Sağcılık Yağmuru Yağdıkça Eklektizm Çamuru Kurumayacaktır

Mehmet Raşit Küçükkürtül, bir süredir “dör döküntü defteri” alt başlığıyla suya sabuna dokunan yazılar kaleme alıyor. Bu yazıları merak ve dikkatle takip ettiğimi belirtmeliyim. Yaklaşık üç haftadan beri sağcılık üzerine yazdıkları epeyce gürültü kopardı. Kimileri Küçükkürtül’ün yazdıklarına lisan-ı münasiple muhalefet etti, kimileri hüsn-ü niyetle kendisiyle fikir alışverişinde bulundu. İşi hakarete ve iftiraya kadar götürmek isteyenleri geçiyorum. Bir de kraldan çok kralcılar var, Karakoçcular. Bunlar kimi kimden koruyorlar, farkındalar mı? Edebifikir’deki İyi de çocuk pencerenden de düşebilir! başlıklı yazıyı Mehmet Raşit’in yazdığından haberleri yok galiba. Ayrıca Kalorifer Şiiri Savunması başlıklı yazıyı da o yazmıştır; dileyen ikisini de okuyabilir. Dolayısıyla onun Sezai Karakoç hakkındaki değerlendirmelerinde art niyet aramaya gerek yok.

İnsanlar genelde zihnî konforları ve ezberleri bozulmasın isterler. Hâlbuki düşünme eylemi tam da bunları bozmakla başlar. Belli bir zaman için doğru veya gerekli olan bir şey daha sonra yanlış veya gereksiz bulunabilir. Sağcılık kavramı da böyledir. Mehmet Raşit’in dediği gibi muvakkattır; o zaman için geçerlidir ama nihayetinde geçicidir, öyle olmalıdır. Babalarımız, dedelerimiz sağcılığı müspet anlamıyla biliyor diye, biz bu kavramla hesaplaşmayacak mıyız, onların ezberini sürdürmeye devam mı edeceğiz? Kendimizi kendi kavram ve kelimelerimizle tanımlamak istemenin nesi tuhaf?

Cemil Meriç, İdris Küçükömer, İsmet Özel, Şaban Teoman Duralı, Fikret Başkaya, İsmail Kara, Bedri Gencer gibi münevver ve akademisyenler modernlik, laiklik, İslamcılık, sağcılık, solculuk, muhafazakârlık, medeniyet vb. kavramlar üzerine ezber bozan tanımlamalar getirdiler. Kendi kendimizi tanımlayabileceğimiz bir birikim ortaya koymak için çalıştılar, çalışıyorlar. Bu birikimden istifade edip etmemek bizim elimizdedir. Müslümanların kendilerini tanımlarken çoğu zaman gözardı ettikleri bir tehlike var; “eklektizm”, yani seçmecilik. İsmet Özel’in konu hakkında 70’li yıllarda yazdığı birkaç yazısı bulunuyor. Bu yazıları daha sonra birleştirerek Üç Mesele adlı kitabına dâhil etti. Ben de bu uzun yazının başından ve sonundan birkaç paragraf alıntı yaparak dikkatinize arz etmek istiyorum. Belki ısrarla sağcılığı savunanlar, bunun tehlikeleri üzerine biraz düşünür ve kendilerini şöyle bir sigaya çekerler. Mezkûr yazıdan yaptığımız iktibas için yeni bir serlevha belirledik. Gayemiz Edebifikir’teki tartışmayla yazının rabıtasını ortaya koymaktır. İsmet Özel’in kitaptaki serlevhası “Seçmecilik”tir. (Feyyaz Kandemir)

 

Seçmecilik 

Felsefenin bir kavramı olarak seçmecilik (êclectisme), çeşitli düşünce sistemlerinden beğendiğini, en iyi olduğuna inandığı tezleri alarak, bunları uzlaşabildikleri nispette uzlaştırarak yeni bir sistem kurma gayretine verilen isim. Gerçek seçmeci (êclectique) filozoflar var Batı düşünce hayatı içinde, ama seçmecilik günümüzde her düşünce sistemine bulaşmış bir zaaf olarak yaşıyor daha çok. Seçmeciliğin faziletlerini bizzat savunan düşünce adamlarına değil de kendini seçmeci kabul etmeyen ama savunduğu düşünce sisteminde bazı noksanlıklar görerek, onları başka sistemlerden aldığı (çoğu zaman en mütenakız düşünce sistemi oluyor bu) tezlerle tamamlamaya çalışan düşünce adamlarına rastlıyoruz. Sözgelimi, Sartre’ın kendini Marksist kabul edip, tabiatta diyalektik olduğunu reddedişi, bu reddin sonucu olarak kendi varoluşçu görüşlerini Marksizm içinde yoğurmaya kalkışması, öte yandan psikanalize verdiği ağırlık onu kaçınılmaz olarak seçmeci bir konuma yerleştirdiği halde bugün Sartre’a seçmeci bir düşünür değil, bazen bir Marksist bazen bir varoluşçu demek doğru kabul edilebiliyor. İslâm Şahsiyetçiliği adı altında 1972 yılında Türkiye’de yayınlanan Prof. Muhammed Aziz Lahbabi’nin eseri de belirgin bir seçmeciliğin ürünüdür. Frenkçe adıyla personnalisme diye bilinen şahsiyetçiliği İslâmî hükümlerle haklılaştırma gayreti olarak göründü. Aynı eğilimi İkbal’in İslâm’da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü adlı eserinde de görmek mümkün.

Müslüman düşünce adamlarının bazılarında görülen bu uzlaştırma gayretinin sebebi kanımca şudur: Yazar, düşünür, âlim (din bilgini anlamında) yahut İslâmî mücadelenin bir unsuru olan herhangi bir kimse İslâm’a olan bağlılığını hiç zayıflatmaksızın önünde duran meselelere çözüm getirmeye çalışıyor. Ne var ki yola çıkarken kendisine İslâm dışı olarak sunulmuş eğitimin ana noktalarını sıkı bir eleştiriden geçirmeyi ihmal ediyor. Hatta bazıları İslâm dışı aldığı düşünme metodunu asıl kabul ederek inancını pekiştirme ve insanlara inancının haklılığını yine bu metodun sınırları içinde verme çabasına girişiyor. Belki bu yolla oldukça başarılı eserler veriyor ama itiraf etmeli ki ortaya koyduğu sistem bir “felsefi” sistem oluyor ve netice itibariyle asıl çizginin sağında veya solunda bir yer tutuyor.

Gerçi yazarların Müslüman oluşu, Kur’an ve Sünnet’e sadakati gözetmiş olmaları onların yine İslâm içinde kalmalarına yol açıyor, ancak İslâm’ı kavrayışta da yabancı düşünme yollarının müdahalesini önleyemiyor. Bu seçmeci tutumun temel yanlışı, Kelimetullah’ın insanlara işaret ettiği yönü kavrayıp o yönde bütün öteki insan ürünü düşünce sistemlerini değerlendirme yolunda titizlik göstermedeki ihmalleridir. Bazı Müslüman yazar ve düşünürler, insanlar tarafından hüsn-ü kabul görmüş ve aklın ve sağduyunun müspet karşıladığı birçok düşünce tezahürünün İslâm’daki karşılığını arayıp ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Yani peşin olarak o düşünce birimlerini geçerli kabul ediyor ve onların İslâm’da doğrulandığını gösterme telâşına kapılıyorlar. İslâm’dan ayrılmamak yani görüşlerinin Kur’an ve Sünnet hükümleriyle mutabakatına dikkat etmek onları Müslüman kılıyor, velâkin görüşlerinde tanıdıkları sınırın kendi İslâm dışı metotlarına bağlı oluşu da onları güttükleri “felsefe” içine hapsediyor. Bu -zaman zaman gerçekten saygıdeğer ve imrenilecek incelikte- seçmeciliğin önüne geçmek zorunludur. Esasen böyle bir tuhaflığın ortaya çıkması hepimiz biliyoruz ki Batı düşüncesinin İslâm yazarları üzerindeki can sıkıcı baskısından doğmaktadır. Tarihte aynı yanlış, kadim Yunan düşüncesiyle Müslümanların münasebetleri sonunda yaşanmıştı. Neo-Platonizm, Aristoculuk biçimlerinde beliren eğilimler istenmeyen sonuçlara giden çizgiyi de başlatmıştı diyebiliriz.

Şüphe yok ki insan düşüncesinin hemen her ürünü zihnin gelişmesinde faydalı bir rol oynar. Bâtıl düşünce ve küfrün haklılaştırılması için geliştirilmiş tefekkür bile yüksek bir seviye tutturduğu takdirde Müslümanın yok saymadan üstesinden gelmeye mecbur olduğu düşünce ürünleri olarak görülebilecektir. Amma?

İnsanın zihnî gelişmesi, elbet, onun çeşitli düşünce ürünleriyle karşılaşması, hesaplaşması, çeşitli düşünme usulleri hakkında bilgilenmesi yoluyla olur. Gelişmiş bir zihnin İslâm’ı kavrayışı da elbet yüksek bir seviyede gerçekleşecektir. Bu açıdan bakılınca mü’minin farklı kültür iklimlerinde gelişmiş düşüncelerle teması âdeta bir görev olarak üzerindedir. Çünkü kavrayışı ne kadar üstün olursa İslâm’a olan vukûfu da o derece derin olabilme imkânını kazanabilecektir. Ama bilgiye, tefekküre olan dostluk, kısaca hikmet uğruna girişilen çalışma, edinilmiş tefekkür tarzına Müslümanın mahkûmiyeti sonucunu doğuracak olursa, varılan yer, daha önce belirttiğimiz gibi seçmeciliktir.

Çeşitli düşünce akımlarının İslâm içinde eritilmesi biçiminde ortaya çıkan seçmecilik, görüldüğü kadarıyla İslâm’ın düşünce hayatında ve günlük hayatta mutlak hâkimiyetine bir ayak bağı olabilecek özellikleri bünyesinde taşımaktadır. Çünkü seçmecilik, mü’minlerin, başka düşünce sistemlerinin meseleyi ele alış tarzları içinde dahi mü’min kalabilmeleri gibi garip bir durum ortaya çıkarmakta, bunun yanı sıra İslâm düşüncesi içinde İslâm dışı bazı kıstasların sağlam kabul edilebilmelerini kolaylaştırmaktadır.

Bir Müslümanın hiçbir konuda seçmeci olamayacağına dair canlı bir örneği Muhammed İkbal’in kadın konusundaki tutumundan çıkarmamız oldukça kolaydır. İkbal, İslâm’ın hükümlerini, edindiği Avrupaî kültürün süzgecinden geçirip bir yoruma ulaşmış olmakla birlikte, önceden temelli bir biçimde sahiplendiği kültürle açıkça çelişen İslâmî hükümler karşısında zor durumda kalmakta ve hatta İslâmca duygularını zedeleyecek sonuçlara doğru uzanmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in kadınlar hakkındaki bazı açık hükümleri, kadını Avrupalı gözüyle kavrayan İkbal’i âdeta ağlamaklı kılıyor; Kitab’ın “Erkeklerin meşrû sûrette kadınların üzerindeki gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerin hakkı onlardan bir derece fazladır.” meâlindeki hükmünü yine Kitab’ın sunduğu kavrayış tarzı içinde anlamaya yanaşmıyor da tutup kendisine hümanisme hastalığı içinde aşılanmış önyargıların paralelindeki düşünceleri üstün tutuyor:

“Ben de çok kederliyim kadınların çektikleri cefadan
Ama öyle müşkül ki mesele, halline imkân bulamam.”

Açıkça görüldüğü gibi İkbal, meseleye bakarken Batı fikriyatına, Avrupaî kavrayış tarzına olan sadakatini elden bırakmıyor. Eğer İslâm, kafada hal-i hazırda bulunan düşüncelerle uygunluk içindeyse ne âlâ, yoksa meseleyi “müşkül” buluyor nedense. Belirgin biçimde gördüğümüz gibi burada karşı karşıya olduğumuz kafa yapısı, asıl biçimlenişini Kur’an-ı Kerim dışında gerçekleştirmiştir. Öyle olmasa idi kadın meselesini müşkül bulmayacak, kâfir görüşlere karşı açık alınla, doğrusu budur, çünkü böyle buyrulmuştur diyebilecekti.

Demek ki seçmeciliğin reddini gerektiren delil (argumeni), düşüncenin şekil kazanmasında tek bir kaynağın esas alınmayışıdır. Daha doğrusu ne vahye bağlanırken ne de vahiy dışı bilginin edinilmesi sırasında denge kurma endişesi seçmeciyi bir türlü rahat bırakmıyor. Sonuçta da seçmeci, hem İslâmî bakış açısından hem de Batı kafa yapısı içinde noksanlıklarla malûl bir durumda kalıyor.

***

Seçmecilik üzerinde dikkatle durmak gerekir. Bu konu, göründüğünden de önemli sonuçları beraberinde sürüklüyor çünkü. Seçmeciliğin düşünce planında ne kadar saptırıcı bir yol oynadığını kabul etmek zorundayız, ama günlük hayata yansıyan şekliyle de seçmecilik Müslümanca bir hayat özleminin ölümüne açılan bir kapı görünümündedir. İslâmî olmayan bir yaşama biçimiyle İslâm prensiplerini uzlaştırma gayreti, bana kalırsa iman zaafının bir bahanesi bile olabilir. Şöyle ki, inanç seçmecinin indinde vazgeçemediği bir duygu olarak kalır ama hal ve şartların hâkimiyetini ruhunda ezici bir biçimde duyar.

Bilhassa Batı medeniyetinin İslâm ülkelerine baskıda bulunduğu dönemlerde yaygınlık kazanan ve hâlâ kurtulamadığımız bir hastalık kemirmektedir zihinlerimizi: Batı’nın maddî yani teknik gücü karşısında yılgınlık. Bu yılgınlık, çıkış yolu arayan birçok düşünce adamına şöyle bir çözümü ilham etmiştir: Çağın (yani Batı’nın) maddî gücünün esası olan teknolojiyi benimseyelim ama onun ahlâkî ve fikrî değerlerini kendimizden uzak tutalım. Bu konuda Japonya örneği de dillere pelesenk edilmiştir. İlk bakışta son derece yerinde bir çözüm yolu gibi görünen ve birçok insanın samimiyetle gerçekleşeceğine bel bağladıkları bu yaklaşım, aslında meseleyi hiç anlamamaktan doğan bir ifadedir. Seçmeciliği günlük hayatımıza hâkim kılmaktan başka bir işe yaramayan ve aslında bizi bugün yaşadığımız rezilane durumun pek uzağına götürmeyecek bir çözüm.

İslâm değerlerinin çağımızın bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir. Çünkü günümüze hâkim olan bilim ve teknik, Batı’da belli bir dönemde belirlenmiş bir kafa yapısının uzantısıdır; belli bir toplumsal yapının sinesinde gelişmiş, vasıfları İslâm’a taban tabana zıt bir sınıf eliyle gücünü dünya ölçüsünde yaymıştır. Bilimin ilerlemesi, bilime has özelliklerden değil, o bilim görüşünden en çok faydalanan insanlar yüzündendir. Bu yüzdendir ki bugünkü hayatı biçimlendiren teknik teçhizat değil, o teknik teçhizatın ortaya çıkmasına ve bazı insanların kâr ve kuvvet sağlamasına yol açan müesseselerdir.

İmdi, Müslümanlar hem o müesseseleri reddedip hem de o müesseslerin ürünü olan teknik ve bilimsel yapıyı nasıl kendi hayatlarına adapte edeceklerdir? Açıkça ve şuurla kavramamız gereken nokta, Batı’nın inancı, felsefesi, bilimi ve tekniğiyle bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir.

Yani ne yapalım, diyecektir bazıları, adam atom reaktörleriyle dev bir endüstriyi harekete geçirmişken, bunca uydu ile dünyanın çevresini saracak bir teknolojiyi geliştirmişken biz savunmasız, güçsüz, maddî teçhizatı Batınınkinden geri bir İslâm Devleti’ni nasıl ayakta tutabiliriz? Bu tekniği onlardan almayalım mı? Her şeyden önce şunu kafamızda iyi tutalım ki bir İslâm Devleti’nin söz konusu edilebilmesi için Müslümanların birçok önemli imtihanı başarıyla vermiş olmaları gerekir. Bu imtihanlarda başarılı olmak da teknolojik üstünlüğü gerektirmeyecektir. Müslümanların tek tek ve topluca kendi kalitelerini yani İslâm’a has kalitelerini geliştirmiş olmaları gerekecektir. Bütün bu çabaların sonunda varılacak İslâm Devleti veya herhangi bir İslâmî toplum yapısı, kolaylıkla kendi hayat tarzına uygun maddî kuvvet üretecektir. Bu kuvvet, Batınınkine benzer bir teknik gelişim sonucunda elde edilmeyecektir. Ama hiç şüphesiz ki Batı’nın silâhlarını tesirsiz kılacak özelliklere sahip olacaktır. Daha açıkçası Müslümanca bir hayat tarzının uzantısı olan teknolojik bir teçhizat sahibi olunacaktır.

İslâmî mücadele, peşin uzlaşmanın uzantısı olarak yürütülmemelidir. Batı’nı bilimsel kapasitesinin üstünlüğü kabul ederek girişilecek savaş bizi nereye kadar götürebilir? Hem sonra senin tekniğin üstün ve iyi, benimse inancım üstün ve iyi diyebilecek kadar saçmalamamız mümkün mü? Esas meselemiz, her yönüyle Müslümanca bir hayatı göze alıp sonuna kadar götürebilecek inanç kuvvetini elde bulundurmamızdır.

İsmet Özel, Üç Mesele, Şule Yayınları, 8. baskı, s: 48-58


İlgili Yazılar

“geçen gün gene islâm medeniyetini ihya ediyordum”- 1
“geçen gün gene islâm medeniyetini ihya ediyordum”- 2
“geçen gün gene islâm medeniyetini ihya ediyordum”- 3
sezai karakoç’un hatıralarına dair birkaç not
sezai karakoç sağcı mıdır?
sağcıları niçin öldürmeliyiz?*

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir