dalağım şişer sıkıntıdan kardeşim.

Muhtemelen olay şöyle gelişti zaten. Hacı Bumbala öğle saatlerine doğru güzellik uykusundan kalktı. Üzerinde Arapça, “Kendi benim!” yazan hakiykat baskılı röpteşambırını giydi. Şöyle gözlerinin ucuyla pencere pervazına bir nazar etti. Baktı, dünün aynı bu, dedi! Tam dördüncü kattan düşecekken tuttu kendini, bir üst kata attı… Baktı, aaa, aynı yerde. Kapattı perdeleri, hacannemin salçalı ekmeğini gömerken, limonlu çayını da höpürdetti. (Hiç sevmem höpürtülü çay içmeyi.) Öte yandan Kitap Yurdu’ndan günün kitaplarına baktı, olmadı, bir iki şair adayının kalbini kırdı, yine olmadı. Immmhhsss, diye gerindi üstat, ne yapsam bugün acaba derken aklına bu müthiş sarkastik sorgulama dosyası konusu geldi. Şöyle bir düşündü, aga dedi, şimdi öyle bir soru hazırlayayım ki, yaşamın ağırlığı bir yana, nafileleri arttırmadığı için göğsü daralan ama varlık sancısı çektiğini sanan birkaç kâmil muhakkak oltaya takılır. Ben ortaya muğlak bir konu atayım, soruya göre onlar işkembelerini boşaltırlar zaten oğlum dedi. Hehohahahaho diye gülüp Ümit Tokcan’dan bir uzun hava patlattı. Parmağına bulaşan salçaları da çaktırmadan koltuğun kenarına sürüverdi. Birden çakır gözleri fal taşı gibi açıldı! Aha dedi, azıcık mürekkep yalamış şair kızlarımız zaten teşnedir bu dümenlere, onlar cepte, heh, dedi, bir günü de böyle kotarırız, kıh kıh kıh, süper fikir dedi!

Muhteremler. Baba yorgun, yormayın. Tüy bitti dilimde anlatamıyorum, Allah’ın zatı bilinemez. Geriye yansımalar kalıyor. Eşyaya akseden nuru ederince temaşa edip göçüp gideceksin işte. Artistliğin kime yani! Ne bu tatava! Kenarlarından hafif pembeleşmiş sufî-yazar egonu şişireceksin diye ne gerek var anten kunten sorular sormaya? Lüzumu olmayan sorular sormaktan helak olmuş milyon tane ümmet gelip geçmiş. Hiç mi ibret almıyorsun! Kurban olduğum Allah parçalarına ayırmış hepsini… Niye benim ayarlarımı kaçırıyorsun sevgili editör! Bırak kalan son saatlerimizi mutlu mesut yaşayıp göçelim şu diyardan! Allah aşkına düş artık yakamızdan!

Motor aldım bu arada. Kuba… Ehliyette 50 CC ama esasında 100’lük. 2026’nın bilmem kaçıncı ayında fren muayenesi varmış. Sigorta da istemiyor. Hava soğutmalı. 10 numara motor. Hasan’dan aldım. Kelepir…


Nazlı Nesibe Kılıçoğlu

Olmasaydı ne yapardım diye düşünüyorum. Kalbimde yalnızca dört odacık var: olur, olmaz, olura yakın, olmaza yakın. Ama zihnimde sayısız odacıkla birisinden diğerine geçmeye çabalarken birçok soru işareti üstüme eğiliyor. Onların noktaları üzerinde hiç ayakları kaymıyor ama ben sürekli sonsuz düşüşlere çarpıyorum.

Sonra hınzırca başka bir evrene taşımak istiyorum bu soruyu. O evrende odanın kapısını açıyormuşum. Fıkırdaşan dev soru işaretleri kapının açılmasıyla birlikte beni karşılarında gördükleri için hayrete ve dehşete düşüyorlarmış. Çünkü onların ses çıkarabildiği herhangi bir odanın kapısının önünden bile geçmezdim. Önceki ben olsa… Sonra birisinin karşısına dikiliyormuşum. Bir çocuğun kulağından çeker gibi eğik başından tavana çekiştirmeye başlıyormuşum. Azarlıyormuşum da bir güzel: “Bütün dünyamı altına üstüne getirmemiş gibi ne bu nazlı boyun eğişler?” Çekiştirdikçe dikeliyorlarmış. Hepsini hizaya dikiyormuşum. Dizmiyormuşum. Sonra onlar yakışıklı birer ünlem oluyorlarmış. Birden dikleşen duruşlarıyla başları tavanı deliyormuş. Gökyüzü odaya giriyormuş. Dört duvar olmadığı için oda artık, oda tanımında olmuyor da yeryüzü oluyormuş. Odam sonsuza büyüyor, sorularım ünlem olmaklarıyla coşkun duygulara dönüşüyormuş.

Sorgudan hayrete geçebilmenin hayalini, zihnimdeki sayısız evrenden bir kum tanesi kadar bile olamayan birisinde gerçekleştirmeye çabalıyorum. Keşke soru işaretlerime dokunabilseydim. Ama ben hayattaki kelime sayımı doldurmaya çalışıyorum boyuna. Az ile yetinip daha insan kalmayı tercih edebilirdim ama kelimelerimin çokluğundan belki bu soru işaretleri yığını da… Nasibim, gece çökünce yanıma kalan, yaşımdan bir az soru işareti ve bir kocaman ünlem oluyor. Hiçliğin tacını tatlı rüyalarla üstüme giyiyormuşum. Gerçek değil, bir başka rüyanın odasında… Keşke gerçeklere dokunabilseydim. Bir oda dolusu soru işaretim olsa onlara dokunurdum.


N. Cihan Karakurt

Bu soruyu somut manada anlamak istedim öncelikle. Bir odayı dolduracak kadar biriktirdiğime göre oldukça üretkenim demek ki. Bu beni sevindirirdi. Ya da cimriyim, soruları stoklamış olabilirim. Cehalet etiketinden korkumuza, hangimiz aklımıza takılan her şeyi soruyoruz ki zaten! Bırakalım biriksin. Bunca soru işaretiyle ne yapacağım peki? Soru işaretlerini temizlemek istiyorsam ya da düzenlemek diyeyim, büyük küçük ayırırdım. Hiçbir şekilde çözemeyeceğimden emin olduğum için büyükleri bir kenara istiflerdim. Çünkü çözebilecek olsaydım bu kadar büyümezlerdi. Küçük olanlara tekrar muhatap olup cevaplamak gibi bir çaba içine de girmezdim. Küçüklerse önemsiz sorulardır. Böylece düzenlemekle yetinir ve odanın kapısını kapatırdım.

Öte yandan, soru işaretleri tanımadığım birinin ürettiği imgelermiş gibi geliyor bana. Bilge Karasu’nun yapıntı dediği şeyle aynı olabilirler. Mesela insanın, hayvanın ve nesnelerin üzerinde duruyorlar. Onları anlamlandırmak, kavramak, düşünmek için bu işaretler gerekli. İşaret fişeği de diyebilirim bu açıdan. Önemi, ağırlığı, büyüklüğü fark etmiyor, algımıza yönelen veri akışını netleştiriyorlar. Anlam için bir çıkış noktası kısaca. Buna bağlı olarak oda dolusundan çok, yüzlerce dönümlük bir yer kaplıyorlar aslında. Soru işaretlerinden faydalanarak içini doldurabileceklerimizin ve üretebileceklerimizin sınırı yok hasılı. Tüketebileceklerimizin de öyle.


Sinem Çağlancı

Bir oda dolusu soru işaretim olsaydı, öncelikle pencere kenarlarına yalıtım bandı takardım; olur da birisi dışarıya sızıp insanları rahatsız etmesin diye. Sonra pencerelerine kalın siyah perdeler asardım. Güneş ışığı içeri süzülüp de soru işaretlerini günbegün büyütmesin. Kapıyı üç dört kere kilitleyip alt kısmına rüzgar önleyici altlıklardan yerleştirirdim. Ardından kapının önüne yüksek ve sağlam bir duvar örerdim. Öyle ki, yıllardır oradaymış gibi görünmesi için üzerine eski bir dokunuşu andıran bir boya sürerdim. İyi bir resim çizemeyeceğim için ve kötü resim asarım korkusuyla sade bir renkle bırakırdım. Hayatımda genel olarak soru(n)lara yaklaşımım bu şekilde oluyor genelde. En olmadık yerde kendimi iyi hissetmediğim de duvar örebilecek bir cesaretin arkasına sığınırım.

Bu yüzden soru işaretlerinin de kimseyi uykusuz bırakmasın, sabaha yakın kalplerde hüznün soğuk izleri dolaşmasın isterdim. Oldum olası iyi bir soru(n) bükücü olamadım. Beni derin düşüncelere sürükleyen, içinden çıkamadığım meseleleri bir başkasına sorduğumda istediğim kelimeler yanyana gelmedi. Bu yüzden güzel ve anlamlı soru sorabilen zihinlere uzaktan hayranlık duyarım.

Şimdilerde ise “Rabbine karşı seni ne aldattı?” soru işaretinin varlığı rahatsız ediyor zihnimin kıvrımlarını. İstiyorum ki o işaret hiç konulmasın ve açıklayıcı bir şekilde devam etsin cümle. O işaretin yerini, aldandığım şeyler teker teker sıralansın. Ve bunu ben bulmayayım, birileri bulsun istiyorum benim yerime. Ama biliyorum, bu pek mümkün değil. Ve duvar örmek için cesaretim de yok.


İbrahim Orhun Kaplan

Tanıdık bir nakliyeci bulur, bütün soru işaretlerini toparlayıp memlekete dönerdim. Nazilli Ölçüsüz Arnavut Irkçılığı Literatürüyle Mücadele Derneği’nin neşriyatına destek amacıyla, onlardan tişört, küllük, el feneri, gaz lambası, telefon kılıfı, oyuncu koltuğu başlığı, kalem kutusu, hediyelik ıslak mendil, A3 boyama kağıdı, fare altlığı ve hatta güğüm kulpu gibi yaşamı kolaylaştıran equipmentlar üretirdim. Evet, güğüm kulpu… Herhalde birilerinin buna da ihtiyacı vardır. Hey gidi güğüm kulpu…

Cuma günü belediye meydanında, yarısı beton yarısı plastik mermerden yapılmış çin malı Osmanlı çeşmesinin hemen yanına tezgâhımı kurardım. Aslında tamamen mermer de olabilir ama neticede yapım yılı 2014 ya da 15… Tarihsel originalliği yok yani. Orası, zaten her şeyin inanılır göründüğü bir yer. Geçmişin büyüsüne sırtını dayayan her şey inandırıcı hissettiriyor insanlara. Oysa asıl inandırıcı olan gökdelenlerin uzun, sert ve heybetli duruşudur. Özellikle geceleri yanan ışıkları birçok insanın içini kımıl kımıl eder.

Fakat ben o çeşmenin inandırıcılığına sırtımı dayayarak dernek üyelerinden, az biraz itibarı olanları halkın arasına salıp, bu ürünlerin soru işaretlerinden yapıldığını ve her birinin çeşitli tılsımlar taşıdığını fısıldamalarını söylerdim. Kimse inanmasa bile “bir ihtimal ya doğruysa” hissiyatıyla gelenleri avlamak içün bu söylentileri asla hafife almamak lâzım. Böylece halkımıza her bir parçayı bin liradan itelerdim. Tabii, burada itelemek demeyelim, zira mesele biraz inanç meselesi. Biz, ne de olsa, bazen hem kendimizi hem de üç kuruşluk gelirimizi “bir ihtimal” karşısında feda etmekte benzersizizdir.

Sonuç? Arnavutlarla sevgili olanların başına gelecek on sekiz maddelik fecaat tablosunu bu gelirler ile broşür olarak bastırarak efkarı umumiyeye hizmet etmenin yollarını bir kez daha Sırp dünyasının gözüne sokmaktan başka bir şey değil. Bir oda dolusu soru işaretleri ile yapabileceğim en sistemli ve prensipli iş bundan daha iyisi olamaz.


Cüneyt Dal

Geçen annemle tartıştım. Mesele, bilindik, alışıldık bir konudan patlak verdi:

İşe gitmeden önce her sabah olduğu gibi uslu bir çocuğa yakışır şekilde çiçek moduna bürünmüşüm. Salonda, annemin Müge Anlı eşliğindeki kahvaltısında figüran rolündeyim. O an, odadaki herhangi bir eşyadan hiçbir farkım yok. Annemin ekrana doğru saydığı lafları halı itaatkârlığında dinliyor, koltuk metanetinde ona hak veriyor, saksıdaki bitkilerin yeşilliğinde susuyor, ailevî facialar karşısında darağacındaki idam mahkûmu perdeler gibi somurtuyor, kalorifer petekleri gibi için için yandıkça kızıyorum. Kapı çalıyor. Sûra ikinci kez üfürülmüş gibi doğruluyorum yerimden. Sonra içeri girip cansızlaşıyorum tekrar.

– Kimmiş, diye soruyor annem.

Cevap vermek istemiyorum. Komutları kafasına göre algılayan uzaktan kumanda gibi uzak bir ilişki yaşıyorum annemle.

– Böyle sustuğuna göre yine trafik cezası bildirgesi herhalde, diyor bu defa.

Düdüklü tencere gibi tıslayasım geliyor ama yaptığım, cılız bir buzdolabı homurtusu edasıyla cevap vermek oluyor:

– Kargo gelmiş.

Ve korktuğum başıma geliyor:

– Yine ne aldın?

Pes ediyorum, sonuçlarına katlanmayı göze alarak:

– Kitap, diyorum.

Ve başlıyor Müge Anlı, Avukat Rahmi Bey ve Adlî Tıpçı Şevki Bey’i de arasına alarak laf saymaya:

– Yakında odanda kitaplar oturacak, seni dışarı atacaklar, diyor.

Elimde olmadan horon tepen çamaşır makinelerine, taşan süte, kırılan borcama taş çıkarırcasına hadsizleşiyorum:

– İşte bunu yapma! Bu sözünü, şahsıma yapılmış bir hakaret sayıyorum. Bir marangoza, neden kereste sipariş ettin, diye sorulmaz. Bir ressama, ne bu böyle durmadan boya alıp duruyorsun, denilmez. Ben bir yazarım. Bana, neden kitap alıyorsun, diye bir soru soramazsın, anne!

Sözlerimin etkisini tartmak için duraklıyorum. Kameraman, Müge Anlı’yı büyük ekranda evin ortasına getiriyor. Anlı, kınayan gözlerle cık cık cık sesleri eşliğinde beni ayıplarken annem,

– Geri zekâlı, yazar dediğin kitap yazar, sense kitap alıyorsun, gibi efsanevî, düşündürücü bir tespitle beni başbaşa bırakıyor.

O an, çağımızın devrim yaratan kaçış yöntemi telefona sarılıyorum.

– Götür beni buradan, çek, al uzaklara, minik ekran, yalvarışıyla Ali Baba’nın “Açıl Susam açıl!” komutunu ufak bir parmak hareketiyle veriyorum.

Annemin, Kırk Haramiler’den de beter eleştirileri kovalayadursunlar telefon, uçan bir halı şekline bürünüp tepemdeki mavi cinlerle birlikte anlık bir seyahate çıkarıyor beni. Gözüme ilk çarpan, gelen kutuma ayağının tozuyla şeref vermiş mail oluyor:

“Sulhi Ceylan – Edebifikir Soruşturma Dosyası – Bir oda dolusu soru işaretiniz olsaydı ne yapardınız?” ile başlayan, üzerine tıkladığımdaysa, “NOT: Cevaplarınızı 20 Ocak Pazartesi günü saat 12:53’a kadar göndermenizi rica ediyorum. Cevaplar en az 111, en fazla 259 kelime olmalıdır.” şeklinde ebcet hesabıyla bir tür kara büyüyü andıran rakamlar, sayılar eşliğinde devam eden, “Not: Sorudan ne anlıyorsanız ona göre cevap veriniz.” ifadesiyle biten, “Teşekkür ediyorum” ve “Selamlar…”’ı da ihmal etmemiş maille karşılaşıyorum.

Düşünmeye başlıyorum: Ben ne yaparım? Muhtelif muhtemel cevaplar geliyor aklıma. Bir gün eve gelsem, odamın kapısını bir açsam ki kitaplarımın yerinde sürüsüne bereket soru işareti! Bir sürü. İğne atsam yere düşmez, göz gözü görmez, kesif, gürültülü, sırnaşık, her yere sıvanmış, vıcık vıcık, hiperaktif, obez, patolojik, mikrosefali, freak show gibi bir sürü soru işareti… Ne yaparım?

1. Tıpkı yazarak gerçekliği değiştirip ona yepyeni donlar biçer gibi onları değiştiririm. Dünyanın uydusu Ay misali duran noktalarını koparır, Güneş Sistemi’nde dört başı mamur bir gezegen yapar, çıkarım işin içinden. Küçük müçük, idare ederim. Hem iyi de olur hani, sırf dış görünüşünden dolayı yargılanıp da gezegenlikten çıkarılıp “cüce gezegen” statüsüne azledilen, binlerce yılın ardından ihbar tazminatı bile verilmeden işinden olan Plüton’un intikamını da almış olurum böylece. Daha da olmadı mı, noktaları birbirine eklemler, onlardan bir doğru yapar, insanlığın zihnini asırlardır meşgul eden şu meşhur “doğru” her ne ise ona yol bulur, çeker giderim buralardan. Ama bir dakika! Bir noktadan sonsuz doğru geçiyordu, değil mi? İki nokta arasında da tek bir doğru parçası vardı, herhalde. Neyse, matematiğim ne zaman iyi oldu ki! Peki ya arda kalan o yılansı, sinsi çizgiler? Çeker sündürürüm. I yaparım. Kimi bir, der; kimi ay; kimi ı harfi. Kafam atarsa yana yatırır tire yaparım, kesme işareti yaparım, diyalog çizgisi yaparım, yaparım işte bir şeyler. Peki bu neye yarar? Özünde soru işareti olan bir sürü ucube elde etmek bana ne kazandırır ki? Bak işte, yine sorular, yine sorular…

2. Cevap veririm. Yok öyle hazır hazır, rahat rahat soru sormak. Soru sormak kolay, zor olan cevap vermek. Her birine, teker teker, usanmadan cevap veririm. Doğru yanlış… Onları, soruların sahibi veya sahipleri düşünsün. Hatta her biri için Allah’tan bir ömür isterim. Her biri için bir kere doğar, bir kere ölürüm. Ama bu, yeni bir soru doğurmaktan başka nereye kapı aralar; doğum-ölüm arası sorulara cevap vermek tamam… Ya ölüm-doğum arasındakilere? Ah aptal kafam! Özne olmadan ne iş yapar nesne? Cevaplayacak olmadıktan sonra niye var olsun ki soru? Ölüm-doğum arasında varlık mı vardır ki soru olsun, cevap olsun? Ya varsa?

3. Hah, işte burada yeni bir fikir: Demek “Ya varsa?”, öyle mi! Tamam o zaman, üçüncü ihtimal, sorulara yepyeni, gıcır gıcır, dumanı üstünde, turfanda, son model sorular eklerim. Cevapları umurumda olmaz. Banane, cevap verecek olan düşünsün. Soruların alınlarında, “bu sorular sana,” diye mi yazıyor sanki? Üzerime alınmamada üstüme yoktur zaten. Üzerime, üstüme, üssüme… Soru demişken, ilginç, neden soru işareti var da cevap işareti yok? Yoksa insanlar cevaplardan çok sorularla ilgilendikleri için mi?

4. Odanın kapısını kapatır, gerisin geri çıkar, o odayı örümcek ağlarına, sessizliğe, bensizliğe gömerim. Caydırıcı vesveselerin üstesinden gelmenin en iyi yolu, onları yok saymaktır, diye duymuştum. Artık inananları kalmamış, dinler tarihinin çölüğünde unutulup gitmiş tanrılar gibi donuk bir sürü soru işareti…

– Kaç yaşına geldin, aklın hâlâ bir karış havada. Aklı başında biri olsan, paranı altına, dövize yatırır da yaşlılığına birikim yaparsın…

Uçan halı yere çakılıyor. Tepemdeki cinler süklüm püklüm Alaaddin’in kuşağındaki lambaya geri dönüyor, yolculuk bitiyor, “mesai” isimli kutsal çağrı, akrep ve yelkovanın çatallı dilinde dile gelip zehrini beynime tıslıyor enjekte ediyor. Ve ben, bunca düşüncenin, derdin, dağınıklığın bahanesine sığınarak, “Cevaplar en az 111, en fazla 259 kelime olmalıdır!” kuralına uyamıyor, bu yasayı ve aynı zamanda da yasağı 689 kere ihlâl ederek müebbetime dönüyorum.


Oğuzhan Yılmaz

Bir oda dolusu soru işaretim olmasın diye kendimi yıpratırdım. Nitekim öyle de yaptım. Ortaokul ve lise yıllarında onlarca soru bankası kitabım oldu. Soru bankası kitaplarının mantığı ise oldukça basitti: “Konuları bil! Soruları çöz!” Eğer kendimi soru bankalarının istilasından o yıllarda kurtarabilseydim bu zamana kadar bir oda dolusu soru işareti biriktirebilirdim belki. Ancak kurtaramadım… Başıma tebelleş olan sayısal, sözel derslerin zibilyon tane sorusunda malum işareti görmekten bir hayli sıkılmış, bir oda dolusu değil bir test yaprağı kadar dahi görmeye tahammülüm kalmamıştı. Artık ne bir soru ne de bir işaret görmek değil yalnızca cevap bulmak istiyordum. Zaman geçtikçe ve içinde bulunduğum ortamlar değiştikçe muhatabı olduğum, kendimi muhatap kıldığım sorularla birlikte soru işaretlerine bakışım da değişti. Artık bu işaret ortaokul ve lise eğitim müfredatına girecek seviyede sığ görünmedi gözüme. Bir tek soru dahi görmek istemezken cevap bulmak için doğru soruyu sormak ister hâle geldim. Bu durum ise kendimi her sorunun muhatabı kabul etmemeye sebep olduğu için tıpkı başta bahsettiğim isteksizlik hâli gibi bir oda dolusu soru işaretinin kalabalığından beni kurtardı.


Sulhi Ceylan

“Bir oda dolusu soru işaretiniz olsaydı ne yapardınız?” sorusunun bir metafor olduğu açık. Zihninizi kurcalayan ve bir türlü cevabını bulamadığınız sayısız soruyla nasıl yaşıyorsunuz, demek isteniyor sanırım. İnsanın acizliğine ve bir de meraklı oluşuna atıf yapılıyor olabilir. Ya da insanın bitmek bilmez bilme isteğine. Evet, bilme isteğimiz sonsuz ama aklımız sonlu. O halde cevapsız sorular kaçınılmaz. İnsan olmak, cevabını bir türlü bulamadığımız sorularla cebelleşmek biraz da. Her soru hem cevabına âşık, hem de yeni sorulara gebe. Yani bir sorunun cevabını bulsak bile hemen yeni soruların üzerindeki tül perde açılıveriyor ve koşturmaca devam ediyor. Burada bir bilge “Evladım, sorular cevaplardan daha önemlidir!” diyebilir. Hatta haklı da olabilir. Sonuçta her soru, sahibini inşâ eder. Ama cevap başka bir şey, diyesim geliyor. Sorunun insana katacağı bilgelikten başka bir şey sağlıyor cevap. Sorularda olmayan şeyler var cevaplarda. Bu yüzden değil mi cevaplar peşinde bir ömür tüketmemiz.

Kafka’nın Gregor Samsa’sının bir sabah uyandığında hamamböceğine değil de soru işaretine dönüştüğünü düşünelim. Odanın içerisinde kocaman bir soru işareti var ve konuşuyor. Ailesinin şaşkın gözlerle kendisine baktığı bir soru işareti. Tamam bu da bir benzetme. Samsa hiçbir zaman böcek olmadı ama böcekleşmeyi, sıkışmayı, silikleşmeyi en iyi böyle anlattı yazar. Buradan hareketle insan da bir soru işareti değil diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İnsan belki de bir soru işareti, ama sadece kendine.

 

Edebifikir

DİĞER YAZILAR

11 Yorum

  • Tuba , 04/03/2025

    Ellerim mi daha soğuktu yoksa kapının kulbu mu bilemedim.buz kesilmiş eller,donuk bir yüz ve ruhsuz bir beden ile girdim odadan içeri.Korkuyordum.
    Kapattığım kapıya yaslandım düşmemek için.
    O Oradaydı…
    Çok mu küçük doğmuştu?
    Peki elleri yumuk yumuk olmuş muydu onunda?
    Sakin bir bebek miydi ? Yoksa yaygaracı mı?
    Emeklemiş miydi erkenden ?
    Yürüyebilmiş miydi kolayca?
    Düştüğünde ağlamış mıydı o da?
    Okula gitseydi çabucak öğrenir miydi okumayı acaba?
    Tarlada yorulduğunda dinlenmek için kavak ağacının altında mı otururdu yoksa bir incir gölgeliğine mi çekilirdi?
    Sahi daha o küçücük yaşında kendi anneye muhtaçken 5 kardeşe analık etmek zorunda kaldığında öksüzlüğü nasıl kabullenmişti?
    Üvey annesini de arkada bıraktığı üç küçük bebeğinden sonra toprağa kendi elleriyle koyarken yine mi öksüz kalmıştı?
    Peki o giydiği beyaz elbisenin gelinlik olduğunu anlayabilmiş miydi acaba?
    İlk kez ayrıldığında evinden,kardeşlerinden dönüp bakabilmiş miydi arkaya?
    Daha 22 yaşında gencecikken ölen analığının 4 aylıkken ona emanet bıraktığı kardeşini özlediğinde geceleyin gizlice ağlamış mıydı?
    Daha tazecik gelinken kemerle yediği dayak en çok bedenini mi yoksa kalbimi mi acıtmıştı?
    O çimen yeşili gözleri sevgi mi aramıştı kocasının yüzünde merhamet mi?
    Zamanla alışabilmiş miydi hem bedeni hem kalbi o sebepsiz dayaklara?
    Sahi ne hissetmişti ?
    Zorlanmış mıydı hamileliğinde oda benim gibi?
    En çok tatlı mı çekmişti canı yoksa turşu mu?
    Analık yakışmıştı değil mi onada ?
    Nasıl sevmişti ki bebeğini kucağına bile vermezlerken?
    Türkü yerine ağıt mı yakmıştı bebeğini toprağa verdiği gün tarlada çalıştırılırken?
    Kimse kınamamıştı değil mi onu kocasının ölümüne evlatlarından gizli oh çekerken?Ne de olsa ağlamıştı evlatlarının babasızlığına oda.
    Öksüzlüğü bilirdi de,yetim büyütmeyi öğretmişler miydi ona?
    Kafamda ki tüm bu soru işaretleriyle dayandığım kapıdan zar zor doğrulabilmiş ona doğru yürüyordum nihayet.Bir kaç adım atabilmiştim. Hala korkuyordum.
    O işte burada tam karşımdaydı. Rengarenk menekşe bahçesini andıran mor çiçekli basma elbisesi içerisinde,sanki dünyanın renklerine boyanmak istercesine,mavi iğne oyalı yazma vardı başında,çimen yeşili gözleri hafif aralık,kırgın bir gülümseme dudağında.
    Yoksa ömür dediğin eski bir kanepede bitmiş miydi öylece?

  • Kamera Arkası , 01/03/2025

    Sorularımla Yüzleşiyorum

    Bir oda dolusu soru işaretiyle yaşıyorum ben bu hayatı.

    Öyle ki oda benim değil, misafirmişim gibi… Hayat da benim değil gibi…

    Bu sorular da bu hayatın imtihan olduğunu anımsatıyor bir kez daha bana.

    “İnsanoğlu bu, su misali kıvrım kıvrım akar ya” diyor Üstad Necip Fazıl Kısakürek. Hakikaten neden kıvrım kıvrım akarız?
    Neden dümdüz değil de bir o yana, bir bu yana savruluruz?

    Hayatımız boyunca karşılaştığımız engeller, zorluklar, çelişkiler, ikilemler, sorular… Savurur bizi sağa sola.

    Güçlü olsak Ferhat gibi dağları delebilsek ne olurdu sanki? Yanan yüreğimize su getirir miydik uzak diyarlardan?

    Soru işaretleriyle dolu odamda ayna yok mu hiç?

    Var işte orada.

    Gökyüzü mavisiyle boyanmış duvarımın parlayan güneşi gibi duruyor karşımda.

    Şimdi kendimle ve sorularımla yüzleşme vakti.

    Sağ üst köşeden sol alt köşeye, kıvrıla kıvrıla çatlamış olsa da yine doğruyu aksettiriyor bana.

    Önümde, arkamda, sağımda solumda, kafamın içinde bir sürü soru işaretiyle baktım aynama.

    Sonra aklıma Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuzbeş Yaş” şiirinden şu dörtlük geldi.

    “Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
    Su insani boğar, ateş yakarmış!
    Her doğan günün bir dert olduğunu,
    İnsan bu yaşa gelince anlarmış.”

  • Şeyda , 01/03/2025

    Önce hepsine uzaktan bir bakardım. Sonra da konularına göre ayırırdım. Dikkatimi çekenleri, daha doğrusu kendim için en doğru soru olduğunu düşündüğüm işareti cevaplamaya çalışırdım. Soru işaretleri benim için hep vardı, şimdi de var ve her zaman olacak galiba. Fakat çoğundan özür dileyerek hepsini görmemeyi tercih ettiğimi söylemem lazım.
    Aslında bu soruyu birçok kişiye sordum ve en mantıklı, net olanı ‘kapıyı çekip çıkardım’ oldu. Fakat benim bilinmeze olan merakım buna izin vermez. İllaki bu soru işaretlerinden birini yakalar ve peşine düşerim. Hatta belki birkaç tane de ben eklerim. Mesela şuan bir soru işareti daha ekliyorum odaya ‘bu soruya içimdekileri anlatacak şekilde en iyi nasıl cevap verebilirim?’
    Bence en büyük soru işareti insanın kendisidir. Yani her insan, içinde farklı boyutlarda soru işareti içeren koca bir soru kümesi. Aslında bazılarını günlük rutin içinde hiç fark etmeden cevaplıyoruz. Fakat zihnimizde ki soruların hepsini görmek, cevaplamaya çalışmak çok yorucu olmaz mı? Bazılarını görmezden gelmek, onları bir oda içerisine toplayıp kapıyı çekerek çıkmak en iyi çözüm gibi duruyor. Yine de herkesin hayat yolculuğunda onu motive edecek ve sonuca ulaşamasa bile kişiyi meşgul edecek, en azından bir soru işaretine sahip olması taraftarıyım. Bir şeyleri aramak, onunla ilgili ipuçlarını takip etmek bazen yeni sayfalar ve yollar açıyor insana. Yani bu sorulardan maksat sonuca ulaşmak değil de, yolda giderken bize kazandırdıkları olduktan sonra hiç de korkulacak bir şey değiller.
    Aslında noktalama işaretleri konusunda tarafsızımdır, soru işaretiyle bu kadar ilgileneceğimi ben de bilmiyordum. Sonuç olarak; o kapıyı çekip çıkamıyorum efendim, ben çıksam aklım orada kalıyor!

  • Gülce , 01/03/2025

    “Bir oda dolusu soru işareti” ifadesi önceden olsa beni korkuturdu. O odanın yakınından bile geçmeyi istemezdim. Odanın içerisindeki sıkış tepiş bir halde cevaplanmayı bekleyen bir yığınla karşı karşıya kalma cesaretinde bulunamazdım. Şuan ise o odanın kapısını açıp cevap arama cesaretini kendimde görebiliyorum. Bu cesareti gösterme cüretim soru işaretlerinin gizli gücünü keşfedip, sormanın tadına varmamdan geliyor. Kaçındıklarımızla yüzleştirici, cevaplarını duyduğumuzda memnun olmadığımız bir çok sorumuz bize sancı verebiliyor. Lakin soru sormak bize bir yol göstericidir de. Bizi yaşamla ilişkilendirir. Onunla hemhâl olmamızı sağlayan bir bağdır.
    Misal âleminde uyuyan binlerce ihtimal bizim soru işaretlerimiz ile uyanır. Neyi merak edip sormuşsak onun ile ilgili ihtimaller gelir bizim yolumuza çıkar. Kâinat merak edileni ortaya koymaya hazırdır. Bunu bazen alenen bazen gizliden yapar. Cevaplar kimi zaman bir insanın söylediği bir sözde, bir bakışta yer bulur. Kimi zaman okuduğumuz bir kitabın satır aralarında dolanır. Kimi zaman bir camii avlusunda denk geldiğimiz, hiç tanımadığımız bir dedenin bize ettiği duada vuku bulur. Kimi zaman bir insana duyduğumuz sevgide saklıdır. Kimi zaman ise önümüze çıkan fırsatlar bizi cevaba götürecektir. Bunlar gibi nice cevap zinciri halkaları sarar dört bir yanımızı. Önemli olan bizim soru işretlerimizin cevaplarını arama niyetinde olmamız ve etrafımızda görmüş olduklarımıza bakabilmeyi bilmemizdir. ‘Bu kadar soru işaretinin cevabı bulunur mu?’ derseniz, Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinin bir sözüyle cevap vermek isterim. “Aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.” Sorduklarımızın idrakinde olup arayanlardan olmamız niyeti ile.

  • rumeysa diye bir insan kişisi , 01/03/2025

    Ne mi yapardım? Bilmem. İlla bir şey mi yapmam lazım? Dursun orada durdukları gibi şimdilik canımı sıkmıyor. İlerleyen günlerde boş bir odaya ihtiyacım olursa, efendime söyleyeyim canım darlanırsa, bir kısmını gerekli gereksiz soru cümlelerinin sonlarına iliştirip azaltırım. Geri kalanları da güzel bir dolap yaptırıp içine yerleştiririm. Çok meraklı bir insan değilim de hani ilerde belki meraklı biri olmam icap ederse diye birazı kalabilir. Gerisini lazım olana dağıtırım. Anneminkiler çabuk biter belki benden isterse ona veririm. Zira kendisi dışarıya çıksam ne yediğimi sorar, dün eve geldiğim saati merak eder ne yapacaksa melahat? Geldim işte nihayetinde evdeyim, aç da kalmadım bir şeyler yedim. Simit yemiş olmamla poğaça yemiş olmam arasındaki fark nedir?
    Güya çok soru soran biri değilim diyorum. Şimdiden üç kez soru işareti kullanmışım. Dolap da boşalıyor gitgide. Anne olunca evladıma dışarıda ne yedin diye soracak soru işaretim kalmazsa ne yaparım? Tink! Bir tane daha azaldı. Neyse dolabı biraz büyütelim, anneme de daha az soru işareti verelim. Sorarsa da, bende de taze bitti, diyelim.
    Yahut en başa dönelim, korktum şimdi. Bir oda dolusu soru işaretim olduysa demek ki bu işaretler bana yarayacağı için var. Öyle olmasa ne diye benim olsunlar? Yine de ömrüm boyunca bu kadar soru sormuş olmak ister miyim, bilmiyorum? Her soru beraberinde bir şeyleri değiştiren, kaos yaratabilen hem de kaosu dindirebilen cevaplar getirir. Lakin nihayetinde hiçbir şey soru sorulmadan öncesiyle bir olmaz. Sanırım beni korkutan şey de bu değişim. Konfor alanım seri üzgün.

    • Tetikçi , 02/03/2025

      Yüzümde esen tatlı bir rüzgârla uyandım. Gözlerim, tavana asılı kocaman bir soru işaretiyle uyum içinde hareket ediyor. Sabah ezanıyla asılmış bir mahkûm gibi duruyor; mahzun… Başımı yana çeviriyorum. Bir diğeri ayaklarından asılmış, fena hırpalanmış. İniltiler içerisinde… Yataktan doğruluyorum. Ayaklarımın altında bir çıtırtı… Eğilip bakıyorum: Bir başkası ense kökünden vurulmuş, boylu boyunca yatıyor. Kendime geldiğimde fark ediyorum ki odanın her köşesi soru işaretleriyle dolu. Şah damarından kesilmiş, kafası kırılmış, ihtiyarlamış, hatta aralarında yeni doğmuş olanlar bile var.

      Eğilip bazılarını kontrol ediyorum. Eğilir eğilmez, ağzımdan bir avuç kan boşalıyor. Dilim ve dudaklarım paramparça! Gözüm, kınından çıkmış bir kaleme ilişiyor—bölünmüş, birkaç parçaya ayrılmış. Her yer kıpkırmızı mürekkep… Tam o esnada kulağıma frekansı bozulmuş bir uğultu çalınıyor. Kalkıp nereden geldiğine bakınıyorum. Sevgili okur, bu odada hareket etmek sandığın kadar kolay değil! Burası devasa bir karınca yuvası gibi. Ayağıma dolanan her soru işareti, en az bir karınca kadar can yakıyor.

      Ve işte uğultunun sebebi! Başı ezilmiş bir mikrofon, son nefesini veriyor. Hızla bir çıkış yolu arıyorum. Tam o anda, rahat bir koltuğa yayılmış, keyif sigarası içen bir soru işareti bana sesleniyor: “İnşa etmediğin bir yolu bulabilir misin?”

  • altair , 01/03/2025

    Anons 1:Kaptan Rotayı Ters Çevirdi
    Sayın yolcularımız kaptanınız konuşuyor.Zihinsel uçuşumuza hoşgeldiniz.Yolculuğumuz 706 feet yükseklikte sürecektir.Hava koşulları şu anda iyi gösterse de yolculuk süresince olası bir türbülans sırasında emniyet kemerinizi takmayı unutmayınız.
    Rib ado usulod uros ziniteraşi ıdyaslo en zınıdrapay?
    Yolunuzu mu şaşırdınız acaba?Bende sizden yeteri kadar vardı zaten bir siz eksiktiniz. Dağınıklığa tahammül edemiyorum. Hepinizi ortadan kaldırmanın bir yolunu bulmam gerekiyor.
    Soru işareti denildiği için olaya sadece sembolik fazlalıklar olarak baktım.Sonra odamdan ayrılıp salona gittim.Ev halkından soru işaretine benzeyen nesneler bulmalarını istedim.Annem eski kantarları ,kardeşim orağı hatırlattığını söyledi.Benimse aklıma Kaptan Kancanın eli geldi.Sonra nevi şahsına münhasır baba beye sordum.Tabii ki de en garip cevap ondan gelecekti.Bana ters çevir dedi.Çevirdim dedim.Tamam işte ters çevir dedi.Eee çevirdim ne oldu dedim.Sessizlik oluştu düşünmeye başladım. Baba asla sorduğum soruya cevap vermedin üstüne benim düşünmem için zamanımı çaldın.Soruyu ben sordum hangi ara olayı bana çevirdin anlamadım ,ne adamsın ya dedikten sonra baya güldük.Ama benimle dalga geçtiğini düşündüğüm için hafiften tadım kaçtı.
    Odama geri dönüp bu nesneleri düşünmeye başladım .Belki bunlarla bir yere varabilirdim. Neden bu nesneler ve soru işareti arasında benzerlik vardı.Soru işareti olarak neden bu sembol seçilmişti?
    Tarihsel kısmıyla asla ilgilenmeyerek kendi hayal dünyamda takıldım. Alacağımız sebzenin kaç kilo geldiğine cevap bulmamız için kantara, bitkilerin kenarındakı gereksiz otları biçmek için orağa ihtiyacımız vardı.Bu nesneler belirsizliklerden ya da fazlalıklardan kurtulmaya yarıyordu.Korsan beyin eli mesleğine yakışır şekilde ürkütücü gözükürken, aynı zamanda onun işini görüyordu.
    Sonra babamın cevabıyla ne yapacağım derken beynimde bir anda şimşek çaktı.Adam meğerse soru işaretleriyle olan tüm meseleyi zaten çözmüştü.Bana bu yaşına kadar ki tüm sorunlarıyla mücadelesinin özetini damıtarak sunmuş gerisini anlamamı beklemişti. Meğerse onun dilini anlayamayan bendim. Hep uzak kulağı tutmasına alışık olsam da kendisini hiç çözememiştim.Açıkçası çözme merakım da yoktu.Fazla normal düşünen beyinler bana zaten hep sıkıcı gelirdi.
    Peki babamın cevabı neydi ?Ters çevirdik işte.Artık bir oda dolusu soru işaretim yoktu.
    Soru işaretlerini ters çevirince senin için nasıl yok oldular ki der gibisiniz?
    Farkettiniz mi bilmiyorum ama metnin en başında ben de bize sorulan soruyu ters çevirdim.Soru saçma,komik bir hal aldı.Okuyacak kitle için ciddiyetini kaybetti.Hatta bazılarınız uçaklardaki İngilizce anonsa gönderme yapmış olabileceğimi düşündünüz.Oysa konudan haberiniz olsa başlığı havalı bile bulabilirdiniz.Ama benim sorum sizin için manasızdı.Yani soru işaretlerine manayı verende ,derdi yükleyende, odada dağınıklık olarak gören de bendim. Peki odamdaki soru işaretleri benim için manasız bir formda olsaydı amiyane tabirle ‘’bunlar ne be’’ diyerek güler geçerdim değil mi?
    Dünyada zaman başka türlü nasıl geçerdi ki?Zaten uğraş dur insanoğlu der gibi mutlaka tavanda asılı kalacak bir tanesi olacaktı,olmasa bile insanoğlu oldururdu.Siz de gerçekten yok ettiğimi mi sandınız.Ama her ne kadar odam soru işaretleriyle lanetlense de takla attırmayı öğrendiğim için benim için saçma ve komik bir hal aldılar. Artık sadece onlarla eğlenmem gerekiyordu.
    Bazı soru işaretleri ise Türk mitolojisindeki Ayna Hanın yer altına mahkum olan kötü ruhları gibiydi.Sadece ayna gününde benim dünyama girebilme izinleri vardı.Ama önünde sonunda yer altına inecektiler.Sözün özü kurtulamadığımız ama cevabını da bulamadıklarımızla başka bir formda yaşamayı öğrenmeliydik.
    Babamla tekrar konuştuğumda bu çıkarımı yapmayı bana bıraktığını,o da böyle düşündüğü için öyle bir cevap verdiğini iddia etti. Ama dediğim gibi bu bir iddiaydı.Beni başından savmak için mi bunu yaptı yoksa gerçekten öyle mi düşündü. İşte burasıda kocaman bir soru işaretiydi?
    Yolcunun yolu burada bitmedi. Ardından edebifikir sitesine girip yazarların bu konudaki yazılarını okudu. Hocasının da kurallara uymadığını görünce ben de uzatabilirim o zaman diyerek kendi uzatmasına kılıflar uyduradurdu .Zaten kanun koyucunun bile kurallara uymadığı bir dünyada insancıkların bu kurallara uyma konusunda zafiyet göstermesi çok normal değil miydi? Madem hocasının yolundan gitmişti ,eleştiri hakkını da kendisi verdiği için özellikle sonunu çok beğendiği metnine bu son paragrafta biraz atıf yapmak istedi. Bu sırada Plüton’un yol yemek dahil işe geri alındığı haberi geldi. Kendisi de soru işaretlerini ters çevirince artık bildiği soru işareti ortada kalmadı ve yolcu hedefine ulaştı.
    Kurallara uymayan öğrencilere ceza verilmeyeceğini duyunca ,izahı olmayan şeyin mizahı oldu.
    Saat gece 04.39 olduğunda gözlerin uykuya kapandığı sırada arkada Manga grubundan ‘’cevapsız sorular ‘’ çalarken henüz ters çeviremediği soru işaretlerine ise Şemsi Tebrizi ‘den şöyle bir selam gönderdi:
    “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme…
    Nereden bilebilirsin hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
    Sayın yolcularımız kaptanınız tekrar konuşuyor.Zihinsel uçuşumuzun sonuna geldik.
    Ters çevrilen soru işaretlerine bizi tercih ettiği için teşekkür eder,kötü ruhlu soru işaretlerine ise vicdanlarıyla yapacakları son bir aktarma uçuşu için iyi yolculuklar dileriz…
    Not:Her şey kurgudan ibarettir.

  • kuşkunun haymesinde , 31/01/2025

    Yazarların naif cevapları için teşekkürler.

    Bir odada dolusu soru işareti metaforlu bu dosyada şu bahsin yeralmasi iyi olur:

    Varlığa dair şüpheler, dini anlamda kuşkular, sui zanlar,  gizli ilimler adı altında itirazlar, başkaldırılar vs sorularla dolmaya doğru giden bir oda varsa karşınızda, o vakit cevap vermeyi, cevap aramayı derhal bırakıp, kitaplardan medet uymayı kesip “cevap olmaya” eyleme, ” hayat olmaya” boyun büküp, nefsin terbiyesine ehemmiyet vermek gerekiyor. İmam Gazali’yi burda hatırlamamız lazım.  Soru işaretleri o kadar büyümüş,  kendisini o kadar bunaltmış ki, her şeyden kuşku duyar hâle gelmiş. Öyleki konuşamıyormuş  ve pek zayıflayınca hekimler ona bulunduğu yerden uzaklaşması gerektiğini söylemiş.

    İmam Gazali (rah)  yaşadığı şehri, mevkisini hatta ailesini terkedip hayatın içinde nefsini terbiye ederek (alıştığı konfordan vazgeçip) varlığını istila eden sorulardan kurtulmuş. Yalnız o hayatını karartan ve bunaltan sorular ilahî mevhibe ve tecellilere vesile olmuş.

  • Cemil , 26/01/2025

    Şrödinger olurdum

  • ihsanbul , 22/01/2025

    Var zaten. Ne yaptığımı söyleyemem!
    Yatırım amaçlı bekletiyorum. Çünkü biliyorum ki aslında bugün değeri yok.

    Zamanında dağ başında çevrilmiş hazine arazileri gibi. Kuş uçmaz kervan geçmez yanlarından.

    Belki bir gün birisinin yanından bir fikir geçecek ve üstüne bir şeyler inşa edilecek. Birilerinin hoşuna gidecek, faydasına olacak.

    Belki bir gün meyve veren ağaçlar dikilecek, çoluk çocuk beslenecek, büyüklerin damağında farklı bir lezzet hissettirecek.

    Belki de hiç bir işe yaramayacak ama ben sabretmis olacağım beklemekle. Başkasından çok bana faydası olacak.

    Bekliyorlar, gelişi güzel bir şekilde. Benden bir haber bekliyorlar, benden bihaber bekliyorlar.

  • virginiayaselam , 21/01/2025

    ben herhalde soru işaretlerini kapı dışarı eder odayı boşaltırdım. odaya ihtiyacım var çünkü. yere bir halıfleks, yer yatağı, örtü, tespih. allah nasip etse keşke. o kadar özledim ki

Kamera Arkası için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir