Ömür Az Kitap Çok III

Okumak aslında harf denen simgelerden oluşan kelimelerin anlamlı bir bütünde buluştuğu cümleler âlemine girmek, dolayısıyla perdenin arkasını kurcalamaktır. Kelimelerin kap olduğu manalara ulaşmak ve o manalardan ötelere gitmek… Kendi içi için kendi dışına çıkmak. Kitap okumak bu eylem için yollardan sadece bir yol. Sonuçta tüm kâinat insanın niyetine göre şekillenir. İsteyen onu bir kitap gibi okur isteyen onunla savaşır. Kendini ve dünyayı bir kitap olarak okuyan yazarlarımıza son bir ayda okuduğu kitapları sorduk. Tarihe değil kendimize not düşmek için…

***

Bahadır Dadak

Esir Şehrin İnsanları – Kemal Tahir

Nasipse önümüzdeki ay 30 yaşıma gireceğim. Esir Şehrin İnsanları’nın ilk 10 sayfasını okuduktan sonra bu yaşıma değin nasıl oldu da Kemal Tahir’le tanışmadım diye derin bir utanç duygusu kapladı içimi.

Mevzu edebiyat olunca öfkem saman alevi gibi olduğundan sevgim de abartılı biraz, buna rağmen kendimi baskı altına almadan Kemal Tahir’e güzellemeler yazmaktan çekinmeyeceğim.

Toplumsal duyarlılık, biçemsel esneklik, kurgu bütünlüğü, pragmatik anlatım, kıl yün… Hepsi hikâye. Ben evvela edebiyattan haz almaya bakıyorum ve bunun dilin imkânlarının en yüksek seviyede kullanılmasıyla mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda Kemal Tahir gerçek bir usta ve baştan sona zevkle okunacak büyük bir yazar.

Birçok sohbet meclisinde bahsi açılmıştır, ne yazdığın mı nasıl yazdığın mı önemli diye? Bilmiyorum, belki de edebiyatın temel problematiklerinden biridir bu konu… Örnekse ruhumuza dokunan, çok sevdiğimiz bir şarkıyı ele alalım, bence o şarkıyı şarkı yapan yegâne unsur bestesidir. Güfte ikinci plandadır. Öyle şarkılar vardır ki bestesinin ahengine kapıldığımızda sözler kanatlanıp uçuverir sanki.  Aynı Refik Halit, Mitat Enç, İhsan Oktay Anar ve Sait Faik gibi Kemal Tahir’i okuduğumda da metnin iskeletini oluşturan konu önemini yitirmeye başladı ve dilin imkânlarının bu denli etkin kullanımı kurgunun önüne geçiverdi.  Akıp giden, kişilerin karakteristik özelliklerine göre mükemmel bir üslupla konuşturulduğu, birden bire konudan ayrılıp yeni bir öyküye geçen ve buna rağmen bütünlüğünü koruyabilen çok yönlü bir dili var ustanın…

Edebiyatla haşir neşir olanların malumudur, Esir Şehir serisi; Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı kitaplarından oluşan bir üçleme… Henüz okuduğum ilk kitap, Esir Şehrin İnsanları ise mütareke dönemi İstanbul münevverlerinin mücadelesinin, Anadolu’da yaşanan direnişin, Kurtuluş Savaşı öncesi dönemin çalkantılı siyasetinin, halkın irfanın, aydın kesimin kimlik arayışının ve ideolojik çıkmazlarının kayda geçirildiği bir tarih külliyatı, benzersiz bir başyapıt.

İthaki Yayınları’ndan çıkan serinin arka kapak yazısının son sözünü alıntılayarak cümlelerime son vermek istiyorum:

‘’Türkiye’yi, Türkleri sahiden tanımak isteyen yerli yabancı herkes Kemal Tahir’i okumak, anlamak zorundadır.’’

Doyma Noktası – Sema Kaygusuz

On numara öyküler! Nispeten ince sırtlı bu kitap yazarın muhtelif zamanlarda kaleme aldığı öykülerden oluşan bir derleme aslında. Ancak ilgilisinin sevebileceği, dil ve anlatım bağlamında oldukça esnek, farklı anlatıcıların ağızlarından kendine has bir anlatımla kaleme alınmış, tabiri caizse cins, alegorik, durduk yere insanın orasına burasına iğneler batıran öyküler…

Müellifini anısayamadığım bir yazıdan şöyle bir cümle hatırlıyorum: ‘’Şimdide bulunamayacak hiçbir huzur yoktur’’ Doyma noktası, eşya-insan ve ölüm izleklerinde huzursuzluktan nemalanan bir huzur kitabı bence.

Hayatın genelinde ketenpereye gelmiş, travmatik, onlarca defa bisikletten düşmüş, eli yüzü toz toprak içinde kalmış ebedi mağlupların hayatlarından kesitler sunan bu kısa öykülerden -Sandık Lekesi istisna- beni en cezbedeni, bir çeşit altın vuruş denemesi olan ‘’Şeftali’’ öyküsüydü. Bir kadının elinde önceleri bir nesne olan meyvenin, zamanla hayvanlaşarak kendini bir nesne haline dönüştüren ‘’kadın’’ figürünün elinde cinsel bir objeye ve nihayet bir erkeğe dönüşen şeftali, tam anlamıyla bir doyum öyküsüydü. Peki, bu gereksiz ve hatta ahlaksız gibi görünen öykü -edebi manada- bazı okurları niçin cezbeder? Söyleyeyim, çünkü metinde erkek figüründen hiç bahsedilmez ve dilimizdeki karşılığıyla şeftali, öznenin, o sulu-tüylü-kadınsı anatomisine rağmen ‘’erkeğin’’ ta kendisi oluverir. Yani Kaygusuz öyküde ne söyler ne de anlatır, sadece işaret eder. Bu bağlamda şeftali öyküsünün, kitabın şiiriyeti en yüksek metni olduğunu söyleyebilirim.

Mehmet Raşit Küçükkürtül

bugünlerde 1922-23 kışına ait, kahramanmaraş’ın “il genel meclisi tutanakları”nı ihtiva eden bir kitabı okudum. iş icabı okuduğum bir metindi. ancak kahramanmaraş tarihini merak ettiğim için öğretici, ibretlik bir metindi. o sıralarda “men’-i israf kanunu” çıkmış, istinaf mahkemesi savcılığı da il genel meclisinden mahallî seviyede tatbiki için bir talimatname hazırlanmasını istiyor. şu sağcılık meselesi geçince edebifikir’de o talimatnameyi neşretmek niyetindeyim. muhtevası düğün ve sünnet için israf edilmemesine müteveccih bazı yasaklar… galiba erkekleri okuyunca sevindirir, “bugün de bu kanun ve talimatname olsa…” diye de içlendirir. kıssadan hisse: sosyal ilimlerle meşgul olanlar böyle teknik okumalar yapsınlar ki lügat kullanmayı, ansiklopediye bakmayı, bir bilginin peşine düşmeyi tecrübe etsinler.

son birkaç ay yetiştirmem gereken bazı işlerden ötürü meşguldüm, seçim atmosferi de olunca, biraz sükunet bulduğum bir ara hızlıca mete gündoğan’ın narkoz kitabını okudum. hayal kırıklığına uğratan bir kitap. ne öğrendim kitaptan? necmettin erbakan iskender kebap severken, mete gündoğan ciğer dürüm seviyormuş! şaka bir yana, kitaptan hakikaten bu bilgiyi öğreniyoruz ama kitabın derdi şu: dünyanın bir avuç “tefeci” tarafından nasıl faiz-borç-finans vasıtasıyla oluşturdukları “dünya sistemi”ne bağlandığını anlatmak. bunu yaparken de türkiye’nin yakın tarihine dönüşler, atıflar yapılıyor ve kitap finalini “bakalım, dünya sisteminin tefecileri ile tayyip erdoğan’ın işi nasıl olacak?” sorusuyla bağlıyor. iyi komplo teorisi okuyucusuysanız kitap sizi memnun etmeyecektir. cebinizdeki banknotların bir anonim şirketin malı olduğunu, faiz ve borca dayalı namussuz bir ağın son iki yüzyılda nasıl örüldüğünü gayet net bir dille anlatıyor mete gündoğan, bu yönüyle çok başarılı. elbette bu konuyu başkaları da anlatıyor ama mete gündoğan kadar sade ve net anlatan bir örneğine ben rastlamadım.

metin kayahan özgül’ün “divanyolu’ndan pera’ya selametle…” kitabını okumaya devam ediyorum. yavaş okuyorum bilhassa. bazı bölümleri tekrar okuyorum. bir tarafıyla kırk ambar misali bir kitap. şiire, kültür değişmelerine, türkçeye ve türkiye’nin batılılaşma macerasına merakı olan kimselerin muhakkak okuması gerek diye düşünüyorum. bugünlerde okuyup bazı arkadaşlara tavsiye ettiğim bir yazı var. dergah’ın haziran 2018 tarihli sayısında ismail kara, ali birinci hakkında güzel bir portre yazısı kaleme almış. bu metni tarih, edebiyat, sosyoloji, ilahiyat gibi bölümlerde okuyan ve kalemle kitapla irtibatını devam ettirmek istidadında, niyetinde olan gençlere okutmak gerektiğini düşünüyorum. ali birinci’nin fikr-i takibini, yolun başındaki genç araştırmacıların, yazarların modellemesi faydalı olur. bir biyografi yazarı olarak ali birinci’nin, yıllardan beri sürdürdüğü çalışmaları esnasında tuttuğu bir deftere karşılaştığı kimselerin doğum ve ölüm tarihlerini kaydetmesi ve bu defterin bugün için benzeri olmayan bir müracaat kaynağı olmasını misal olarak zikredebilirim. bir bilgiye ulaşmanın yoruculuğunu ve zorluğunu tecrübe etmiş kimseler böylesi kayıtların, fikr-i takiplerin kıymetini daha iyi takdir ederler.

Ömer Can Coşkun

Olay Berlin’de Geçiyor – Naime Erkovan

Naime Erkovan’ın okuduğum ikinci kitabı. Daha önce Asılsız Hikâyeler’i okumuştum. Bir eser hakkında “iyi”, “kötü” gibi yorumlar yapmak haddime değildir diye düşünüyorum. Tanıtmak biraz da hakkıyla tanıtamamayı da beraberinde getirir. Bu nedenle Olay Berlin’de Geçiyor eseri için ve burada yazacağım diğer eser isimleri için birkaç cümle ederek affınıza sığınıp sahneyi terk edeyim.

Gurbetin soğukluğunu hissettiren bir kitap Olay Berlin’de Geçiyor. Bazen gözümü; dilini bilmediğim, sokaklarını tanımadığım bir memlekette açsam ne yapardım diye düşünürüm. (Dünyadasın ya işte, bu yetmez mi?).

Turuncu Ölüm – Emine Batar

Bir öykü kitabı aldığımda içindekiler kısmını kontrol ederim ve sayfalara göz gezdirdikten sonra okumaya başlarım. Birbirinden bağımsız öykülerden oluşan kitaplar da elbette güzeldir. Ama öyküleri okudukça olayların birbiri ile bağlantılı olması okuru kitabın içine çeken taraflardan. “Turuncu Ölüm” birbiri ile bağlantılı öykülerden oluşuyor ve bütün varlıkların ortak noktası “ölüm”den. Sadece ölümden bahsetmiyor merak etmeyin.

Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu – Aykut Ertuğrul

Hafızam beni yanıltmıyorsa Aykut Ertuğrul’un tüm öykü kitaplarını okudum. Bu cümle kendimle övünmek için değil elbette. Her kitabında beni şaşırtan bir şeyler olduğu için yazıyorum. Daha dikkatli okumaya çalıştığım yazarlardandır. Bu kitaptan önce ismini andığım öykü kitapları için bunu yapmadım ki bunu yapmalı mıyım bilmiyorum ama benim için kitaptaki en etkileyici öykü Üçüncü Sayfa Son İki Satır’dır. Bu da burada dursun.

Saatler, Ruhlar ve Kediler – Beşir Ayvazoğlu

Öykü okumaları dışında mesleğim gereği edebiyat tarihi ile ilgilenirim. Tabiî ki bu durum sıkıcı ve mecburi bir ilgilenme değil. Tamam, kabul ediyorum bazen öyle. Belli bir müfredatın içine sıkıştırılmış ve bir şekilde anlatılması gerektiği düşünülen Türk edebiyatını nasıl olur da karşımdaki insanları sıkmadan, edebiyattan soğutmadan anlatırım diye düşündüğüm zamanlarda Beşir Ayvazoğlu’nun birçok kitabı yardımcı olmuştur bana. İsmini zikrettiğim kitabı birkaç kez okudum fakat parça parça. Derslerimde işime yarayacak kısımları yeri geldiğinde not ettim. Derslerime kenar süsü olacak birçok güzel bilgiyi buldum. Şimdiyse ilk sayfasından itibaren tekrar başladım. Kitabın kapağında “Edebiyat tarihinin Renkli Dünyasında Kısa Bir Cevelan” yazılı. Bu söz kitabın zenginliğini ifade etmeye yeter herhalde. Öte yandan Beşir Ayvazoğlu’nun sadece bir kitabından bahsetmek olmaz diye düşünerek Aşk Estetiği eserini aylar önce okumuş olsam da en azından eserin ismini anarak bitireyim.

İlahi Aşk – Muhyiddin İbn Arabi

Bazı kitapların bir çırpıda okunup bitirilmesi imkânsız. Son bir ayda okunmaz, belki birkaç sayfası çevrilir. “İlahi Aşk” eseri böyledir. Bazı sayfalarında yazılı olanı idrak edebilmek belki de nasip işidir. Pek anlamıyorum bu işlerden. Ama bunca kurgu kitabın arasında sarsıcı birkaç cümle bazen insanı daha sağlam yapabiliyor. Ya da sağlam bastığını sandığın an devirebiliyor. Son bir ay değil birkaç aydır elimde, çantamda, okulda gezdirdiğim kitaptır İlahi Aşk. Bir çırpıda okunacak bir kitap değildir. Olmamalıdır. Ufuk açar, hayat üzerine düşünmenizi sağlar. Gönlünüze iyi gelir. Bizi asıl amacımıza yöneltir. Şöyle bitirsem daha güzel olacak: “Gönül gözü görmeyince hiç baş gözü görmeyiser” (Yunus Emre)

Sulhi Ceylan

Türkçenin SırlarıNihad Sami Banarlı

Nihad Sami Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı ansiklopedisini üniversite okurken yani yıllar önce edinmiştim.  Alır almaz hemen Necip Fazıl Kısakürek maddesini okuduğumu hatırlıyorum. Yazar ve şairlerin resimlerinin de olması bu ansiklopediyi ayrı bir sevmeme neden olmuştu. Türkçenin Sırları kitabını okumama ise Muhammed Furkan vesile oldu. Tertemiz bir Türkçe ile yazılmış eser, Türk dilinin önemini ve milletimizin nasıl kelime ürettiğini adeta kelimelerin doğuş hakikatini anlatıyor. Dilin, insan gruplarını millet haline getirmesi büyüsü de cabası. Kitabın tek kusuru ise Güneş Dil Teorisi’ni savunması ama bu konuda Nİhad Sami Banarlı’yı hoş görmek zorundayız. Çünkü o dönemde muhalif olmaya imkân yoktu.

Tahavi Akidesi Şerhi – Ebubekir Sifil

Ebubekir Sifil’in derslerinin çözümünden ibaret olan kitap günümüz selefi ve modern zihniyetin itikada dair iddialarına ve çarpıtmalarına cevap verir bir nitelik taşıyor. Okuyucu bu kitabı okumakla hem ana bir ehli sünnet itikad metni okumuş oluyor hem de itikadla ilgili nevzuhur hocaların çarpık iddialarına verilmiş sağlam cevapları öğreniyor. Bu sebeple kitap önemli. Malumunuz akaid kelimesi akîde kelimesinin çoğulu olup “gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey” anlamına geliyor. Her zaman dilin kalbin tercümanı olduğuna inandım. Yani kavanozun dışına sadece içindeki sızar. Bir insan gün boyu en çok hangi konudan bahsediyorsa kalbi o konu tarafından istila edilmiş demektir. Yani sevgisini o konuya ya da nesneye hasretmiş, kalbini onunla düğümlemiştir. Kalbimizi kime ya da neye düğümlediğimiz bence insanın en önemli konusudur.

Ten Medeniyeti – Sertaç Timur Demir

Paul Virilio’nun “Kendi bedenlerimizin tuzağındayız” sözü sanırım çağımızı anlatan son derece doğru ve manidar biz söz. Çünkü modern çağ bedenin kutsal sayılıp her şeyin vitrin nesnesi haline geldiği ve özgürlükten kastın bedenin her türlü kendini gösterme özgürlüğünün anlaşıldığı bir döneme denk geliyor. Sertaç Timur Demir, Ten Medeniyeti kitabında teşhirci toplumun geldiği noktayı ve sürecini anlatırken şöyle diyor: “Mahremiyetin çözülüşü teşhirci toplumun zaferi değil; yitimidir; Çünkü gizlenecek bir şey kalmadığında gösterilecek de bir şey kalmamış demektir. Bu şartlar altında çağdaş beden endüstrisinin önünde iki yol vardır: Ya kendisini ilga etmek ya da mahremiyeti yeniden değerlileştirip bedeni bezginlik verici pornografik teşhirin kollarından kurtarmak. Kendi bedeniyle kıyasıya savaşan insanların dünyasının şayet sonu gelmediyse, yeniden riyazet ve mahremiyet çağının yaşanmasının gerekliliği aşikâr; gerçekleşebilirliği muhaldir. Bu, oto-kontrol mekanizması devre-dışı kalmış modern toplumun elinde kalan tek geçerli reçetedir. İşe koyulmadan evvel, yeniden en başa -yani insanlığın en kadim sorusuna dönülmelidir: ‘İnsan kimdir?’”

Açıkçası insanlığın kurtulacağını, kendine çeki düzen verip erdemli bir hale geleceğine inanmıyorum. Bundan sonra bireysel düzelmeler sözkonusu. En azından kıyamet öncesine kadar böyle gibi gözüküyor. Sakın beni pesimist sanmayın. Sadece fotoğrafı çektim. Eğer bir suçlu varsa sadece ben değilim. Şu an yaşayan her insan, insanlığın bu acınası durumundan dolayı suçlu. Boşuna dünyanın altına el bombası koymamız gerek demiyorum.

Cüneyt Dal

Bir aya birçok kitap sığdırılabilir aslında. Ancak ben, ikisi yeni olmak üzere diğerlerinin ikinci okumalarını yaptığım dört kitabın ismini vereceğim. Son bir ayda okuduğum kitapların ikisinin İngilizce olduğunu, İngilizceye tam anlamıyla hâkim olmadığımı ve iş harici okumalarımı ancak ve ancak Körfez-Kartal arası otobüste, ayakta yapmak durumunda olduğumu göz önünde bulundurursanız, beni kınama noktasında biraz olsun insaflı davranırsınız, diye düşünüyorum. Kitap isimleri ve yazarları şu şekilde:

  1. Heat and Dust – Ruth Prawer Jhabvala
  2. Wildflower Girl – Marita Conlon-Mckenna
  3. Kent Devletinden İmparatorluğa – Mehmet Ali Ağaoğulları
  4. Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e – Prof. Dr. Oral Sander

Adını, “Hararet ve Toz” olarak çevirebileceğim roman, 1920’lerin İngiliz sömürgesindeki Hindistan’ı, cezbedici bir aşk skandalı çevresinde etkili bir şekilde anlatmış. Aşkın tarafları ilginç: yüksek bir İngiliz memurunun güzel ve bir o kadar da değişiklik arayışı içerisindeki karısı Olivia ile Nawab adındaki eğitimli ve nüfus sahibi Hint prensi. Sömürgeci İngilizlerin –birkaç tariz ve istihza dışında- nazik, tatlı birer sömürgeci olduklarına dair çizilen portre de gözümden kaçmadı hani…

İkinci kitap, üçleme bir serinin ikinci kitabı. Türkçe karşılığına, şimdilik “Yaban Çiçeği Kız” diyeyim. Serinin ilk kitabı Under the Hawthorn Tree, Açlığın Çocukları Alıçlar Altında adıyla Genç Okur yayınlarınca Türkçemize kazandırılmıştı ve çok da güzel olmuştu. İlk kitapta bahsedilen İrlanda’daki “Büyük Açlık” dalgası, bu kitapta da etkisini sürdürüyor. Kıtlığın açtığı yaraları sarmanın kolay olmadığı betimleniyor ve 13 yaşındaki kahramanımız Peggy’yi, berbat bir deniz yolculuğunda, büyük bir malikânede hizmetçi olarak çalışmak üzere Amerika’ya giderken görüyoruz. Orada yaşadıklarıysa okunmaya değer. Bu vesileyle, Genç Okur yayınlarının kıymetli editöründen, ikinci kitabın da dilimize kazandırılmasını rica etsem fena olmaz.

Kent Devletinden İmparatorluğa ise, ilk kez üniversite yıllarında ders zoruyla okuduğum ancak bir roman okur gibi kendimi kaybettiğim, sayfalarına notlar çıkardığım bir kitap. Eski Yunan kent-devletlerinden Roma İmparatorluğuna uzanan süreçte “demokrasi”, “birey-devlet ilişkisi”, “siyasetin ahlâk-din ile ilişkisi” gibi konular, filozofların diğer düşüncelerine ve felsefenin gelişimine bağlı olarak anlatılıyor.

Son olarak Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e, tam manasıyla alanındaki temel kitaplardan biri… Oral Sander’in iki cilt olarak hazırladığı kitabın en sevdiğim yanı, akıcılığı ve meseleleri ele alış biçimi. Siyasî tarihten malumat devşirmek isteyenlere duyurulur!

Muhammet Emin Oyar

Son Ezan – Mehmet Fatih Çakır

Günlük meselelere dair hikâyeler yer alıyor bu kitapta. Ama bu günlük meseleler günümüze ait değil. Osmanlı’nın son dönemlerinde çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış hikâyeler bunlar. Yazar, o günleri anlamak ve günümüzle karşılaştırmak için de bir fırsat sunuyor bize. Hikâyeler, ecdadımızın türlü sıkıntılar karşısında nasıl da dimdik durabildiğini, Müslüman duruşunu hiçbir zaman bozmadığını da gözler önüne seriyor. Mehmet Fatih Çakır da dünde kalmaması gereken bu hikâyeleri sade bir şekilde günümüz Türkçesine aktarmış. Böylelikle “o zamanın hikâyelerini biz anlayamayız” kaygısı da ortadan kalkıvermiş.

Drina Köprüsü – İvo Andriç

Uzun zaman önce bir sahaftan elime geçmişti bu kitap. 60’lı yıllarda basılmasına rağmen hiç yıpranmamış olması, şimdilerde pek bulamadığımız, bulsak bile pahasına güç yetiremediğimiz sert kapaklı olması ve adını daha önce bir yerlerde duymuş olmam bu kitabı almam için yeterli sebeplerdi. Kitabı aldıktan sonra Drina Köprüsü’nü kanlı canlı görmek de nasip olmuştu fakat o zaman henüz kitabı okumamıştım. Köprüyü gördükten 2 yıl sonra kitabı okuyabildim. Anılarımı kurcalayıp seyahat hatıralarımı sıcak tutmama yardımcı oldu bu kitap.

Nobel ödüllü roman, yapılışından itibaren köprüyü ve çevresinde gelişen olayları anlatıyor.

İman ve Aksiyon – Necip Fazıl Kısakürek

Bu zamana kadar sayısız konuşmacı dinlemişsinizdir. Eğer dinlemediyseniz Necip Fazıl Kısakürek’in konferanslarını dinlemenizi tavsiye ederim. Üslup, tonlama vs. bir yana konferansların içeriği de sizi etkiliyor. “Nasıl oluyor da bir konuşma bu kadar dolu olabiliyor” diye düşünüyorsunuz. Konferansların kitaba çevrilmesi de bu durumu kanıtlıyor zaten. İman ve Aksiyon da Erzurum’da yapılan İman ve Aksiyon konferansını ve Kayseri’de yapılan Özlenen Nesil başlıklı konferansı içeriyor.

Sıkı bir Necip Fazıl Kısakürek okuruysanız kitaplarında sürekli tekrarlar olduğunu fark edersiniz. Aynı olaylardan ve kavramlardan çok kez bahseder. Ben bunu seviyorum. Kuvvetli bir hafızaya sahip olmadığım için önceki okumalarımı hatırlamama vesile oluyor. Üstadın her kitabında olduğu gibi bu kitap da ufkumun sınırlarını zorlamıştı. Bu yüzden zihnimizin zinde kalması için Necip Fazıl’ı sık sık okumak gerektiğini düşünüyorum.

Samet Çıldan

Son bir ay, kitaptan ziyade gazete okudum. Pek çok gazetenin -spor sayfaları hariç- hemen her köşe yazarını, her haberini didik didik ettim. Bir şeyleri anlamlandırmaya çalıştım. Anlayabildiğim şu: Çiğ yemişler ve karınları ağrıyor.

Paşalar (Talat-Enver-Cemal) – Ziya Şakir 

Üsküdar’da Kaknüs kitabevinden almıştım. Övgüsü de, yergisi de güzeldi. Pek çok hadiseyi şahsi defterine kaydettiği hatıralarla nakletmiş merhum. Özellikle pek bilinmeyen veya göz ardı edilen Talat-Cemal Paşa çekişmesine de şahsi mektuplarla yer vermesi benim çok hoşuma gitti. Günahları ve sevaplarıyla bir devrin muhteşem üçlüsünün her şeyden evvel hamiyetli, namuslu ve paraya tamah etmeyen ‘adam’lar olduğunu azıcık insaf sahipleri idrak eder.

Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz – S. Ahmet Arvasi

Balıkesir’de -Necatibey Eğitim Fakültesi de dâhil olmak üzere- on üç yıl hocalık yapmış; fakat sayın belediyelerimizin evine, hatırasına sahip çıkamadığı büyüğümüzün, berrak bir akıl ve duru bir kalple yazılmış hacimce küçük bir eseri. Bunu ve diğer eserlerini okurken talebelerinden dinlediğim hatıralar gözlerimde canlanır; onunla sabah ezanına dek evinde çay içer, sohbet eder, huzur bulurum. Ölülerimiz de olmasa nasıl yaşardık!

Celal Kuru

Son zamanlarda okumalarım iyice azaldı. Okurken o eski hazzı duymadığım da bir gerçek.

Bahaeddin Özkişi –  Göç Zamanı

Özkişi, kıymeti bilinmeyenlerden. Kısa öykülerinden müteşekkil bu kitabını severek okudum ve gönül rahatlığıyla herkese tavsiye edebilirim.

Hasan Ali Toptaş – Kuşlar Yasına Gider

Toptaş benim yazarım değil. Okurken epeyi zorlanıyorum. Yazarın en belirgin özelliği: yerliliği. Sırf bunun için okunur. Bu romanda en çok dikkatimizi çeken nokta ise hiç bilmediğimiz isimlerle, türkülerle tanıştırması. Hacı Taşan, Zaralı Halil, Fatma Türkan Yamacı, Hisarlı Ahmet, Nezahat Bayram, Talip Özkan, Seyit Çevik, Çekiç Ali gibi.

Orhan Pamuk – Beyaz Kale

Okumasaymışım bir şey kaybetmezmişim. Bazen sırf bu cümleyi kurabilmek için bazı kitapları okumak gerekir.

Necip Mahfuz – Midak Sokağı

Daha önce Mısırlı yazar Sunullah İbrahim’in, O Koku romanını okumuştum. Kendi ülkenin dışında sesini duyurmak istiyorsan ülkeni kötüle. Sanırım bu işin püf noktası bu. Nobel ödüllü Mahfuz’u da Orhan Pamuk’u da okurken bunu net bir şekilde görebilirsiniz. Yine de Midak Sokağı okunmaya değer bir eser.

Ara ara da R.D. Laing’in Bölünmüş Benlik adlı kitabını okuyorum. Aklımda kalan cümle şu; “Daima yanlış anlaşılmak acıyı ve yalnızlığı getirir.”

Feyyaz Kandemir

Victoria Rowe Holbrook – Aşkın Okunmaz Kıyıları

Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk kitabı etrafında Osmanlı Türk mesnevisinin poetikasını konu edinen bir çalışma. Mukayeseli okumalar gerektirdiğinden beni biraz fazla meşgul eden bir kitap oldu. Bilen bilir, Türk şiirinin tarihi bütünlüklü olarak ilk kez “A History Of Ottoman Poetry – Osmanlı Şiir Tarihi” adıyla bir oryantalist olan Wilkinson Gibb tarafından yazılmıştır. Holdbrook, başta bu yazar olmak üzere, Türk şiirine yönelik kalem oynatan diğer oryantalistlere de esaslı eleştiriler getiriyor. Bununla birlikte kendisinin de Türk şiirini kavramada bazı sakatlıkları olduğunu söylemem gerek. Fakat o kadar kusuru hoş görebiliriz. Oryantalizmin eleştirisini de yine oryantalistler yapıyor. Bedri Gencer hoca bu durumu şöyle ifade etmişti: Her ağacın kurdu kendinden olur. Tabiî bu bir hakikatin ifadesi olsa da, bizim tembelliğimize bir kılıf olmamalı.

Seydi Murat Reis – Gazâvât-ı Hayreddin Paşa (Haz. Ertuğrul Düzdağ)

Barbaros Hayreddin Paşa’nın hatıralarının ve gazalarının anlatıldığı bir kitap. Bizzat Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle yazılmış. Hayreddin Paşa kalem oynatmakta, şiir söylemekte mahir olan Seydi Murat Reis’e anlatmış hatıralarını, o da yazmış. Kitap tam bir deyim hazinesi. Kâfir iken Yahudi olmak, uzaktan taktaka etmek, denizi çorba kazanı gibi kaynatmak, kiliseye sadaka bırakıp günahını tazeletmek, gündüzü nevruz bayramına gecesi kadir gecesine dönmek gibi daha önce hiçbir yerde rastlamadığım güzel deyimler var. Ömrüm iktifa ederse ileride bir daha okurum bu Türk klasiğini. Çok sevdim.

Ferenc Molnar – Pal Sokağı Çocukları

Bir Macar klasiği. Kitabın asıl muhatabı aslında gençler; onlara dayanışma duygusu ve vatan sevgisi aşılamak için yazılmış. Fakat yetişkinlerin de zevkle okuyabileceği bir kitap. Çocukların oyun oynadıkları bir arsanın yine çocuklar tarafından müdafaası. Aslında vatanın müdafaası. Düşmanlar başka mahallenin çocukları ama esasen başta Ruslar olmak üzere, ‘dış mihraklar’.  Kitap aktüel bir yaramıza parmak basan trajik bir sonla bitiyor.

Edebifikir’e şiir seçkisi hazırlamak için Ahmet Murat ve Ali Ayçil’in şiir kitaplarını yeniden okudum:

Ahmet Murat – Kaf ve Rengi, Kış Bilgisi, Bir Şair Bisikletle, Kalbin Kararı

Ali Ayçil – Arastanın Son Çırağı, Naz Bitti, Bir Japon Nasıl Ölür

 


Ömer Az, Kitap Çok Sorgulama Dosyaları

Ömür Az, Kitap Çok I
Ömür Az, Kitap Çok II

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • dabdaba , 09/07/2018

    Sayın küçükkürtül yazısını whatsapptan yazıp mı göndermiş acaba. Kıymetli Dadak Bey nasıl Tahir’in dili kullanma gücüne dalıp gittiyse sayın küçükkürtülün yazısı da beni canımdan etti. işiniz varsa yazmayınız. yoksa güzel yazınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir