Edebifikir ekibi olarak beş soru belirleyip, bu soruları aydın, akademisyen, edip ve düşünürlerimize sormak, aynı sorulara farklı isimlerin vereceği cevapları görmek istedik. Böylelikle düşünürlerimizin fikirlerini mukayeseli olarak görebilme imkânına kavuşacağız. Geleneksel hâle getirmeye niyetli olduğumuz söyleşilerden ilkini Savaş Ş. Barkçin ile gerçekleştirdik. Keyifli okumalar…
***
Fârâbî, Aristo’nun Fizik’ini 40, Kitâbü’n-Nefs kitabını ise 200 kere okuduğunu söylüyor. Sizin kitaplarla ilişkiniz nasıl? Okumak sadece kitapları mı okumaktır? Peki ya insanı okumak? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce kitap ile insan arasındaki ideal denge nasıl olmalıdır?
Çok kitap okumak da, aynı kitabı çok kere okumak da tek başına bir fazilet değildir. Kişinin tek bir hikmeti duyup onunla amel etmesi, bir an durup Mevlâ ile arasının nasıl olduğunu kendine sorması, Aristo’yu iki yüz kez okumaktan daha faziletlidir. Nitekim Fârâbî’nin itikadî sıkıntılarından anlıyoruz ki bu okumalar onun için faydalı değilmiş. Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurur: “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” Eğer o imanını temel yapıp öyle okusaydı, hakka daha çok yapışırdı.
İki asırdır yönümüz şaştığı için yolumuz da şaştı. Nesnelerin, şahısların, araçların anlamları bile bambaşka şekle büründü. Kitap ve kitap okumak fiili de bambaşka hâle geldi.
Ülkemizde “muhafazakâr” denilen kesim önce Batıcılar’ın okuduklarını okumaya çalıştılar. Sonra onlar gibi yazmaya çalıştılar. Böylece “biz sizin bildiğiniz dindarlardan değiliz, bakın daha moderniz” mesajı vermek istiyorlardı. Kitabı daha çok bir statü aracı olarak gördüler. Kitabın içeriği ve kıymeti giderek geride kaldı. Batılı klasikleri ve felsefe kitaplarını okumayı değerli görüp, gençlere de öyle gösterdiler. Batıcı tarzda bir “aydın” sayılmak için dillerini büktüler, uydurukçaya sarıldılar. Nitekim geçenlerde meşhur İslâmcı bir abinin gençlere tavsiye ettiği okuma listesine baktım. “Çağı anlamak için” diye verdiği listedeki elli kitap arasında bir ilim, irfân kitabına, hatta bir müslümana ait olan bir kitaba bile rastlayamadım.
Taşralıların geldikleri büyük şehirlerde okutup mühendis veya doktor yapmak istedikleri evlâtları kitaba bambaşka bir anlam yüklediler. Üstelik ne okudukları, ne de okuma tarzları kendilerine özgü oldu. Ders kitaplarını ve okudukları bölümleri hayattaki her şey sandılar. Dinimizin hükümlerini pek merak etmediler. İlmihâl bilmeden İslâmcı olabildiler. Her şeyin başına “İslâm” kelimesi koyunca her şeyin düzeleceğini düşünenler oldu. Batı’dan apardıkları “anayasa” kavramını Kur’an-ı Kerim’e yamayanlar, Batı’daki zulümlerin hem sonucu hem de kaynağı olan “devrim” kelimesinin başına İslâm’ı koyunca her şeyin güllük gülistanlık olacağını sananlar gibi… Bir de üstüne Kelâmullah’ı sadece bir “metin” olarak görüp, Allah’a ve onun kelâmına karşı edebi, haddi, ahlâkı bir tarafa atanlar çıktı.
Bu ilk nesil taşralıların serüveniydi. Onların rahat içinde, en iyi okullarda okuyan evlâtlarında başka bir sapma daha meydana geldi. Bunlar da okudukları İngilizce bir iki kitaptan dolayı dünyayı çok iyi bildiklerini düşünüp ahkâm kesmeye başladılar. Liberal oldular, feminist oldular, çevreci oldular, kapitalist oldular. Tahsilli cehâlet bu kez başka bir hâl aldı. Sapmanın sonu yok, çünkü doğru yol tektir, yanlış yollar ise sonsuzdur. Kimse kulluğunu hatırlamak, hatırlatmak istemedi. Her biri bir Batılı bâtılın peşine düştü. Üstelik başörtüsü takarak, namaz kılarak, sakal bırakarak… Bir dostumun söylediği gibi “Müslümanlar Müslümanlık’tan bıktı.”
Bugün kitap da, okumak da büyük bir imtihan… Bir yandan okumadan, öğrenmeden hayatlarını geçirenler; öte yandan hayatlarını sayfaların arasına gömen, bunu kulluk için yeterli görenler…
Kitap iyi bir şeydir, ama her şey değildir. Okumak iyi ama okuyarak “adam” olacağını sanmak yanlıştır. Kitap sadece bir araçtır. Kimin o araca gönlünü ve zihnini yüklediği, sizin o araçtan “kulluk” yolunda ne elde ettiğinizdir asıl önemli olan. Adam olmayan adamın yazdığı kitaptan ne olur? İsterse en meşhur filozof, şair, edebiyatçı veya siyasetçi olsun. Esas kitap insandır. Çünkü bitmeyen tek kitap odur. İçine, üzerine sürekli yazılmaktadır. Hikmet, irfân, ilim hep kulluğun mefhumlarıdır.
Kendimizi, âlemi, kısacası insanı okumak gerekir. Asıl okunması gerekenler kendini okumuş insanların eserleridir. Filozoflardan, Batılı isimlerden önce ârifleri, velîleri, gerçek mütefekkirleri ve edibleri okumak gerekir.
İki asırdır dışarıyı seyretmekten kendi evimize bakmayı unuttuk. Sadece kalplerimize değil, aklımıza da sahip çıkmalıyız. Akla sahip çıkmak her şeyin, her bilginin, kavramın aslını imana bağlamak ile olur. Kişi Bourdieu veya Marks’ın dedikodusunu yapınca imanı daha çok parlamaz. Allah’a yakin elde edemez. Amel işlemiş olmaz. Ama bunlara iman ve ibret nazarıyla bakarsa, bunların arada bir hak söylediklerini hikmet olarak alır, bâtıl söylediklerini ibret nazarıyla reddederse kazanır. Gerçek şu ki bu kadar bâtılın içinde bir gram hak arayacağımıza, hak olduğunu bildiklerimizin kitaplarından kıymet devşirmeliyiz.
İnsan taklitten tahkike giden bir varlık. Yani sürekli tekâmül halinde olmalı. Ama taklidin bir tür itaat olduğu da biliniyor. Özgürlük sûfiler hariç Müslümanların gündemine Batı’nın etkisiyle giren bir kavram. İtaat ise Kur’an-ı Kerim’in ana kavramlarından. Özgürüm diye bağırmaya zorlanan birinin özgürlüğünün de tutsaklık olduğunu göz önüne alırsak; çağımız insanının özgürlük ve itaat arasındaki problemini nasıl çözebiliriz?
Biz -hamdolsun- küfrü bilmiyoruz. Küfür demek “ben-tapınma” demektir. Kişi önce “ben” der, sonra bencil olur, en son “ben”i tanrı edinir. Böylece benliğinin egemenliğine girer. “Ben” diyenin başka bir insanı öne alması, ona şefkat göstermesi mümkün değildir. Bu “bencillik” bireyciliğe, yalancılığa ve ikiyüzlülüğe yol açar. Batı felsefesi bunun örnekleriyle doludur. İnsanın özgürlüğünü akla dayandıran Kant bile bakarsınız ırkları renklerine göre “iyi-kötü” diye ayırır. “Her insan özgür doğmuştur, o hâlde özgürlük bizim temel hâlimizdir” diyen Locke’a bakarsınız köle alıp satar. “Bütün insanlar eşittir” diyerek ABD’yi kuran Washington ve Jefferson bu “insan” tanımına zencileri dâhil etmezler. Tam aksine onlar, zencileri köle olarak çalıştıran toprak ağalarıdır. “Ötekinin yüzü” diyerek kişinin “öteki”ne zulmetmesine engel olmak isteyen Levinas, İsrail’in Filistinliler’e yaptığı zulmü destekler.
Müslümanların hâlâ kavrayamadığı şey, küfürdeki insanın gerçek “insanlık”tan uzak olmasıdır. Yani, güneşe gözünü yumanın ışığı tarif etmesi ne kadar abes ise, benliğini tanrılaştırmış birisinin bize hakîkati anlatması da o kadar abestir. O da “özgürlük” der, ben de, ama kastımız bambaşkadır. Mevlânâ hazretlerinin buyurduğu gibi: “’Şîr’ Arapça ve Farsça’da aynı şekilde yazılır. Ama Arab onu ‘arslan’, Fars ise ‘süt’ diye anlar.” Müslümanların küfrü anlayamaması ve normal karşılamasının sebebi kendi aslından giderek uzaklaşmasıdır.
İman ve küfür arasındaki temel fark, kişinin kendini bağladığı asıl ile ilgilidir. Kişi neye “itâat” ediyorsa ona göre mânâ ve değer kazanır. Hayra itâat “taât”, şerre itâat ise isyândır. Mevlâmıza itâat âdemiyyet, nefsimize itâat ademiyyettir. “İtâat” “teslim olmak” demektir. Müslümân “teslim” olmuştur, ama nefsine değil. Batılı veya Doğulu kâfir teslim olmuştur ama nefsine…
Kişinin silki silmi olmalıdır. Yani sülûku, yolu, mesleği selâm, selâmet, teslimiyyet üzerine olmalıdır. Silki silmi, silmi silki olmayanın insaniyyeti de yok olmaya başlar.
Aynı bunun gibi “hürriyet” de iki yönlüdür. Neyden hür olduğumuz aslında neye teslim olduğumuza bağlıdır. Hakk’tan kendini hür sayan nefsine teslim olmuştur. Böyle bir kişi ben-tapınmaya kadar gider. Hayvandan bile aşağı derekeye düşer. Nefsinden hür olan ise meleklerden bile üstün dereceye yükselir. Kulun dünya imtihanı zaten budur. Mümin için “hürriyet”, “haklar”, “irade” gibi kavramlar ancak bu ölçüyle değer kazanır. Bu kavramlar üzerine tonlarca yazı yazmak ve okumak kişiyi tek başına adam etmez.
Küfür ikiyüzlülük üreten bir şeydir. O yüzden bir yandan “özgürlük” propagandası yaparken, öte yandan nefse hitap eden her şeye esaret üretir. “İrade” propagandası yaparken nefsi manipüle eden bilim gibi, ekonomi gibi, reklamcılık gibi modern otoritelere teslimiyet üretir. Öyle ki insana şekerli ve gazlı bir içecek reklamında “obey your thirst” (“susuzluğuna itâat et”) emrini bile verdirir.
Müminde ikilik olabilir ama ikiyüzlülük olamaz. Müminin birlenmesi gerekir. Birlenmek Mevlâ’ya tam teslimiyet iledir. Yani, Rabbimizin kelâmına, Rasûlü’nün sözlerine ve davranışlarına, onların âşığı olan âriflerin yoluna…
İnsanda, hayatını devam ettirmesini sağlayan üç temel kuvve vardır ki bunlar; “kuvve-i gadabiye”, “kuvve-i akliyye”, “kuvve-i şeheviyye” olarak sıralanıyor. Spinoza ise insanın özünün “arzu” olduğunu söylüyor. Sizce insan; bu üç kuvvetini nasıl dengeleyebilir. Modern zamanlarda ve şehirde yaşadığımızı göz önüne alarak cevaplar mısınız?
Her cümleye, her tesbite “modern zamanlar” diye başlamak veya “modernite bize şunu bunu etti” gibi boş klişelerden uzak durmak gerekir. İşin esası imandır, kulluktur. Nerede, hangi zamanda yaşarsak yaşayalım, hangi sıkıntıyla karşılaşırsak karşılaşalım kulluk vazifemiz aynıdır.
“Arzu, emel, istek, fayda” gibi kavramlar mümin olan ve olmayan için farklı anlamlar taşır. Nefsânî arzular, emeller, istekler iman eden için bir yandan imtihandır. Öte yandan ise onun iş yapma kuvvetinin temelidir. İbâdet anlamında “tâat” ve “itâat” aynı köktendir. Demek ki itâat edilmeden tâat olmaz. Kulun imtihânı zaten bütün bu kuvvetleri nefsinin ve bâtılın değil hakkın emrine vermektir. Kişinin ahlâkı bu çaba ile olgunlaşır. Geri kalan “arzular, emeller, istekler” sadece nefsin bencil ve yıkıcı eylemlerine yol verir.
Kişi kulluğunu idrâk ettiği anda bütün vasıfları değişir. Nefsine tâbi olmaktan çıkar, nefsini murakabe eder hâle gelir. O zaman şehveti de, gazabı da, aklı da hayır yönüne döner. İnanmayan birisiyle zâhiren aynı işi yapsa bile âleme güzellik ve hayır yayar. Onun işi, fikri ve duygusu iman etmeyene benzese de ne kaynağı, ne de menzili aynı olur. Hatta Allah’ın reddettiği işleri, yani günahları yapması bile inanmayan birisinin yaptığından tamamen farklıdır. Çünkü “hak” ve “hayır” bilen bir kişinin günâhı tevbeye dönerse onun olgunluğuna basamak olur. Kulun en büyük sermayesi niyetidir. Kâfirle mümin aynı işi yapar görünse bile, müminin Allah’a olan bağı ve niyeti yüzünden işi bambaşkadır.
O halde müminin siyaseti de, ticareti de, tefekkürü de, sanatı da başka olmalıdır. Eğer başka olmuyorsa kul nefsinden korkmalıdır. Demek ki gafleti koyulaşmış, Allah’tan uzaklaşmıştır.
Modern zamanlarda yaşıyor olmamız bu hakîkati değiştirmez. Bizim derdimiz modernite değil. Zaman ile, mekân ile bir sorunumuz yok. Kul her zamanın, her mekânın insanıdır. Çağımıza, devrâna atıp tutmak yanlıştır. Mümin için “dem bu dem” düstûru esastır. Geçici olana o derecede kıymet vermez. Modernlik ise geçiciliğin yüceltilmesi demektir. Kendi nefsânî zaaflarımızı kalkıp moderniteye, şehre, şuna buna yıkmak da bir nefsâniyet emâresidir. Zaman, mekân ve kavramlar değişse de kulun işi değişmez.
Kulun işi Allah ve Rasûlü’nün ahlâkıyla, edebiyle bezenmektir. Yani Rahmân ismiyle, Vedûd ismiyle, Kahhâr ismiyle, Gaffâr ismiyle ahlaklanmalıdır… İşte o zaman güzel kul olur. Rasûlullah Efendimiz’in sünneti buna yoldur. Bu ahlâkı kazanma yoluna girip, nasıl bir insan olacağımızı bize gösteren en güzel örnek O Yüce Zât’dır.
Zygmunt Bauman “Aydınlanma” ve sonrası düzen ile ilgili yaptığı değerlendirmede, liberallerin tarih değerlendirmesinin aksine Aydınlanma çağı olarak geçen toplumsal-entelektüel akımın; hakikat, akıl, bilim, akılcılık lehine büyük bir propaganda uygulaması olduğunu, zihni karışık, baskı altındaki kitlelere bilgeliğin ışığını getirmek gibi bir soylu düşü de olmadığını söyler. Ona göre bu düzen salt tasarlanmış bir toplum mekanizması husule getirmeyi amaçlar. Bauman’ın bu değerlendirmesi üzerine düşündüğümüzde, içinde yaşadığımız “akıl” düzeninin -iddia ettiğinin aksine- insanlığı “bilge”liğin ışığına kavuşturmak gibi bir gayesinin olmadığını, aksine toplumu salt bir “mekanizma” olarak kurmak üzere var olduğunu müşâhede ediyoruz. Böylesi bir düzen etrafımızı dört bir yandan sarmışken, nasıl bir yaşam sürmek bizi bu “mekanizma”nın dışında tutabilir?”
Bu apaçık gerçeği Bauman demiş diye kabul etmek zorunda değiliz. Bu gerçeği Batı’yı iyi tanıyan herkes bilir. Fakat bu sözün aksine, bu aldanış ve aldatma Batı’da sadece modernistlere veya liberallere has değildir. Mütehakkim düzene mensup her düşünür aynı sapmanın içindedir. Marksisti, sosyalisti, modernisti, postmoderni, demokratı fark etmez. Çünkü Mevlâ’dan kopan her düşünüş, her oluş, her davranış insanı aslından koparır. Ahlâktan, merhametten, adâletten koparır.
Modern Batı, tarihteki birçok küfür düzeninden birisidir. Geçmiştekilerden en büyük farkı, yalanı bir sanat haline getirmesi ve yalanı gerçek gibi gösterebilmesidir. Daha evvelkiler böyle bir gayri-insani derekeye düşmemişti. Siyaseti ahlâksızlığa dayanan bir toplumun bilimi, tıbbı, reklamcılığı, sosyolojisi, felsefesi ahlâklı olabilir mi?
Bu yüzden Batı’nın kendi zulüm düzeninin kurarken süsleyerek takdim ettiği kavramlar, şahıslar, dönemler bizim için ölçü değildir. “Aydınlanma” da böyledir. Ne var ki Bauman söylediğinde “vay be” diyen İslâmcılar bunu bir mümin söylediğinde kulak asmaz. Âyete, hadîse, âriflerin hikmetlerine bakmaz. Çünkü İslâmcılar dine ulaşan değil, din ile uğraşan insanlardır. Hepsinde gizli bir Batıcılık vardır. Batılı bir isim ve kavram onlara bir ârifin isminden veya bir anlık Rabbimizi tefekkürden daha sevimli gelir.
İşte mesele tam da budur: İslâmcılık, çağı ve Batı’yı anlamaya uğraşırken kendini ve Rabbini tanımayı unutmuştur.
Türk toplumunun yüksek sanat, düşünce, bilim üretebilmek noktasında bir hayli zamandır sıkıntı yaşadığı ortadadır. Elbette bunun burada sayılamayacak kadar çok nedeni olabilir ve bunlar arasında bizlerin duyuş, kavrayış ve ifade ediş açısından yaşadığı problemler de bulunmaktadır. Farklı sonuçlar alabilmek için farklı şeyler yapmak gerektiğine göre, doğrudan bizden kaynaklanan problemleri tespit ve çözebilmek adına elzem olarak ve acilen hangi adımları atmalı, hangi hususlarda değişikliğe gitmeliyiz?
Düştüğümüz perişanlığın aslında o kadar çok sebebi yok. Tek bir temel sebebi var: Biz aslımızdan koptuk. Aslımızdan, yani fıtrat, iman ve kulluktan… İmam Şiblî hazretleri bir gün bir yerden geçerken bir vâizin halka “Allah mahşerde şunu şunu soracak” diye konuştuğunu duyar. Ona seslenir: “Ey vâiz! Allah o kadar çok soru sormayacak. Bir tek şey soracak: “Ey kulum, dünyada Ben seninleydim, peki ya sen kiminleydin?”
Evet, hepimiz müminiz diyoruz ama mümin değilmişiz gibi okuyor, yazıyor, iş yapıyoruz. O yüzden bu kadar çok yazmaya, konuşmaya, makâma, paraya-pula rağmen hâlâ aynı perişanlık içindeyiz.
Bizi vasfeden tek sıfat kulluktur. Kulluğa sahip çıkmak, ona kıymet vermek, onun gereğini yapmak zorundayız. “Entellektüelizm” burada en büyük belâ olarak ortaya çıkıyor. Amelden, samimiyetten, imandan kopuk bir okuma, tefekkür, tartışma, sanat ve siyaset bizi biz olmaktan çıkardı. Hatırlamamız gereken, yani zikretmemiz gereken Mevlâ’dır. O’nun murâdı, Rasûlullah Efendimiz’in Sünneti ve onun takipçileri olan âlim ve âriflerin örnekliğidir.
Şu anda en âcil olan şey, müminlerin mümin olduklarını hatırlamasıdır. Her fikirde, her davranışta, her işte… Bir yandan mümin olduğunu haykırmak, ama bir yandan da “başka birileri gibi” siyaset, sanat, ticaret, felsefe yapmak itikâdı bozuyor.
İkinci yapmamız gereken, entellik ile âlimliğin aynı şey olmadığının farkına varmaktır. Daha bir ilmihâl okumadan “İslâm âlemi”nin sorunlarını tartışmanın nefsin bir belâsı olduğunu fark etmek gerekiyor.
İmanı kalbimizin ve aklımızın merkezi yapmadan, iki asırdır kaybettiğimiz kendimizi hatırlamadan “biz” olamayız.
Bizde bilim de, sanat da ilim ve irfân yoludur. Merkezinde kulluk vardır. Önce buna uyanmak gerekir. Bilim ve sanatta kendilik esastır. Biz Batı yüzünden kendimizi kaybetmedik, kendiliğimizi fedâ ettik. Tekrar “kendimize gelmek” için kendi ilim ve irfân kaynaklarımıza, kendi dilimize, kendi kavramlarımıza önem vermeliyiz. Özgün düşünce ancak böyle gelişir. Ancak böyle bir özgün düşünce özgün eylem üretebilir. Bu, dünyaya kapanmak anlamına gelmez. Aksine, kendilik ne kadar güçlenirse dünyaya açıklık da o kadar güçlenir. Çünkü ancak kendini bilen kişi, dünyadaki iyi ve güzeli seçebilir, onları alıp içselleştirebilir.
4 Yorum