“geçen gün gene islâm medeniyetini ihya ediyordum”- 2

(dör döküntü defteri – 15)

mehmet emir kardeşim de malum mefhumun gündelik tezahürüne işaret ederek bir tespitte bulunmuş: babaannesinin televizyonda bir gazeteci gördü mü, adamın sağcılığını sorduğunu yazmış. “sağcılığı, [din-i mübinin] siyasî boyutu olarak düşünüyor.” ifadesine yer vermiş. mehmet emir’in tespiti, şu ana kadar yazdıklarımızda ifade etmediğimiz ama önemli olan bir meseleyi hatırlattı bana. hıristiyan takvimine göre 1924’te halifeliğin ilga edilmesiyle müslümanların yeryüzünde nasıl bir siyasî, sosyal örgütlenmeye gideceği bir mesele olarak doğdu. “islam devleti” gibi tabirler böylece ortaya çıktı, hindistan’da bir hilafet hareketi doğdu. müslümanların, dinleriyle çelişkiye düşmeyecek siyasî bir varlık gösterebilmeleri hilafetin ilgasından ötürü müşkül bir iş olmuştur. sağcılığın yaygınlaşmasında, rol üstlenmesinde, perçinlenmesinde bu “halifesiz günler”in de payı vardır sanıyorum.

mehmet emir’le ayrıca bu sağcılık meselesinden ötürü e-posta üzerinden de yazışmıştık. orada bana muhafazakarlık mefhumuna niçin dokunmadığımı, hususen böyle bir tercihte bulunup bulunmadığımı sordu. bunu da sorarken nurculuk örneği üzerinden sordu. mehmet emir de ben de, türkiye’yi anlamak isteyen her insan gibi sağcılık ve muhafazakârlığın iç içe geçtiği noktaları kavramak, daha özel bir örnek olan nurculuğun bu ikisi bakımdan nereye oturtulabileceğini anlamak istiyorduk. mehmet emir’in yazdıklarıyla şunu fark ettim: sağcılığın siyasî yükünü büsbütün çekmek istemeyenler, siyasî yükü daha az sosyal-kültürel yükü daha bariz muhafazakâr tabirini tercih ediyor. gene de muhafazakarlığı, sağcılığın bir alt kümesi olarak anlamak tamamen mümkün olmaz diye düşünüyorum. hatta tersini düşünmek lâzım, belki de sağcılık muhafazakarlığın bir alt kümesi olarak tezahür etmiştir. nurculuğun ise bir muhafazakarlık şekli, türü olarak anlamakta herhalde bir sakınca yok. şunu da söylemek lâzım: nurculuğun başlangıç noktası da, dikkat edilirse, halifeliğin ilgasından hemen sonraya denk geliyor. nurculuk modern bir durumdur. müslümanların tarihine baktığımızda böyle bir sosyal yapılanma görmeyiz. nurculuğun bir geleneği yoktur, modern bir durumu ifade eder. mehmet emir de bu mevzuda şu görüşleri yazdı e-posta üzerinden yaptığımız görüşmede:

“sağcılığı sahiplenen bir sağcı bilmiyorum. bunu fehmi koru bile yapmaz herhalde. sağcılık deyince benim aklıma evvela dini ispatiyecilik, reaksiyoner tavır ve bu saikle bilime sarılmak, bilimle kurdukları sathî ilişki geliyor. dinî ispatiyecilik ile müspet hareket (bu tanım hazretin[1]) arasında da başta lügavi ve teorik mânâda akrabalık var. tatbikatta da risale-i nurun materyalizm tehlikesine karşı akaidi savunmak için sürekli olarak temsili hikayelere başvurması, manevi değerler terkibine ve mukayeseye sarılması, [hak teâlâ’nın] varlığına kadar mesail-i diniyeyi masaya yatırıp kanıtlamak için tek tek mesai harcadığı görülüyor. (sızıntı dergisi’nin[2] muhteviyatı da bilimsel tefsir gibi bir şeydi.) arasam, şu alttaki misalleri çoğaltabilirim:

‘bürhan-ı kat’î ile sabit olan bir şeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından (aykırılık) havfeden adam, hâlî değil.’

‘akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur.’

yine benim bildiğim sağcılığın ikinci hususiyeti medeniyetçilik, modernlik, batı’nın ahlakını değil ilmini almak. nurculuğun tarikat gibi değil de sivil toplum gibi örgütü gibi modern bir yüzle zuhur etmesi de bunla alakalı galiba.

‘ecnebiyeden terakkiyât-ı medeniyete yardım edecek noktaları -fünun ve sanayi gibi- maalmemnuniye alacağız.’

(…)”

mehmet emir’in sağcılığın vasıflarından diye saydığı “reaksiyoner tavır” üzerinde durmak gerek. evvela şunu diyelim: sadece nurculuk değil bütün sağcı veya muhafazakar sosyal yapılarda bu tavır var. yazarlarda da var. reaksiyoner tavrın şampiyonu necip fazıl kısakürek’tir. o devir içerisinde bu anlamlı ve iş gören bir tavır olabilir. ama bugün aynı tavrı sürdürmekle kişi kendini tuhaf durumlara düşürüyor, ihsan şenocak hocanın durumu buna örnektir. tamamen avrupa medeniyeti’nin malı olan, onun tarihî macerası içerisinde anlam bulmuş ve avrupa kültürünün olduğu besbelli olan “insan hakları” mefhumunu tutup da resûl-i ekrem’e [sallalahu aleyhi vesselem] aitmiş gibi göstermek meyanında “tepki-reaksiyon” cümlesi kurmak 1970 model bir muhafazakarlıktır. reaksiyoner tavrı sürdürmek, zihnen zayıf düşmeye, zihnin öbür melekelerini setretmeye sebep oluyor. fikri ancak karşı çıkışlarla, mahdut bir sahada kavramaya başlıyoruz. bu tavrın en kötü tarafı ise tepki göstermekten tenkit etmeye geçemiyoruz. tepki göstermede sıcak, duygusal, aklın daha az işletildiği bir vetire (süreç) yaşanıyor. tahlil ve tenkit etmeyince de inşâ etmeye geçemiyoruz. risale-i nur’un bu reaksiyoner tavır meselesinde daha başka bir durumu var. avrupa’da modern dünyada kurulurken, tabiat ilimlerinin (doğa bilimleri!) gelişip de newton fiziğinin hâkim olmasıyla materyalist ve ateist anlayışın kapısı açılmıştı. kilise, nasıl reform hareketlerine cevaben bir “karşı-reform” başlattıysa buna da bir cevap verdi. “bakın yerçekimi kanunu gibi tabiatın kendine mahsus kanunları var. belli bir formül üzere işliyor bütün tabiat, bütün kâinat. tabiatın bu durumu gösteriyor ki bir yaradan fikrine gerek yok.” anlayışını geliştiren bilime karşı, yine tabiattan deliller getirmek yoluna giderek yaradan’ın varlığını ispata girişen bir kilise tepkisi oldu. risale-i nur’daki tavrın kâinatı tefekkür, tabiattan deliller getirme gibi işlere bu kadar ağırlık vermesi de kilisenin tavrını çağrıştırıyor. bu durum, insanoğlunun hidayete ermesinde kadimden bu yana gelen anlayışı dışarıda tutan bir anlayıştır. kadimden bu yana, insan hidayeti dışarıda tabiatta değil; kendinde bulacaktır. “kendini bilen, rabbini bilecek”tir. insanın doğru yola ulaşması konusunda kadim zamanlardan beri insana kendini bilmesi, nefsini bilmesi öğütlenmiştir. risale-i nur, metot olarak kadim tavırdan ayrılır. bugün birtakım ilahiyatçıların metinlerini, tavrını modernist olmakla tavsif ediyorlar. acaba risale-i nur’un bu metodundan ötürü onu da modernist bir metin saymak gerekmez mi? bu konuda nasıl düşünmek gerek?

mehmet raşit küçükkürtül

 

gurgumlu@gmail.com


[1] hazret derken said nursî’yi kast ediyor

[2] sadece sızıntı dergisi değil, zafer dergisi de böyleydi. bu iki derginin, modern bilimin gelişmelerinden hareketle bir tefsir ve hikmet geliştirme çabaları risale-i nur’dan modellenmiştir, ondan taklitle yapılmıştır.

“geçen gün gene islâm medeniyetini ihya ediyordum”- 1

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • Talip , 22/08/2020

    Bedüzzaman Said Nursi(ks) hazretleri Bucak’lı Molla Hafız İbrahim’i tasavvuf yoluna girme isteği üzerine, kendisini daha çocukken tanıdığı ve çok etkilendiği Seyyid Abdulhakîm el-Hüseynî (ks) hazretlerine bir mektup ile göndermiştir. İki arasında edep dolu bir muhabbet vardır.

    Buyrun Dr.Mustafa Bahadıroğlu’dan dinleyiniz.

    https://www.facebook.com/muhabbethalkasi/videos/3023092461110173/

  • Nefsini bilen Rabbini bilir , 05/07/2018

    >’Nefsini bilen Rabbini bilir’ hadisini İbn Arabi (ra) şöyle yorumlar: ‘Her insanda bir İlahi İsim daha fazla mütecellidir. İnsan, ancak bu İsmin tecellisi kadarınca nefsini bilecektir.’ Yani bu İlahi İsmin tezahürü oranında Rabbini bilecektir. Rabbin Zat’ı bilinmez. Zat’ın tefekkürü yasaklanmıştır. İnsan idraki zaten Zat’ı fikretmekten acizdir. O halde, nefs, Bediüzzaman’ın Ene Risalesi’nde belirttiği üzere, Rabbin bilinmesinde bir anahtar işlevi görür.

    Ene Risalesi, İslam irfan geleneğinin içinden konuşan Bediüzzaman’ın önemli eserlerindendir. Burada, ’emanet’in ‘ene’ kavramıyla açımlanması düşüncesini Üstad, Zemahşeri ve Cili’den iktibas etmiştir. Zemahşeri, ilgili ayeti tefsir ederken ‘Ene’ kavramını kullanır. Ekberi İrfan geleneğinin değerli adlarından Cili’nin ise, Hüviyet ve Enaniyet adlı bir eserinden söz edilmektedir. Demek ki, Ene, Rabbin bilinmesinde bir ölçüttür. [1]

    [1]Nefsini Bilen Rabbini Bilir- Sadık Yalsızuçanlar

  • Çaylak Hekim , 05/07/2018

    Kuran’ı Kerim’de bizleri çevremize bakmaya davet etmiyor mu?
    >İkindiden sonra okunması tavsiye edilen amme süresinde çevresinde meydana gelen ve bakıp tefekür edilmesi gereken olaylar zikredilmiyor mu?
    (Bahrül medid- İlahi Kudretin Delileri – Nebe Suresi 6-16. ayetler)

    >Yatsından sonra vird edinilen mülk süresinde Rahmanın yaratmasındaki uygunluğa dikkat çekilip, insandan tekrar tekrar bakması isteniyor.(Mülk 3-4)
    >Kuran Kainattaki gerçek tasarruf sahibini tanıtırken çevdemizde şahit olduğumuz olayları örnek veriyor.
    (Bahrül medid – İlahi Kudretin Delilleri- Mülk Suresi 15-18. ayetler)

    Böyle baktığınızda Risale-i Nur, asrın ihtiyacına cevap verecek şekilde Kur’an’dan aldığı dersi, Ehli Sünnet Akidesi ve Usulü çerçevesinde Ümmeti Muhammed’e sunuyor.

    Modernist olan akım ise, geleneği ya red ederek yada küçük görerek işine başlıyor. Gelenek ile olan bir bir bağlarını kesiyor. Aciz aklına yatmayan nakli anlamaya çalışmak yerine inkara gidiyor. Böylecede ehli imanın tepkisini üzerine çekiyor.

  • Mehmet Ildırar , 05/07/2018

    >Gavsı Kasrevi hazretleri Mehmet tarikat ilimsiz olmaz, senin ilmin yok onun için sen risale-i nur oku (Dk 1:15),
    >Mehmet risale-i nur okumak lazımdır, risale-i nur okumazsan tarikatın hakikatı inkişaf etmez. Çünkü tarikatın hakikatı ilim ile, tahkik ile anlaşılır. Sen risale-i nur oku, ta ki imanın kaya gibi parlak olsun.(Dk 8:35)

    (https://www.youtube.com/watch?v=Kf7Z1Oe0PaM)

  • Mehmet Ildırar , 05/07/2018

    Risale-i nur Kuran’ın balıdır. On iki tarikat bindörtyüz senedir kur’an-ı mu’ciz-ül beyan’ın yağıdır.

    (https://www.youtube.com/watch?v=Kf7Z1Oe0PaM)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir