Araf, sözlüklerde “âhirette günahla sevabı denk olanların kalacakları cennetle cehennem arasındaki yer,” mecazen “iki şey ortasında kalan yer veya hal, ne bir taraf ne öbür taraf, ara, geçit” olarak tanımlanıyor. Belki de bu tanımlar insanı anlatıyordur. Sürekli bir arafta kendini bulan, tercihlerinin ve tercih etmediklerinin gölgesinde yaşayan insanın araf insanı olmadığını kim söyleyebilir. Bu sebeple yazarlarımıza sorduk:
Sizce araf nedir? Kendinizi arafta hissettiğiniz anların resmini çizebilir misiniz?
***
mehmet raşit küçükkürtül
insan iradesini dışarıda bırakan bir araf durumu var. arada kalmışlığımız bizim irademizle, niyetimizle alâkalıdır. arada bırakılmışlığımız ise araftır. alaturka – alafranga, laik-muhafazakar, ilerici – gerici gibi tarihî kültürel yarılmalarımız “arada bırakılmışlığımız”ın sebebidir. hâlbuki “türk”ün kendisi çelişkileri ortadan kaldıran bir tarihî vakıa[idi]: grek – semitik diye coğrafî-kültürel ayrımı, türk’ün ve türkiye’nin akdeniz çevresinde doğuşu sebebiyle önemsizleşmiş bir konudur. şimdiyse, iki asırdan fazla bir zamandır, araf durumundayız. her yere, her şeye sinmiş bir durum gibi geliyor bana. aşk vahdeti getirir, tekleştirir, her şeyi siler. fakat o dahi bizde arafın bıçağı ile delik deşik. karşılaştırmak için bir saadet ikesus’un alman subayıyla aşkının akıbetine bakın, bir de andre gorz ile dorine’in hikâyesine… kendimde güç bulsam yazardım bu karşılaştırmayı, gerçi yazsam kim okuyacak?
Şadiye Sare Kaplan
Bence araf gaybı bilmemek ve hiç bilemeyecek olmaktan kaynaklanan bocalama hâli. Daha doğruyu bilmemenin ve eylemlerimiz nihayetinde olacakları kestirememenin sonucunda kıpırdayamamak, öngörebilemezliğimizin farkında olmak. Daima korkmak, içten içe hep umutlanmak ama kıpırdayamamak.
Kolay karar verebilen biri değilim gündelik yaşantıma bile pek çok araf dâhil. Karşıdan karşıya geçeceğimde doğru zamana karar veremiyorum, tam geçeceğim anda uzaktaki bir araç çok da uzak değilmiş gibi geliyor, beklemeye devam ediyorum. Bekledikçe trafik karmakarışık bir hâl alıyor. Korktuğum çarpılmaktan ziyade, korna sesleri, buna hiç gerek yok. Ben donmuşum gibi beklerken, başka insanların aynı yaya geçidini kullanarak geçmekte olduklarını fark ediyorum. Geçebilirdim düşüncesiyle yaklaşan araçlara bakıyorum. Zaten böyle şeyler oluvermeliymiş gibi geliyor, üzerine düşünülmeden, refleks gibi. Düşünmeye başlayınca ihtimaller çoğalıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Odamda kendi kendime düşünürken herhangi bir şey üzerinde sandığım kadar etkili olmadığımı biliyorum ama hayata karışıp bir kararın eşiğine geldiğimde kıpırdayamıyorum.
Galiba Oğuz Atay’ın meşhur alıntısı gibi; “Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.”
Ömer Can Coşkun
Araf bir kilitlenme anıdır. İki durum, iki olay arasında seçim yapmak gerektiğinde ne yapacağını şaşıran insanın fiziksel ve düşünsel kilitlenme hali. Sözlükteki ilk anlamına bakarsak cennetle cehennemi ayıran bölme. Tam bu yüzden ne tarafa gideceğini, hangi tarafı seçeceğini bilemeyen insanın kendine karşı verdiği savaş. Bir tarafı cennet bir tarafı cehennem olan bir seçimde tabii ki insan cennet olan tarafı seçecektir fakat araftan bakıldığında iki tarafın da sonucu belirsiz göründüğünden çift taraflı bir cehennem azabı insanı bunaltır. Asıl mesele de budur. Olayın ferahlatacak tarafını bulamamak. Nefs karşılaştığı her zorlukta kolayca sıyrılabileceği bir yolu arar. Yani kolaya kaçar. İki yoldan biri kolay olduğu müddetçe araf yoktur. İki yol da zor olduğunda nefs çıkmaza girer. Çıkmaza girdikçe derinleşen bir çukura dönüşür.
İnsan arafın ta kendisidir. Kirâmen Kâtibin arasında, aklı ile gönlü arasında, günah ile sevap arasında, cennet ve cehennem arasında, havf ve reca arasında… Bir o yana bir bu yana çarpa çarpa kırılır dökülür. Döktükleri kurtulması gerekenler, üzerinde kalanlar levâzımı olsun. Öyle kenara köşeye çarpmadan, kafa göz yarmadan yol almak pek mümkün görünmüyor.
Arafta kaldığımız anların resmini çizebilmek için o anın içinden çıkmak gerekir. Hakkıyla dışına çıkabildiğimiz anları idrak etmek mümkün, tamamlanmayanı tam anlamıyla anlamak mümkün değildir. Zaten arafta olmak yeterince bunaltıcı, bir de resmini yapmaya çalışırsak arafın içinde arafa düşeriz maazallah.
Bir de her şeyi ilk anlamıyla anladığımızdan böyleyiz bir yerde. Araf denince akla gelen “ikilik, çıkmaz, seçim yapmak” gibi beynimizi kemiren anlamları bir tarafa bırakırsak sözlükte arafın diğer anlamı “sırt, tepe”dir. Belki de seçim yapmak değil, seçim yapamayacak kadar aciz olduğumuzu görüp yükselmemiz gerekiyordur, biz seçim anlıyoruzdur.
İbrahim Orhun Kaplan
Her geçen gün farklı formlarda karşımıza çıkan modern teknolojik gelişmeler sayesinde ıvır zıvır her şeyi görür, duyar olduk. Sanal dünyalar, farklı yaşam biçimleri, teknik araç gereçler gündelik akışımızın davetsiz misafiri. Artık görünür olmayan, şeffaflaşmayan şeylere değer atfedilmiyor. Çünkü gösterge çağının geçer akçesi belirgin olmak, fark edilmek. Küresel markalaşmayla da paralellik gösteren bu durumun insanda tecessüm eden kaçınılmaz ruh hali ise araftır. Bir yanda görünür olma zaafı diğer yanda gizlenme ihtiyacı söz konusu. Bahadır Dadak ile defalarca yaşadığımız bir diyalog var ki, bu duruma uygun bir örnektir. Bahadır abi gizli gizli sosyal medya hesaplarımı stalklayarak kullandığım profil fotoğrafları üzerinden görünür olma ihtiyacımı eleştiriyor. Onun eleştirisine kulak verip tüm fotoğraflarımı kaldırsam da çok geçmeden tekrar kendimi bu ihtiyacın kucağında buluyorum. Günümüz insanı bu denli şeffaflık içindeyken muammaya maruz bırakılmamalı. Bu onları tedirgin ediyor ve gizliliği tehdit olarak algılamalarına neden oluyor. Bu da tecessüsü doğuruyor. Dolayısıyla casusların şerrinden kurtulmak için şeffaf muamma olma yolunu tutuyorum. Merak edilmemek, irdelenmemek için gizliliği ortadan kaldırmak gerekiyor. Evet, toplumsal etkiye bu kadar açık olmak da başka bir problem fakat tüm bu ikilemler arasında bir tercih yapmak zorundayız. Ben görünür olmak kadar gizliliğinde aynı kapıya vardığını düşünenlerdenim. Yani beni görmeliler bir zaaf ise beni görmemeliler demekte bir zaaf durumudur. Zaafların çokluğu ise araftır. Kısaca modern yaşamın getirdiği sınır tanımayan şeffaflıklar, insanları sürekli olarak alternatifler arasında debelenmeye itiyor, bu da arafta kalma durumunun çeşitlenmesine ve derinleşmesine neden oluyor.
Adem Suvağcı
İnsan, tamamlanmamış bir cümledir. Beklentileriyle, ertelediği aşklarıyla, kursağında kalmış kelimeleriyle, kaçırılmış bakışlarıyla, gizledikleriyle, söyleyemedikleriyle, sessiz kalışlarıyla, düşüncesiyle, hayalleriyle, rüyalarıyla, arzularıyla hep yarımdır. Bu yarım kalmışlıkların arkasında ise dilemmalar yatar; yani, araf. Yoksa neden son anda binmekten vazgeçtiği trenin arkasından sadece pişmanlık kalır? Fakat yine de hayat, tüm bu yarım kalmışlıklara rağmen anlamlı bir cümle kurabilme isteği verir insana.
Araf, insanın her anına sızabilecek aralığı bulabilir. Neo, “Hayat seçimdir” demişti Matrix’te. Seçim, yani birden fazla yol, seçenek, çıkış noktası, varış noktası… Ve bu seçimin doğurduğu sonuç… Birden fazla seçenek var ise mutlaka orada arafı hisseder insan. Bunun arkasında insanın aynı anda birden fazla yerde olma isteği ya da seçemediği durumun nasıllığının vermiş olduğu merak yatabilir. Fakat nihayetinde bir seçim yapmak zorundadır. Çünkü hayat arafta ilerlemez. Nitekim arafta kalmak bile bir yere yöneleceğinin belirtisidir. “Cennetle cehennem arasında bir perde vardır. A‘râf üzerinde de cennetlik ve cehennemlikleri simalarından tanıyan adamlar bulunur. Onlar cennet ehline: “Selâm size!” diye seslenirler. Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamaktadırlar.” (A‘râf 7/46) âyet-i kerimesinde geçen “Kendileri ise henüz cennete girmemiş, fakat oraya girmeyi şiddetle arzulamakta” olanlar, Araf’ta bulunan kişilerdir. Yani cennet ehli cennete girmiş, bunlar henüz girmemişler fakat girmeyi arzulayanlardır. Her ne kadar arafta olsalar da yönlerini cennete çevirerek ve cennetliklere özenerek “Selam size!” derler. Fakat konumuz bu değil. Bunu yazarken bile arafta kaldığımı ve bir anda kendimi yazmakla bulduğumu söylesem ne kaybedebilirim ki?
İnsan, her ne seçerse seçsin, tamamlanmamış bir cümle gibi kalmaya devam edecektir. Ağız dolusu kelimeleri yutkunup yapacak başka bir şeyi kalmadığında, bir camın arkasından boşluğa çaresizce bakarken sessizliğin koynuna uzanıp gürültülü kalabalıkların kendisine bir umut vermesini bekleyecektir. Arafta olmanın ne olduğu, nereden geldiği çok önemli değildir artık. Bir göz açıp kapatma süresi kadar bile olsa, seçimini yapmıştır fakat yarım kalmışlık sürekli artarak devam edecektir. Bu böyledir; insan, çokça araf ve bir anlık seçimdir. Ve biteviye tamamlanmamışlık…
Cüneyt Dal
Araf;
- Beşer olma durumudur; ne melek ne şeytan, ne sadece ruh, ne yalnızca beden.
- Şu fiillerin tamamen yabancısı bir diyârın adıdır: tatmin olmak, doymak, kanmak (su vb.)…
- Bir önceki maddeden de anlaşılabileceği gibi iki zıt kutbun tam ortasıdır. Her iki kutuptan da izler, esameler taşır; siyah ile beyaz arasındaki gri misali.
- Diken üstünde oturmak, iğreti durmak, ne seferî ne mukîm hissedebilmektir.
- Sınırsız arzu ile sınırlı imkânlar arasında kalma durumudur.
- Nâbî’nin, “Geçirdi çaşnigîr-i felek ol denlü vakti kim / Nevâl-i arzu meydâne geldi iştehâ gitti” şeklinde resmettiği tablodur.
- Yarım bir öykü, tamamlanmamış bir şiir, noktasız bir cümle, “mim”siz bir yazma eserdir.
Sinem Çağlancı
Araf, yurtsuzluktur. Öyle bir yurtsuzluk ki tüm ülkelerin kapılarını sonuna kadar hevesle açtığıdır. Tüm ülkelerin kapılarını taş gibi kapattığıdır. Arafta hangi maskelenmiş yüze baksa bir soru işareti gibi kalır insan. Cevabı olmayan sorulardır. Cevabı aramamaktır. Bir cevabın gelip kendisini bulmasını arzulamaktır.
Arafta, ağacın umut dolu dallarının elinde kalacağını bilir insan. Yine de dokunmanın ateşi yakar. Dokunmamanın ahengini umar. Nerede olsa aslında orada olmaması gerektiğine inanır. Kendinden başka gidecek yeri olmayanların ülkesidir. Nereye dayansa kumdan kalelerdir.
Araf, boşluğun çağrısıdır. Döndüğü yerlerden beyaz haber getirmenin umudunu taşıyıp siyah haberlerin varlığı ile hiç yola çıkmamaktır. Bazen yolda kalmaktır. Yolun cezbesine kapılıp menzili unutmaktır.
Araf, kimseye ait olamamaktır. Kendine ait olamamaktır. Araf, boşluğun, arada kalmanın davetine bir ömür kulak kesilip aldanışın günlüğüne kalem tutmaktır.
Muhammed Furkan Kâhya
Arafta kalmak insanın ne yaparsa yapsın yapmadıklarının esiri olacağını bilmesi olarak tasvir edilebilir, desem herhalde çok büyük bir kabahat işlemiş olmam. Ama hayatını tecelliye tâbi olmak yerine beklentilere sarılarak yaşamaya çalışan kişi arafın öznesi, hayatın nesnesi olmayı kabullenmiş demektir, cümlesini kurarsam, boyumu aşmış olacağım için kurmuyorum. Bu cümleyi buraya yazdım ama kurulmamış varsayarak. Duyduğu her seste gergin çağrışımlar arayan ve kendisini agâh olmanın serinkanlılığına teslim etmek yerine her an tetikte olmayı yeğleyenlerin en iyi bildiği histir arafta kalmak. Arafta kaldığım zamanlar genelde sonradan arafta kaldığımı fark ettiğim zamanlar oldu. O anlarda sığ bir suda elimle balık avlamaya ya da derin bir suda boy vermeye çalışıyorum. Üç tarafım denizlerle kaplanıyor ve kendilik bilincimi yitiriyorum. Vücudumun her zerresini hissetmeme rağmen vücudumu bir bütün olarak hissedemiyorum. Histerik acılar duyuyorum. Ne zaman kurduğum cümleleri öğelerine ayırsam cümle dışı unsur olduğumu fark ediyorum.
Oğuzhan Yılmaz
Araf mesuliyet hırkasını bir türlü giyememektir. Tam da bu sebeple başa gelebilecek tüm ihtimallere geç kalmanın zeminini oluşturur. İnsanın bütünle olan rabıtası araf ile birlikte kesilir ve yerini parça parça olmuş bir zihne bırakır. İnsan araftayken “bütün mümkünlerin kıyısında” tereddüt içerisindedir. Bir yandan korkuyla iç içe diğer yandan ümide teşnedir. Bu parçalanmışlık hissi onu “şimdi ve burada olmanın kederi”ne sürükler. Bu hale bürünen kimse için ise herhangi bir eylem imkânı kalmamıştır artık. Bir tercih yapmaya takat bulan insan ise tercihi nisbetince eyleme yaklaşırken, eylemi nisbetince araftan uzaklaşır. Araftan uzaklaşmak ise insanın cenneti veya cehennemidir.
Kendimi arafta hissettiğim anların resmini çizemem ama Empresyonizm’den Sürrealizm’e, Claude Monet’ten Vincent Van Gogh’a varıncaya kadar benzer tarzlarda resimler çizdirebilirim. Yapay zekâ ne güne duruyor? Zaten Nazım Hikmet, Abidin Dino’ya “Sen, mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye sorduğunda yapay zekâ olsaydı bu soru Abidin diye değil, Chatgpt diye biterdi.
Feyyaz Kandemir
İki taraf arasındaki yere araf deniliyor. Neyi seçeceğine karar verememe hâli, arada kalmışlık. İki menfi şeyin arasında kalmak dilemma, iki müspet şeyin arasında kalmaksa kararsızlıktır. Kendim hakkında arafta kaldığım oluyor bazen. İfşaata gerek yok.
Sosyolojik bir yorum yapabilirim ama: Bizdeki kararsızlıkların çoğu maddiyata dayalı. Yapma, üretme, sosyalleşme ve hatta yaşama enerjimizi paradan devşiriyoruz. Para = enerji. Paranın kısıtlı olması tercihlerimizi etkiliyor. Bizim gibi kıt kanaat geçinen insanların fazla olduğu toplumlarda kararsız kalmak veya kötü kararlar vermek adeta kaçınılmaz. Çünkü doğru tercihlerde bulunabilmek için kafanın rahat olması gerekir. Maddesiz mana bir yere kadar… Kolay yoldan para kazanmak adına her türlü fırsatı değerlendirme isteği bu yüzden çok fazla bizde. Ve yine bu yüzden Türkiye dolandırıcılar ve bankalar için bir cennet. İhtiyaç kavramını nasıl tanımlıyoruz? Düğüm burada çözülüyor. Bizi bu sığlıktan kurtaracak olan ihtiyaç kavramına bakışımızdır. İhtiyaç olduğunu sandığımız çoğu şey bize ihtiyaç olarak yutturuluyor aslında. Bu bilince erişebilsek maddiyata dayalı dilemmalardan kurtulabilir, daha manevi ve mutmain yaşayabiliriz sanırım. Zor ama işte, öyle…
Sulhi Ceylan
Küçüklüğümden beri resim çizemem. İlkokulda zar zor geçerdim resim derslerini. El yazım da gayet kötüdür. Allah’tan artık bilgisayarda yazıyoruz da bu sorunu örtmüş oldum. Kısacası bir ağacın resmini bile doğru düzgün çizemeyen biri olarak “kendimi arafta hissettiğim anların resmini” de haliyle çizemem. Tamam burada bir metafor sözkonusu. Ama arafın kelimelerle resmini çizmek neden kolay olsun ki! Arafta olmak, arafta kalmak, arafta esir düşmek insanın kaderi desem mi demesem mi diye düşündüğümde, bu cümleyi kurmam gerekip gerekmediğinin cevabını vermek zorunda kalacağımı bildiğim için vazgeçiyor ve kendimi bir arafta buluyorum. Madem araf bir kader, o halde arafı tanımak, arafın erdirici yönlerini fark etmek ve “çocuklar kocamış ihtiyarlara dönüşmeden” önce bir cevapla arafın içinden çıkış yolu bulmalıyız. Zaman her an aleyhimize işliyor gibi gözükebilir ama niyet ve irade ile lehimize işler hale getirebiliriz. Ayrıca arafta kalanlara (bizlere) zaman akmıyor gibi gelebilir ama her hâlükârda zaman akar, sadece bazen kendini belli etmez. Yaşadığımız duygu yoğunlukları ile kendini saklar. Arafta olup da arafta olduğunu bilmeyenler ne yapsın, diye bir soru duyar gibiyim. Öncelikle –miş gibi yapmaktan kurtulmakla yola revan olabiliriz. Belki de bu cümle, o mevkiden kurulmuş bir çıkış işaretidir. Yahut yine araftayız. Beraber ağlayalım, hiçbir şeye yaramayacağını bile bile.
“Çün denize gark oldun, boğazına geldi su
Deli gibi talpınma, ey biçare battın bil”
Edebifikir
5 Yorum