Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (3)

Sin-Şın-Mim

Henüz Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin değil fakat Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Osmanlıların gündemine siyasî boyutlarıyla da sağlam bir şekilde yerleşmeye başlaması Yavuz Sultan Selim döneminde gerçekleşir; ilmî ve dinî/tasavvufî etkisi ise devletin kuruluş yıllarına kadar rahatlıkla götürülebilir. Mısır Seferi sırasında bir müddet de Şam’da konaklayan Sultan Selim’in, buradaki ikameti sırasında gündemindeki olaylardan biri de Muhyiddin İbnü’l-Arabî türbesinin keşif ve ihyasıdır.

Hayatı boyunca insanlar nezdinde “Şeyhü’l-Ekber” ve “Şeyhü’l-Ekfer” sıfatları arasında salınan İbnü’l-Arabî vefatından sonra da bitmeyen tartışmaların odağında kalmıştır. Türbesinin hâlinden anlaşılıyor ki, mezarının bulunduğu Şam şehrinde artık hatırlanması istenmeyen bir zattır. Nitekim Mağrib’in meşhur sûfîlerinden Ali bin Meymûn (ö. 1511), Şam’ın kuzeyindeki Sâlihiyye mahallesinde bulunan İbnü’l-Arabî’nin mezarını ziyaret etmek istediğinde, kendisini Şeyh’in kabrine götürecek gönüllü birini zar zor bulmuştu. Bu zat, ismini zikretmediği bir âlimden hareketle İbnü’l-Arabî’yi sevenlere uygulanan baskıyı şöyle örneklendirir: “Kalbinde İbnü’l-Arabî’ye karşı sevgi besleyen bu âlim, zikrettiğimiz kişilerden dolayı -ki Allah onları helak etsin- korktuğu için muhabbetini izhar etmeye güç yetiremiyordu.[1]

Devrine yakın Osmanlı kroniklerden takip ettiğimize Sultan Selim, Mısır dönüşünde birkaç ay ikamet ettiği Şam’da, İbnü’l-Arabî’nin harap vaziyetteki türbesini tamir ettirip yanına bir câmi ve imaret/zâviye inşâ ettirmiştir. Tabiidir ki, bu yapıların masraflarını karşılamak için icap eden vakıflar da tesis edilmiştir. Başta Selimnâmeler, dönem kaynaklarının verdiği malumat bunlardan ibarettir. Biraz zaman geçtikten sonra ise kaynaklar Sultan Selim’e verilen manevî destek ve müjdeleri zikretmeye başlar. Hatta Hoca Sâdeddin Efendi’nin (v. 1599); Sultan Selim’in nedimi olan babası Hasan Can Çelebi’den nakli; Mısır seferinin emrinin bir rüyada, Hazret-i Peygamber tarafından ve Dört Halife vasıtasıyla Sultan Selim’e tevdî edildiğidir. Fakat Hoca Sâdeddin Efendi eseri Tâcü’t-Tevârîh’te İbnü’l-Arabî türbesinin ihyasından bahsederken herhangi bir olağanüstü/olağan dışı durumdan bahsetmez, çağdaşı kaynaklar gibi durumu kısaca aktarıp geçer.[2]

Her ne kadar bu manevî listede İbnü’l-Arabî’nin ismine rastlamasak da Sultan Selim’in Şam’da karşılaştığı manzaradan rahatsız olduğu açıktır. Bu sebeple Şeyh Mekkî Efendi’den (v. 1519), İbnü’l-Arabî’ye getirilen eleştirilere cevap niteliğinde bir eser yazmasını istemiş ve bu sayede, Farsça olarak yazılan el-Cânibü’l-garbî fî hall-i müşkilât-ı Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî isimli eser ortaya çıkmıştır. Bu gayrette Anadolu kazaskeri olarak Mısır seferine katılan büyük âlim Kemalpaşazâde’nin (v. 1534) İbnü’l-Arabî hakkındaki fetvası da etkilidir. Kemalpaşazâde’nin kaleme aldığı (veya bir görüşe göre Mısır’da bir müftü tarafından yazılıp kendisinin sonradan “imzaladığı”) ve Şam’daki türbeye asılan fetvaya göre “büyük şeyh, değerli önder, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imamı Endülüslü Hâtem Tayy kabilesinden Muhammed bin Arabî, kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşiddir.  Şaşılacak menkıbeleri, olağanüstü hâlleri/kerametleri ve âlimler nezdinde makbul pek çok talebesi bulunmaktadır. Onu inkâr eden hata etmiştir; inkârında ısrar ederse, dalâlete düşmüş olur. Bu durumda sultana gereken onu terbiye etmesi ve inancından çevirmesidir. Çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötüden menetmekle memurdur.

Kemalpaşazâde’nin bu fetvası gayet önemlidir; zira fetva, sonuçları itibariyle ilginç bir denklem kurmuştur. Daha sonra İbnü’l-Arabî’yi müdafaa eden fetvalardan ikisi bu bağlamda denklemi daha da kuvvetlendirir. Şâfiî fakihi Hüseyin bin en-Natîbî “İçinde yaşadığımız asırda da şeyhin velâyetine inanmayanı görmedik. Hatta Sultan Süleyman Han ve babası Sultan Selim Han dahi onun velâyetini kabul etmiş, fikirlerini beğenmiş ve değerini takdir etmişlerdir. Sultan Selim şeyhin türbesini inşâ ettirmiş, gelip gidenlerin konaklayıp dinlendiği bir imaret ve tekke yaptırmıştır. Dolayısıyla şeyh ve söyledikleri hakkında sû‐i zanda bulunmaya cesaret eden aynı zamanda Sultan Selim hakkında da sû‐i zanda bulunmuş demektir.” diye yazarken; Hanefî fakihlerinden Muhammed bin Bilâl (v. 1550) kurulan savunma seddini daha da yukarı taşır: “İbnü’l‐Arabî’yi küfürle itham eden kişinin kendisi bu sözüyle küfre düşmüştür. İslâm dairesinden çıktığı gibi bütün amelleri de boşa gitmiş ve bu sebeple eşinden de boş olmuştur. Hatta bu kimse İbnü’l‐Arabî’yi tekfir etmekle aynı zamanda Sultan Selim’i de tekfir etmiş olmaktadır. Çünkü Sultan Selim Han İbnü’l‐Arabî’ye inanmış, onun görüşlerini benimsemiş ve Şam’da kabrinin bulunduğu yere büyük bir külliye inşâ etmiştir.[3] Aynı dönemde Çivizâde Mehmed Muhyiddin Efendi’nin şeyhülislâmlık makamından azledilmesinin sebeplerinden biri de; Çivizâde’nin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ gibi tasavvuf büyüklerine yönelik aşırıya kaçan tenkitleri olmuştur.

Fakat şu hususu da belirtmek gerekir ki; ne Şeyh Mekkî Efendi ne de Kemalpaşazâde, İbnü’l-Arabî’den bahsederken Şeceretü’n-Nu’mâniyye veya içeriğine atıfta bulunmaz. Hatta Kemalpaşazâde, yazdığı cifre dayalı bir risâle[4] ile Mısır’ın fethini müjdelerken yalnızca Enbiyâ sûresinin 105. âyetini (“Andolsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebûr’da da, ‘Yere muhakkak benim sâlih kullarım varis olacaktır’ diye yazmıştık.[5]) değerlendirir. Yalnız Seyyid Mehmed Sâlih Efendi, -dört asırdan fazla bir zaman sonra- 1886 tarihli Fezâ’il-i Âl-i Osmân Muhtasarı’nda Kemalpaşazâde’nin bu risalesindeki kaynağı olarak İbnü’l-Arabî’yi işaret eder: “Asıl istihrâc Şeyh-i Ekber hazretlerinündür.[6]

Sultan Selim ile İbnü’l-Arabî arasında geçtiği varsayılan ve halk itikadında dolaşan menkıbevî hikâyeleri daha sonra Gelibolulu Mustafa Âli ve nihayet Evliyâ Çelebi bir araya getirecektir. Halk itikadı ise daha çok Evliyâ Çelebi’nin anlattıklarını kabul etmiştir. Bunun bir nişanesi olarak Seyyid Derviş Hasan tarafından Yavuz Sultan Selim türbesine konulan “Sin-şın taşı” hâlen yerinde, ziyaretçilerine bu hikâyenin hatırasını anımsatmaktadır.

              Bu Sefer; Sin-Ayn-Kaf

Kanuni Sultan Süleyman dönemi, kehanet-siyaset ilişkisi bağlamında Osmanlı tarihçilerinin en fazla odaklandığı zaman dilimidir. Bu konuda özellikle Cornell Fleischer’in makaleleri tarihçilerin yolunu genişletmiştir. Üç semâvî dinin mensuplarının da Kıyamet’in yaklaştığını hissettiği 16. yüzyılda, Sultan Süleyman da kendisini bu ilâhî senaryonun içinde konumlandırmış ve Fleischer’e göre bu senaryoda kendisine biçilen role uzunca bir zaman samimi olarak inanmıştır.

Bu dönemde İbnü’l-Arabî’ye atfedilen kehanet metinlerinin doğrudan ve -daha çok- dolaylı etkisi belirgindir. Öncelikle dönemin en popüler kehanet metni Miftâhü’l-Cifrü’l-Câmi’; doğrudan İbnü’l-Arabî’nin gölgesindedir, zira ona atfedilen kehanetlerin işlenip genişletildiği bir metindir.

İkinci olarak, Osmanlı sarayında ve padişah üzerinde -en azından bir dönem- ciddi etkisi bulunduğunu anladığımız Remmâl Haydar’ın çalışmaları üzerinde İbnü’l-Arabî etkisi belirgindir. Farsça kaleme aldığı Mir’atü’l-kevneyn ve mübeyyin-i esrârü’l-hâfikeyn isimli risalesinin kaynakları arasında Bistâmi, Konevî ve Süyûtî’nin (v. 1505) yanı sıra Ankâu Muğrib, Fütûhât-ı Mekkiyye ve Kitâbü’l-Kıranât gibi eserleri ile İbnü’l-Arabî de vardır. Yalnız Remmâl Haydar, İbnü’l-Arabî’yi keşif sahibi ve âhir zamandaki Osmanlı zaferini müjdeleyen velî olarak diğer isimlerden farklı ve üstün bir yere konumlandırır, kehanet metinlerinde -bir teyit kaynağı olarak gördüğü- Şeyh’e atıfları sıkça yer alır.[7]

Son olarak Şeceretü’n-Nu’mâniyye’den parçalara; bu çağda bu isimle isnat edildiğini düşündüğümüz Ankâu Muğrib’de, ilginç bir karşılaşma vesilesi ile rastlarız. Gelibolulu Mustafa Âli’nin Künhü’l-Ahbâr’da naklettiğine göre Kanuni, Bağdat seferi menzilinde iken Bayramî Melâmîliğinin önemli isimlerinden bir zat olan, İsmâil Ma’şûkî’nin de babası bulunan Pîr Ali Aksarâyî (v. 1539) ile görüşmüştür. Farklı kaynakları da göz önünde bulundurursak, Sultanın bu ziyareti Aksarâyî’nin Mehdîlik davası güttüğü yönündeki şikayetleri bizzat netleştirmek için planladığı sonucuna da varılabilir. Fakat görüşme neticesinde -Osmanlı tarihinde çokça örneğinin görüldüğü üzere- Sultan Süleyman, muhatabının kıymetli bir âlim ve sûfî olduğunu anlamış, kendisini İstanbul’a davet etmiştir. Sohbet sırasında Aksarâyî padişaha bir Ankâu Muğrib nüshası hediye etmiştir. Bunun sebeb-i hikmetine gelince; eserde hicrî 940’ta ismi “’ayn” harfiyle başlayan erdemli zat ile ismi “sin” ile başlayan hükümdarın, ismi “kâf” ile başlayıp “hâ” ile biten şehirde buluşacağının haberi verilmektedir.[8] Âli, şehri -herhalde bir zühûl eseri olarak- Ankara olarak nakletse de; Peçevî kendi tarihinde bu bilgiyi tashih ederek Konya diye düzeltmiştir.[9] Bu kehanetin benzeri Şeceretü’n-Nu’mâniyye nüshalarında da yer alır. Nitekim Aksarâyî’ye atfedilen bir Şeceretü’n-Nu’mâniyye şerhi de bulunmaktadır.

Diyebiliriz ki 16. yüzyıl; İbnü’l-Arabî’nin, sûfî kimliğinin üstüne çıkarılarak hanedanın koruyucu azizlerinden biri hâline getirildiği zaman dilimi olmuştur. Her ne kadar Şeceretü’n-Nu’mâniyye ismen ortada yok ise de, dolaşımda olan kehanetler -Hazret-i Ali’den sonra- artık yeni sahibini bulmuştur. Yalnız bu dönemde kehanetler daha çok Arap coğrafyasında ve Ankâu Muğrib’e atfedilerek yayılmıştır. Ankâu Muğrib de incelendiğinde “sırlı” bir metin olduğu anlaşılır. Nitekim Pîr Ali Aksarâyî, Karabaş Velî (v. 1686) ve Niyâzî-i Mısrî (v. 1694) gibi zatların mertebelerine dair işaretler bu eserden istihrac edilmiştir.[10]

Bu zatlardan Niyâzî-i Mısrî’nin devlet erkânı nezdinde tehlikeli kabul edilip devamlı gözetim altında tutulmasında, cifr hesaplarından elde ettiği neticeleri açıktan ilan etmesinin de payı vardır. Mısrî’nin kendi tuttuğu defterlerden anladığımıza göre bu hesaplarını daha da ileriye taşımış, ancak cezbe hâlinde bulunmasıyla izah edilebilecek Mehdîlik ve İsâlık iddialarında bulunmuştur. İşte bu dönemde elinin altındaki kitaplardan birinin/başlıcasının Ankâu Muğrib olduğunu da kendisi zikreder.[11] Mısrî’den önce Halvetiyye şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî (v. 1639) de, Miskâlu’l-Kulûb adlı eserinde, diğer bütün tarikatlar şeriat dışına çıksa da en sona Halvetiyye’nin kalacağını, İbnü’l-Arabî’nin cifr hesabıyla bildirdiğini yazmaktadır.[12] Yine de içerik olarak mukayese edildiğinde Şeceretü’n-Nu’mâniyye ile Ankâu Muğrib’in farklı mahiyette oldukları anlaşılacaktır.

16. yüzyıl metinlerinden yakalayabildiğimiz kadarıyla Memlûk coğrafyası Osmanlıları da kapsayan bir kehanet literatürünün merkezidir. Şemseddin ibn Tolun (v. 1546), İbnü’l-Arabî’ye olan mesafeli duruşuna rağmen Mut‘atü’l-Ezhân’ında Şeyh’in talebelerinden de bahsetmiştir ki; bunlardan biri de Şeyh Ahmed bin ‘Irâkiyye el-Dımaşkî es-Suhreverdî es-Sûfî eş-Şâfi‘î’dir. Onun, hocasının kitaplarından okuduklarından naklen Osmanoğlunun gelişinden kaçış olmadığını, Çerkesleri [Memlûkleri] öldüreceğini ve İbnü’l-Arabî’nin mezarı üzerine bir türbe inşa edeceğini haber verdiğini bildirir.[13] Ki Şeyh Ahmed’in yaşadığı dönem için de bunlar bir öngörü değil kehanet hükmündedir.

Yine Mısırlı tarihçi ve müneccim İbn Zünbül (v. 1553’ten sonra), Vâkıatu Sultan Selim ve’s-Sultan Kansu el-Gavri’de son Memlûk sultanı Tomanbay’ın Kahire’ye girmesine rağmen Sultan Selim’in bundan endişe duymamasını üç sebeple izah eder: Savaş konusundaki tecrübeleri, Çerkeslerin birlikten uzak olmaları nedeniyle zayıf halde bulunmaları ve bir de “Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin ‘Ankâu Muğrib’ adlı kitabındaki bir bilgiye dayanarak Mısır’ı ele geçireceğine” dair inancı. Zira “Zira İbn Arabî, bir kitabında Sultan Selim’in Arap yarımadasına sahip olacağına işaret etmişti. O zamanki sûfîler, kitaptaki bu işaretten hareketle, Sultan Selim’e bu durumu arz etmişlerdi. Bunun üzerine Sultan Selim, ‘Eğer Arabistan’ı alırsam, İbnü’l-Arabî adına bir cami ve bir tekke yaptıracağım.’ diye kendi kendine söz vermişti. Mısır ordusuyla savaşıp beklediği zaferi kazanınca vaadini yerine getirdi.[14]

İbn Zünbül’ün çağdaşı İbnü’l-Hanbelî (v. 1563) de Halep ulemâsını konu edinen Dürrü’l-habeb fî târîhi a’yâni Haleb’inde Rûhullah el-Kazvinî (v. 1541) isimli İranlı bir âlimden bahseder. El-Kazvînî de Sultan Selim ve oğluna dair verdiği haberleri yine Ankâu Muğrib’e dayandırmaktaydı.[15]

Çağının büyük sûfî ve âlimlerinden Mısırlı Şa’rânî (v. 1565) de, et-Tabakâtü’l-kübrâ’sında üstadı kabul ettiği İbnü’l-Arabî’nin bazı eserlerinde Fatih Sultan Mehmed’in vasıflarını anlattığını, aralarında iki asırlık bir zaman olmasına rağmen onun İstanbul’u fethedeceğini yazdığını bildirmektedir.[16] Şa’rânî’nin bir eserinde Kanuni’yi “kutb-ı zâhir” olarak tavsif etmesinde ve Osmanlılara duyduğu bağlılıkta bu durumun da bir payı olduğu kabul edilebilir.[17]

Bu bahiste son olarak bölge halkının bu tip kehanetlere uzun zamandır aşina olduğunu belirtmek gerekir.[18] Öyle ki İbnü’l-İmâd (v. 1679) ve Necmeddin el-Gazzî (v. 1651), Mısır’da yaşayan Faslı âlim Ömer el-Becâî’nin (v. 1513) “Devlet, Sultan Selim’indir.” kehanetini naklederken Becâî için -biraz da durumu normalleştirir gibi- “Çerkes devletinin düşüşünü ve Osmanoğlu ile mücadelelerini haber verenlerden biriydi.” ifadelerini kullanması bu aşinalığı teyit eder.[19] Bundan başka, Mısır’ın Osmanlı hakimiyetine girişini görmeden 1514’te vefat eden tarihçi ve din âlimi Abdülbâsıt el-Malatî’nin Neylü’l-Emel isimli eserinde naklettiğine göre; müneccimleri Memlûk sultanı Zâhir Berkuk’a (v. 1399) Osmanlılardan Yıldırım Bayezid adında birinin geleceği ve onun Mısır topraklarını ele geçireceği kehanetinde bulunmuşlar; bu durum da sultanı endişeye sevk etmiştir. Zâhir Berkuk’a “Ben Timurlenk’ten korkmuyorum çünkü biliyorum ki; herkes ona karşı bana yardım edecek. Aksine ben Osmanlılardan korkuyorum.” cümlesini kurdurtan açık sebeplerin yanına, sıkça işittiği kehanetlerin psikolojik etkisini de herhalde ekleyebiliriz.[20] Kaderin garip bir cilvesi, 17. yüzyıl tarihçilerinden Rıdvanpaşazâde Abdullah Çelebi’nin Tarih-i Mısır’ında Kansu Gavrî’nin bu konudaki gafleti anlatılır. Gavrî, remmâli Sünbül’e Mısır saltanatının kendisinden sonra kime intikal edeceğini sorar ve “nâm-ı nâmîsinin evveli sin ola” cevabını alır. “Sin-i Selim’den gâfil” kalan Gavrî, kendi beylerinden Sina Bey’i hedefine koyar. Abdullah Çelebi, Gavrî için “hükm-i kazâya câhil idi” der.[21]

              Şeceretü’n-Nu’mâniyye, Osmanlı Başkentinde

Şeceretü’n-Nu’mâniyye ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı başkentinde hem ismen hem de evvelce olduğu gibi muhteviyatı ile meydandadır. Zira 1657’de vefat etmiş olan Kâtib Çelebi büyük bibliyografik eseri Keşfü’z-zunûn’da, Şeceretü’n-Nu’mâniyye’yi anmaz. Göründüğü kadarıyla eserin ismini -biraz farklı da olsa- ilk zikreden Müneccimbaşı Ahmed Dede’dir (v. 1702). Bunda herhalde Ahmed Dede’nin mesleği/vazifesi de etkili olmuştur. Müneccimbaşı’nın Câmiʿü’d-düvel adlı eseri 1670 yılına kadar getirilen bir dünya tarihidir, daha sonra Nedim başkanlığında bir heyet tarafından Sahâifü’l-ahbâr ismiyle Türkçeye çevrilmiştir. Eserinde Osmanlı Devleti’nin faziletleri ve üstünlüğü ile zuhurunu haber veren sadık rüya ve haberleri öncelikle aktaran Müneccimbaşı, bu hususta bir azizler kadrosuna yaslanmıştır: Şeyh Edebali, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Kumral Abdal, Margirit keşişleri, Korkud Ata ve nihayet İbnü’l-Arabî:

Beşâret-âmîz olan ahbâr-ı sâdıkadan birisi budur ki Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî Cifr-i Câmi’’den ve esrâr-ı âyât-ı kerîmeden Devlet-i ‘Osmâniyye’nin ulu şânını ve ilâ yevmi’l-kıyâm dâim olacağını istihrâc ve Dâire-i Nu’mâniyye fî Devleti’l-‘Osmâniyye’de derc eylemişdir. Bu ma’nâ fenn-i merkûm ashâbı beyninde zâhir ve hüveydâ olub Şeyhü’l-Ekber ânı Devlet-i ‘Aliyye zuhûrundan yetmiş sene evvel istihrâc etmişdir.[22]

Evliyâ Çelebi’nin (v. 1684 [?]) de Seyahatnâme’sinde Hazret-i Ali’nin Cifr’i ile birlikte İbnü’l-Arabî’yi sıkça zikrettiğini; “Kelâm-ı Muhyiddîn”den Melek Ahmed Paşa ve İpşir Mustafa Paşa’ları, Kandiye’nin fethini çıkardığını görürüz. Geleceğe dair olarak da; İbnü’l-Arabî’nin isimlerini sıraladığı Avrupa şehirlerinin Osmanlılar tarafından fethedileceğini, buralardaki Hıristiyanların bulunacak bir Yeni Dünya’ya (Amerika’ya) sığınacaklarını ve burasının da onların sonu olacağını haber verdiğini nakleder.

Evliyâ Çelebi, eserinde ismini zikretmese de Şeceretü’n-Nu’mâniyye’nin anahtar cümlelerinden “İzâ câe’s-sînü dehale’ş-şînü ezhara bi-merkadi’l-mîm”in hikayesini nakleder. Bu hikâye Mustafa Âli’nin anlatımının gelişmiş ve renklendirilmiş bir versiyonu sayılabilir. Evliyâ Çelebi’nin bu “renklendirme” huyunun Osmanlı tarihçiliğine etkileri, ayrıca tetkik edilmesi gereken bir husustur.

Evliyâ’nın nakline göre Şam’da konakladıkları dönemde Kemalpaşazâde ile Sultan Selim birlikte birçok kitap incelerler. Bunlardan biri de İbnü’l-Arabî’nin bir risalesidir. Risalede geçen “İzâ câe’s-sînü dehale’ş-şînü ezhara bi-merkadi’l-mîm” ifadesini Kemalpaşazâde bilinen şekliyle izah eder. Halbuki Sultan Selim’in o zamana dek ilm-i cifre itikadı yoktur. Yalnız yine de Şeyh’in kabrini ortaya çıkarıp ziyaret etmek ister. Şam ahalisine sorulduğunda kabir hakkında kimsenin bilgisinin olmadığı anlaşılır. Bu duruma üzülen Sultan Selim’in rüyasına bir gece İbnü’l-Arabî gelerek kabrinin nasıl bulunacağını ve nasıl ihya edilmesi gerektiğini anlatır, devamla “Mısır fethi müyesser oldu.” diyerek kendisine zaferini müjdeler.

Ertesi gün tarif edildiği üzere bir siyah at bulunup serbest bırakılır ve siyah at Sultan Selim’i doğruca Sâlihiyye tarafında bir mezbeleliğe götürür. Atın eşelediği yerde bir vakit sonra İbnü’l-Arabî’nin mezar taşı ortaya çıkar. Mezarın civarındaki çöplerin temizlenmesinde bizzat padişah da çalışıp kabrin bulunduğu bölge ihya edilir.

Evliyâ Çelebi bu olaydan sonra Sultan’ın cifr ilmine merakının arttığını, ilim erbabıyla birlikte Cifr-i Câmî’ kitabını incelemeye başladığını nakleder. Bu okumaları sırasında Mısır’ın fethinin kendisine nasip olup olmayacağını sorduğunda -farklı kaynaklarda ismine rastlayamadığımız- Şeyh Nâsır-ı Tarsûsî ile ismi zikredilmeyen bir diğer âlim de önceki fetih müjdesini yinelemiştir.[23]

Evliyâ Çelebi’nin kurgusu -gerçeği pek yansıtmasa da- kendi içinde tutarlı, güzel bir hikâyedir. Hatta şu bakımdan takdir etmek gerekir ki; diğer anlatılarda Mısır’ın fethinden sonraki Şam ikametinde İbnü’l-Arabî’ye fetih müjdesi verdirilirken; Çelebi bu hikâyeyi fetihten önceki Şam ikametine tarihlendirmiştir.

Bu arada Peçevî’nin (v. 1649 [?]) tarihinde padişahlar değil fakat devrinin kudretli devlet adamı Sadrazam Kuyucu Murad Paşa’nın İbnü’l-Arabî tarafından “Kuyucu Koca” nâmıyla haber verildiği yazılıdır.[24]

Aynı yüzyıldan Fâ’ideler isimli hicrî 1087/milâdî 1676 tarihli anonim bir mecmuada da yine İbnü’l-Arabî’ye atıfla bulunulur ve Murad isminde, Mehdî’ye erişecek bir Osmanlı padişahı haber verilir:

Fasl: Tevârîh kitâblarında bir kitâbın kenârında yazılmış gördüm ki, Cifr-i Kebîr ile Canpûlâd oğlı Hasan Paşa’da … mutâla’a eyledüm. Rûzigârda nazîri görilmemiş bir kitâbdur. Anda yazılmış ki altmış târîhinde diyâr-ı Mağrib’den bir ‘azîz te’lîf eylemişdür. Âl-i ‘Osmân oğlınun Mehdîye vusûlında çok tahkîkât idüb Mehdî hazretine mülâkî olan Âl-i ‘Osmân’dan Sultân Murâd nâmında bir pâdişâh olub yigirmi yedinci karnda vâki’ ola …[25]

IV. Murad ve dönemine atıfta bulunan bu kaynakların üzerine Naîmâ’nın aktardığı ilginç bir mevzuyu nakletmek yerinde olacaktır. Naîmâ’nın (v. 1716) Ravzatü’l-Hüseyn fî hulâsati ahbâri’l-hâfikayn’ında Şeceretü’n-Nu’mâniyye veya Miftâhü’l-Cifrü’l-Câmi’ olabileceğini düşündüğümüz bir kitaptan bahsedildiğini görüyoruz. Buna göre; Sultan IV. Murad son demlerinde yaşadığı bazı olayları vefatının yaklaştığına dair alametler olarak görür ve bunun üzerine Sultan Selim’in Mısır’ı fethinde elde edip hazineye koydurduğu bir cifr kitabını huzuruna getirtir. Bu kitap Osmanlı sultanlarını “remz ü tasrîh ve işârât u tashîh” etmekte hatta eserde padişahların tasvirleri de bulunmaktadır. Sultan Murad bu kitapta eşkâliyle birlikte kendisine ait bazı ima ve işaretleri de görmüş ve gördüklerinin mahiyeti kendisini de ürküttüğü için eseri mühürleyerek kaldırılmasını emretmiş, üstüne de etrafındakilere “Kimesne bunu açmasın ve her kim açarsa yahud lisânına alırsa başını keserim.” tehdidinde bulunmuştur.[26] Bu ilginç olay cifrin/kehanetin bir padişah üzerindeki etkisini göstermek bakımından gayet açıklayıcıdır.

Devam edecek…

HALİL KARATAŞ


Kaynakça

[1] Abdurrezzak Tek, “İbnü’l-Arabî’yi Savunan Afrikalı Bir Sûfi: Ali b. Meymûn el-Mağribî”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı 21 (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1) (2008), s. 309.

[2] Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih, haz. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul 1979, c. 4, s. 341-342.

[3] Abdurrezzak Tek, “İbnü’l-Arabî’yi Müdâfaa Amacıyla Kaleme Alınan Fetvâlar”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı 23 (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2) (2009), s. 281-301.

[4] Mustafa Kılıç, “İbn-i Kemal’in Mısır Fethine Dair Bir Risale-i Acibesi”, Diyanet Dergisi, c. 26, sayı 1 (Ocak-Şubat-Mart 1990), s. 111-120.

[5] Mezmûrlar (37/29): “Sâlihler yeryüzünü miras alacak ve orada sonsuza kadar yaşayacak.

[6] Mehmet Sait Çalka, “Fezâ’il-i Âl-i Osmân Muhtasarı (Mehmed Sâlih)”, Türk Edebiyatı Eserler Sözlüğü, http://tees.yesevi.edu.tr/madde-detay/fezail-i-al-i-osman-muhtasari-mehmed-salih, (Erişim Tarihi: 5.12.2024)

[7] Cornell Fleischer, age, s. 69, 83.

[8] Gelibolulu Mustafa Âli, age, s. 769.

[9] Peçevi İbrahim Efendi, Peçevi Tarihi I, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara 1981, s. 325.

[10] Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, İstanbul 2006, c. 2, s. 471; c. 4, s. 31-32; c. 5, s. 85-86.

[11] Abdülkadir Karahan, “Kendi Elyazısı Hâtıratına Göre Niyazî-i Mısrî’nin Bâzı Mistik Görüşleri”, Türkiyat Mecmuası, c. XIX (1977-1979), s. 93-98.

[12] Cengiz Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecîd Sivâsî, Ankara 2000, s. 260.

[13] Chaim Nissim, “Between Mamluks and Ottomans: The Worldview of Muḥammad Ibn Ṭūlūn”, Athens: ATINER’S Conference Paper Series, No: TUR2015-2167 (2016), s. 10-11.

[14] Eman Hayajneh, İbn Zünbül’ün ‘Vâkıatu Sultan Selim ve es-Sultan Kansu el-Gavri’ Adlı Eserinin Tahlil ve Değerlendirmesi, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, Kayseri 2005, s. 128, 201.

[15] Ryad Atlagh, “Paradoxes of a Mausoleum”, Journal of the Muhyiddin Ibn Arabi Society, sayı XXII (1997), s. 19.

[16] İmamı Şârânî, Evliyâlar Ansiklopedisi (Tabakatü’l-Kübrâ), çev. Abdulkadir Akçiçek, İstanbul 2014, c. 1, s. 688.

[17] Michael Winter, “Onaltıncı Yüzyılda Şa’rânî ve Mısır Toplumu”, çev. Mahmut Çınar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 41 (Mart 2014), s. 281.

[18] Éric Geoffroy, Le Soufisme en Égypte et en Syrie, Damas 1995, s. 73-80.

[19] İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-zeheb fî ahbâri men zeheb, tah. neş. Abdülkâdir el-Arnaût-Mahmûd el-Arnaût, Beyrut 1993, c. 10, s. 132-133; eş-Şeyh Necmedddîn Muhammed bin Muhammed el-Gazzî, el-Kevâkibü’s-sâʾire, neş. Halil el-Mansûr, Beyrut 1997, c. 1, s. 287.

[20] Nihat Fırat, Abdülbâsıt el-Malatî ve Tarihçiliği, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, Erzurum 2022, s. 109.

[21] Samet Tınas, Rıdvanpaşazâde Abdullah Çelebi, Târih-i Mısır (İnceleme ve Metin), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2016, s. 176.

[22] Müneccimbaşı Derviş Ahmed Efendi, Sahâyifü’l-ahbâr, ter. Nedîm Efendi, İstanbul 1285, c. III, s. 266.

[23] Evliyâ Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, X. Kitap, haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı-Robert Dankoff, İstanbul 2007, s. 62-63.

[24] Peçevi İbrahim Efendi, Peçevi Tarihi II, haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara 1981, s. 331.

[25] Eleazar Birnbaum, Ottoman Turkish and Çağatay MSS in Canada, Leiden 2015, s. 248.

[26] Naîmâ Mustafa Efendi, Târih-i Na’îmâ (Ravzatü’l-Hüseyn fî Hulâsati Ahbâri’l-Hâfikayn), haz. Mehmet İpşirli, Ankara 2007, c. II, s. 939-940.


Yazı Dizisi

Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (1)
Bir Kitabın Uzun Hikâyesi: Şeceretü’n-Nu’mâniyye (2)

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir