Edebifikir ekibi olarak beş soru belirleyip, bu soruları akademisyen, edip ve düşünürlerimize sormak, aynı sorulara farklı isimlerin vereceği cevapları görmek istedik. Böylelikle düşünürlerimizin fikirlerini mukayeseli olarak görebilme imkânına kavuşacağız. Bu minvalde altıncı söyleşimizi Lütfi Bergen ile gerçekleştirdik.
***
Fârâbî, Aristo’nun Fizik’ini 40, Kitâbü’n-Nefs kitabını ise 200 kere okuduğunu söylüyor. Sizin kitaplarla ilişkiniz nasıl? Okumak sadece kitapları mı okumaktır? Peki ya insanı okumak? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce kitap ile insan arasındaki ideal denge nasıl olmalıdır?
Ben de bazı kitapları döne döne okumaktayım. En başta gençliğimden beri Kur’an-ı Kerim’e sürekli dönen okuma rabıtamı muhafaza ettiğimi düşünüyorum. Hatta bütün kitaplarımda özellikle bugün çoğu kişinin “Kur’an’daki kıssalar mecazdır, onları tefekkürün merkezine almak hatalıdır” görüşünün aksine bir yöneliş bulunmaktadır. 2013’te TYB Ankara şubesinde Evlerimizi Kaybediyoruz – Yerlilik Meselemiz için bir kitap kritiği talep edilmişti. O toplantıda kitabın paradigmasının insanlığın Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennette evliliğine dayandığını, bu nedenle Allah Resulü’nün zina etmeyen bir şecereden geldiğini, hatta Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın da topraktan yaratılmasının öneminin kendilerinin atasız olarak yaratılmakla zinadan korunmuşluk olduğunu dile getirdim. Toplantıya katılanlardan bazı arkadaşlar “Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın topraktan yaratılmış olması “yaratıcı evrim” ile açıklanabilir. Zaten insanlık tek Âdem ve tek Havva’dan değil, yaratıcı evrimle meydana gelmiş binlerce Âdemle binlerce Havva’dan türemiştir” dediler. Ben itiraz eden arkadaşlara monogenist olduğumu (tek ata kuramına inandığımı), poligenist düşünceye İbn Haldun’da, Mevlana’da, Erzurumlu İbrahim Hakkı’da rastlanabileceğini, ancak böyle bir düşünceyle Allah’ın “Âdem’e isimleri (esmae kulleha) öğrettik” ayetinin izah edilemeyeceğini ifade ettim. Ayrıca dedim ki: “Eğer birden çok Âdem varsa, Kabil ve Habil kıssasında öldürülen Habil hangi Habildir?”
Sanırım bir sabiteye sahip olmanız gerekir. “Tarih” dediğimiz bilme biçimi öncelikle bir inanç alanıdır. Yani diğer ifadeyle ben vahyin anlattığı insanlığın başında Hz. Âdem’i görmekteyim. Dolayısıyla Kur’an’da benim tarihim Hz. Âdem ile başlamakta ise insanlığın tarihini artık başka bir varlık zincirinde aramamam gerekir. Yani ben Hz. Peygamber’in ata silsilesinin, Hz. İsa’nın, Hz. İbrahim’in ata silsilesinin evrim zincirine bağlanmasına razı değilim. Çünkü insanın evrimden geldiği kabul edildiği anda, onun ahlâk değerlerine bağlanmamış bir hayvan atadan geldiği de iddia edilmiş olmaktadır. Evrim sürecinde varoluş kazanmak ise, insanın “Kalu Bela”da söz vermesiyle, ismet sıfatlı bir varlık olmasıyla çelişkili geliyor bana. Dolayısıyla “okumak” dediğiniz şeyin bir paradigma olmadan gerçekleşemeyeceğini düşüyorum. Ben gençliğimde evrim fikri ile epey cebelleştiğimden bu meseleyi aşmadan yazı yazmaya başlamadım. Benim ilk yazım Dergâh Dergisi’ne (Mustafa Kutlu’ya) gönderdiğim “Tekniğin Kitleselleşmesi” başlıklı bir mektuptur. Ben bu mektubu yazdığımda, İsmet Özel’i, Nurettin Topçu’yu, Sezai Karakoç’u, Cemil Meriç’i, Fârâbî’yi okumuş biri olarak yazdım.
Hesabını tutmuş değilim ama Fârâbî’nin el-Medinetü’l Fâzıla kitabını sanırım yirmi beş kere okudum. İsmet Özel’in Üç Mesele, Kalın Türk kitaplarını; Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye, Ahlâk Nizamı, Kültür ve Medeniyet kitaplarını da defalarca okudum. TYB Ankara şubesinde ve bir sivil toplum kuruluşunda Nurettin Topçu okumaları yaptım. Her iki okuma programında da derslere katılanlar arasında metinler üzerinde tartışmalar da gerçekleştirdik. Böyle bir okuma (kıraat) sadece bireysel bir anlama gayreti olmaktan çıkarak müellifin meramının topluluk içinde mütalaa edilmesini sağlamaktadır. Yazarın metni nasıl okuduğu hususunu okuyucu ile paylaşmaya açması, okuyucunun yazarın okuma biçimine ilk elden itiraz etmesine de fırsat vermektedir.
Sorunuzun ikinci kısmında ise “insanı okumak” meselesine değiniyorsunuz. Kanaatimce “kitap okumak” ile “insanı okumak” farklı alanlardır. Bu soruyla neyi kast ettiğiniz sarih değil; belki yazarı “mürşid” konumuna oturtuyor, geçmişte de sufi pirlerin insanı okuduğunu ve onlara yol gösterici öğütler verdiğini ima ediyorsunuz. Soruda kast-ı mahsusa nedir, bunu idrak etmesem de ben kendimi “mürşid” konumunda görmediğim için “kitap okumak” ile “insan okumak” arasında ilişkisellik görmüyorum. Aslında benim 25 senelik yazı hayatımın verimleri olan kitaplara bakılırsa bunların irşaddan ziyade kavga metinleri olduğu görülür. Zira benim metinlerim kalıplaşmış paradigmalara karşı başka bir paradigma inşâ etme kaygısıyla kaleme alınmıştır.
İnsan taklitten tahkike giden bir varlık. Yani sürekli tekâmül halinde olmalı. Ama taklidin bir tür itaat olduğu da biliniyor. İtaat ise Kur’an-ı Kerim’in ana kavramlarından. Özgürüm diye bağırmaya zorlanan birinin özgürlüğünün de tutsaklık olduğunu göz önüne alırsak; çağımız insanının özgürlük ve itaat arasındaki problemini nasıl çözebiliriz?
Ben insanın tekâmül eden bir varlık olduğu yargınızı reddeden metinler yazdım. Bunun kanıtı Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabıdır. Keza, Türk’ün Kanadı At kitabımda tekâmülü bırakın, neredeyse göçebeliği olumlayan bir sosyal düzen talebi dile getirilmektedir. Kenti Durduran Şehir kitabım da keza öyledir. Metinlerimi dikkatle okuyan bir idrak görecektir ki, ben insanlığın başında şimdiki insanlıktan daha büyük, kudretli düzenlerin geldiğini iddia ettim. Aslında insanlık giderek Hz. Âdem zamanındaki üstün güçlerini, kabiliyetlerini kaybetmiştir. Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabının ana tezi, mealen şu ayete dayanmaktadır: “Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz onca imkânı kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmur indirip (evlerinin) altlarından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik.” (6 En’am 6).
Bu ayeti her okuduğumda hâlâ sırları çözülememiş Mısır uygarlığını, Maya-Aztek-İnka uygarlıklarını düşünürüm. Kayıp uygarlık Atlantis’in gerçek olabileceğini düşünürüm. Hz. Süleyman’ın rüzgâra binmesini, hayvanların dillerini bilmesini, yerin altında cin ve şeytanları çalıştırması ile zuhur eden uygarlığın büyüklüğünü tefekkür ederim. Böyle bir bakış beni Türkiye’de genel İslâmcı-muhafazakâr aydın katmanın “medeniyet” telakkisinden uzak bir yere sürüklemektedir.
Bütün bir İslamcılık ve muhafazakârlık tarihine bakınız. Namık Kemal, Said Halim, Said-i Nursi, Mehmet Âkif, Yahya Kemal, Sezai Karakoç, Necmettin Erbakan, Necip Fazıl çizgisi teknolojisttir, teknolojiyi ve otomobili merkeze alan bir uygarlık düşünün Müslümancasını görmüş, onu ufuk göstermiştir. Bu çizgi, “İlim Çin’de de olsa alınız” rivayetini “Batı’nın ilim ve teknolojisini alın” şeklinde okudu, okumaktadır. Oysa ben bu rivayeti “Çin’de bir ilim var, o ilmi alınız” şeklinde okumaktayım. Bu ters okuma nedeniyle bugün içinde yaşadığım aydın kanonun dışındayım. “Batı’nın ilim ve tekniğini kerhen alacağız” diyen İslâmcı-muhafazakâr aydınlar, bugün yaşadığımız kentleri insanlık tarihinin tabii seyri saymıştır. Necip Fazıl’ın İslam kenti, fabrika bacalarıyla minarelerin birlikte semaya yükseldiği bir metropol idi. Şimdi bu metropol’ün Hz. Peygamber’in (s.a.v.) inşâ ettiği Medine Şehri ile benzeşmesi nasıl sağlanacaktır? Bilindiği gibi Ayasofya tartışmaları yaşanıyor. Bu yapı, Hz. Peygamber’in doğumundan önce inşâ edilmişti. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’de böyle bir ibadethâne inşâ etmek sünneti koymamıştır. Keza, Sezai Karakoç, “Batı tekniği” anlamında sadece atom bombasına değil hidrojen bombasına taliptir. Yahya Kemal, İstanbul hayranlığına rağmen Boğaz’ın köylerine asfalt yollar yapılmasını ve o beldelere otomobille gidilmesini teklif etmiş, sanayi mamulü margarini tereyağdan üstün görmüştür. Bu teknolojist aydın tasavvuruna katılmayan iki müellif vardı: Nurettin Topçu, İsmet Özel. Yani “taklit”ten bahsedilecekse, Türk aydınının kahir ekseri Batı uygarlığının peşinde sayılabilir.
İnsanda, hayatını devam ettirmesini sağlayan üç temel kuvve vardır ki bunlar; “kuvve-i gadabiye”, “kuvve-i akliyye”, “kuvve-i şeheviyye” olarak sıralanıyor. Spinoza ise insanın özünün “arzu” olduğunu söylüyor. Sizce insan; bu üç kuvvetini nasıl dengeleyebilir. Modern zamanlarda ve şehirde yaşadığımızı göz önüne alarak cevaplar mısınız?
Benim Gerçek Hayat dergisinde yayımladığım bir yazı var: “Kötülüğün dört kaynağı.” (http://www.gercekhayat.com.tr/yazarlar/kotulugunun-dort-kaynagi/). Bu yazının başında sizin sorduğunuz soruda yer alan “üç kuvve” teorisine şöyle temas ediyorum:
Hüsameddin Erdem’e göre “Nefsin kuvvetleri meselesinde, birçok ahlâkçı İbn Miskeveyh’in tesirinde kalarak üç kuvvetten bahsetmiştir: a) Kuvve-i Fikriyye (Nutuk veya kuvve-i ilmiyye); b) Kuvve-i Gazabiyye; c) Kuvve-i Şeheviyye” (Hüsameddin Erdem, Ahlâk Felsefesi, Hüner Yayınları, 2009: 69).
Ondan sonra diyorum ki, “Biz insanda üç değil dört kuvvetin bulunduğu fikrini epeydir dile getirmekteyiz. Bu dört kuvvet, insandaki kötülüğün kaynağıdır: 1) Hayvanlık (Bütün filozoflar insana “konuşan hayvan” demiştir); 2) Şiddet, gazab, parçalayıcılık; 3) Sapkınlık (Nifâk, hile, tuzak kurma, hıyanet, haset, düşmanlık) 4) Hevâsını ilah edinme, ululanma. Böylece dört kuvvet, dört erdemle (İffet, Şecaat, Hikmet, Adalet) dengelenir ve insan tevhid inancının gereği olan ahlâk erdemiyle hayat emanetini sahibine (Allah’a) teslim eder.”
Görüldüğü üzere öncelikle “üç kuvve” teorisini kabul etmiyorum. Ahlâk Ayaklanması kitabımda da yer alan bu dört kuvve teorisi, insanlığın Hz. Âdem’den beri tek töresi olduğunu ileri sürüyor. Türkiye’de ahlâk kitaplarının tamamı ahlâkı “Kur’an ahlâkı” olarak ele alıyor. Peki ama Hz. Peygamber’in henüz Kur’an nazil olmadan önce putlara tapmayan, emin, dürüst, ismet sahibi, sıla-i rahim yapan, mazlumları koruyan, adaleti koruyan bir şahıs olarak itibar görmesi nasıl açıklanacaktır? Kaldı ki kendisine hiç kitap ve suhuf verilmemiş resuller, peygamberler var. Bu zatların ahlâkı nasıl izah edilecek? Yahut Lokman Hekim’in peygamber olmadığı halde oğluna yaptığı ahlâkî öğütler nasıl yorumlanacaktır? Dolayısıyla benim Ahlâk Ayaklanması kitabımda savunduğum paradigma ahlâkın Hz. Âdem’e verilen bilgiden (esmae kulleha) kaynaklanan bir töre olduğu yolundadır. Eski Türkler bu töreye göre teşkilatlanmışlar ve toplumlarında zinayı, hırsızlığı, oburluğu, yalancılığı, haksız yere adam öldürmeyi yasaklamışlardı. Yani ahlâkın kaynağı antik filozofların dediği gibi “doğal hukuk”, Durkheim’in iddia ettiği gibi “toplum”, Kant’ın iddia ettiği gibi “akıl” değildir.
Sizin sorunuz, insanın riyazetle kendini nasıl ahlâksızlıktan koruyacağına dairdir. Ayrıca bu soru ruhbanlığı meşrulaştıran bir mantığın ürünüdür. Çünkü bu üç kuvvenin teskininin en kestirme yolu evliliktir.
Nitekim Ahlâk Ayaklanması paradigması Fârâbî-Tûsî-Devvânî-Îcî çizgisinde ahlâkı “aile-tedbirü’l menzil” temelinde görmektedir. “Üç kuvveyi nasıl dengeleyebiliriz” sorusu da şimdi cevaplanabilir: Allah Resulü (s.a.v.) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuruyor. Başka bir rivayette “Evlenen, imanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allah’tan korksun!” buyurulmaktadır. Nitekim “İçinizden bekâr olanları evlendirin” (24 nur 32) ayeti de “arzu”, “şehvet” ve “gazab” kuvvelerini teskin eden bir ilaç değil midir?
Zygmunt Bauman “Aydınlanma” ve sonrası düzen ile ilgili yaptığı değerlendirmede, liberallerin tarih değerlendirmesinin aksine Aydınlanma çağı olarak geçen toplumsal-entelektüel akımın; hakikat, akıl, bilim, akılcılık lehine büyük bir propaganda uygulaması olduğunu, zihni karışık, baskı altındaki kitlelere bilgeliğin ışığını getirmek gibi bir soylu düşü de olmadığını söyler. Ona göre bu düzen salt tasarlanmış bir toplum mekanizması husule getirmeyi amaçlar. Bauman’ın bu değerlendirmesi üzerine düşündüğümüzde, içinde yaşadığımız “akıl” düzeninin -iddia ettiğinin aksine- insanlığı “bilge”liğin ışığına kavuşturmak gibi bir gayesinin olmadığını, aksine toplumu salt bir “mekanizma” olarak kurmak üzere var olduğunu müşâhede ediyoruz. Böylesi bir düzen etrafımızı dört bir yandan sarmışken, nasıl bir yaşam sürmek bizi bu “mekanizma”nın dışında tutabilir?”
Öncelikle herkesin “bilge” olması imkânsızdır. İsteyen kişi de bilge olamaz. Yani deseniz ki, “bilge adamlar yetiştireceğiz”, bu ufkunuz bakımından sizin haddinizi aştığınız dahi söylenebilir. Bunu niçin böyle görüyorum? Çünkü Kur’an’da “O, hikmeti dilediğine verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir.” (2 Bakara 269) ayeti vardır. Yani hikmet kesbî bir alan değildir. Hatta Tirmizî’de Resulullah’tan (s.a.v.) “Mümin’in ferasetinden korun, zira o Allah’ın nuru ile bakar” şeklinde bir rivayet nakledilmiştir. Bauman’ın görüşüne bu zaviyeden bakıldığında soruyu yeniden tanzim ederek sormak istiyorum: “İnsanın kendini bilgeliğin ışığına kavuşmak gibi bir hedefe yerleştirmesi mantıklı mıdır?” Eğer (2: 269) ayeti hatırınızda ise böyle bir soruya “evet” diyemezsiniz.
Gençken sohbet ettiğim bir arkadaş grubuyla İstanbul’da sahabe kabri ve evliya kabri ziyaretlerine gider, selam verir, ruhlarına Fatiha okur, Allah’a dua ederdik. Böyle bir ziyarette arkadaşlardan biri dua sırasında vecd halindeyken gayr-ı ihtiyarî şekilde cebimden koku şişemi çıkarıp bir miktar sürünmüştüm ki, dua buyuran arkadaşın “Aman Allah’ım bana bir şeyler oluyor, cennet kokusu duyuyorum” şeklinde mırıldandığını gördüm. Arkadaşım riyazet ehliydi ve bahsettiğiniz “bilge”liğe ermeyi “yol” eylemişti. Kendisi elimdeki koku şişesini görünce hayal kırıklığı yaşamıştı.
Bilgelik Allah’ın dilediği kuluna indirdiği bir hikmettir. Nitekim Hasan el-Basrî Hazretleri “Siz sahabeyi görseydiniz deli derdiniz, onlar sizi görseydi bunlar Müslüman değil derlerdi.” buyurmuştur.
Türk toplumunun yüksek sanat, düşünce, bilim üretebilmek noktasında bir hayli zamandır sıkıntı yaşadığı ortadadır. Elbette bunun burada sayılamayacak kadar çok nedeni olabilir ve bunlar arasında bizlerin duyuş, kavrayış ve ifade ediş açısından yaşadığı problemler de bulunmaktadır. Farklı sonuçlar alabilmek için farklı şeyler yapmak gerektiğine göre, doğrudan bizden kaynaklanan problemleri tespit ve çözebilmek adına elzem olarak ve acilen hangi adımları atmalı, hangi hususlarda değişikliğe gitmeliyiz?
Öncelikle, Mekke’de İslâm’ın nasıl neşet ettiğine dikkat kesilmek gerekir. Türkiye’de “sünnet”ten bahsedilince insanların akıllarına Medine’de ortaya çıkan toplum geliyor. Oysa “Hz. Peygamber’in sünneti” kavramının içinde “şehir kuran peygamber” tasavvurunun da dâhil edilmesi gerekir. Mesela, bugün kimi çevrelerde “medrese” tartışmaları yapılıyor. Oysa bu müessesenin varlığı Mescid-i Nebevî’nin varlığı ile kayıtlıdır. Yani siz “Medine” inşâ edememiş bir toplumda “medrese” inşâ etmeye yönelen bir entelektüel zemini esas alarak soru soruyorsunuz.
İkinci olarak, Mekke’de Müslüman olan her sahabe, bu dini kabul ettiği anda Hz. Peygamber gibi zina etmeyeceğini, yalan söylemeyeceğini, doğru sözlü olacağını, istihdam ettiği kişinin emeğini sömürmeyeceğini, stokçuluk yapmayacağını, tartıyı doğru tartacağını bilmekteydi. Yani iman etmek daha ahkâm ayetler inmediği halde ahlâk değerleriyle yaşamayı gerektirmekteydi.
Eğer günümüze dönerek bir kıyaslama yaparsak Müslümanların bu değer alanında olmadıkları ortaya çıkar. Şu an sokağa çıkıp “Dindar olduğunu ileri süren birine ne kadar güveniyorsunuz?” diye sorulsa, alınan cevabın yüksek olmayacağı görülecektir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine müşrikler tarafından emanet edilen malları, onlar tarafından öldürüleceğini duyduğu halde “ganimet” saymamış ve iadeleri için Hz. Ali’yi görevli bırakmıştır. Anlaşılacağı üzere, sorunuzu “yüksek sanat, düşünce, bilim üretmek” bağlamında sormaktasınız. Bu soru kimi yazarların “Müslüman öncülerin yetişmesi için bin kitaplık listedir” türünden tavsiyeleri alanındadır. Kanaatimce buradan bir çıkış yolu bulmak mümkün değildir. Sanat, düşünce, bilim muhit işidir. Usta-çırak ilişkisini gerektirir. Bizim geleneğimizde bilgi herkese emanet edilmeyen ve talib’in ahlâka intisabına göre derece derece kendisine bırakılan bir değer idi. Yani bilgi sahipleri, bilgiyi taşıyabilecek, temsil edebilecek, hayr için kullanabilecek kimselere yüklerdi. Nitekim Fütüvvetnâme adlı eserlerde bilginin teslim edilme şartının ahlâk olduğu açıkça görülmektedir. Dolayısıyla üniversitelerin, modern dönemin eğitim müesseselerinin bahsettiğim “pir-talib” ilişkisini inşâ edebileceğini düşünmüyorum. Kitap okuyarak da “yüksek sanat, düşünce, bilim üretmek” mümkün görünmüyor.
Üçüncü olarak, Türkiye’de düşünce, sanat ortamının “seçkin” kişilere tahammülü var mı? Genel paradigmayı kıran kişilere sanat, düşünce, bilim ortamlarında alan açılmaması mümkün değil.
Dördüncü olarak, sanatkâr, düşünür, bilim adamı denilen kişilerin “özel” kişiler olduğu kanaatindeyim. Onlar seçkin varlıklardır. Orhun yazıtlarında bir ifade var: “Tengriküçbirtük üçün.” Yani, “Tanrı bana güç verdiği için.” Yahut şu: “tengriyarlıkadukın üçün özüm kuutum bar üçün kaganolurtum. Yani,“Tanrı lütfettiği için, ben de kutlu (talihli) olduğum için tahta geçtim.”(KT, G: 9). Aslında “vasat” bir yapının “seçkin” birini yetiştirmesi imkân dışıdır. Seçkinler toplumlarına Allah’ın lütfudur. Çok dua etmek gerekir.
Lütfi Bergen kimdir?
1964 Ankara doğumlu. İ.Ü. Hukuk Fakültesi mezunudur. Dergâh, Ülke, Hece, İdeal Kent, Düşünen Siyaset, Hak-İş Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi, İtibar, İştiraki, Anadolu Gençlik, Sebilürreşad, Birikim, Turan, Yolcu, Millî Mecmua dergilerinde; Yeni Şafak ve Star gazetelerinde, Al Jazeera Türk, Arkitera Mimarlık, Sebilurreşad gibi mecralarda makaleleri yayımlandı. Sempozyum, çalıştay ve panellere bildirileriyle katıldı. Edebi Metinde Din-İktisat başlıklı kitabına 2012 TYB Edebi Tenkit Ödülü verildi. İslâm Şehri, İslâm Siyaset Düşüncesi, Kent Teorileri, Türk Düşüncesinde Medeniyet, Ahilik, İbn Haldun ve Umrancılık, Erken Dönem Cumhuriyet Hikâyesi, İnsan Hakları, İslâmcılık Düşüncesi, Feminizm, Toplumsal Cinsiyet, Aile Sosyolojisi gibi konularda çalışmaları bulunan yazar 2015-2018 yılları arasında Yeni Söz gazetesinde, 2019’da Gerçek Hayat Dergisi’nde yazılarını yayımladı.
Yayımlanmış kitaplarından bazıları: Azgelişmişlik Üstünlüktür, Ahlâk Ayaklanması, Milli Görüş ile Altı Ders, Umrandan Medeniyete, Kul Hakları, Havva’nın Evsiz Kızları, Türk’ün Kanadı At, Hanif Türk- Gök Millet (Nuh’un Töreli Torunları).
Diğer Söyleşilerimiz
Ali Haydar Haksal
Dr. Şavaş Ş. Barkçin
Dr. Yunus Emre Özsaray
Dr. İbrahim Aksu
Prof. Dr. Ömer Türker
1 Yorum