Prof. Dr. Ömer Türker: “Tefekkür kulluğun en gözde parçasıdır.”

Edebifikir ekibi olarak beş soru belirleyip, bu soruları aydın, akademisyen, edip ve düşünürlerimize sormak, aynı sorulara farklı isimlerin vereceği cevapları görmek istedik. Böylelikle düşünürlerimizin fikirlerini mukayeseli olarak görebilme imkânına kavuşacağız. Bu minvalde beşinci söyleşimizi Prof. Dr. Ömer Türker ile gerçekleştirdik.

***

Fârâbî, Aristo’nun Fizik’ini 40, Kitâbü’n-Nefs kitabını ise 200 kere okuduğunu söylüyor. Sizin kitaplarla ilişkiniz nasıl? Okumak sadece kitapları mı okumaktır? Peki ya insanı okumak? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce kitap ile insan arasındaki ideal denge nasıl olmalıdır?

Ben lise çağlarından beri yoğun olarak kitap okuyan ve üniversite hayatından sonra da esası okuma, düşünme ve yazma olan akademisyenliği meslek haline getirmiş birisiyim. Yani kitaplarla aramın iyi olduğu söylenebilir. Sorunuzda kitap okumak ile başta insan olmak üzere diğer şeyleri okumak birbirine karşı konumlandırılmış. Aslında kitap okumak, nadir durumlar dışında bizzat içinde bulunduğumuz hayata, insana, güncel ve kadîm sorunlara ilişkin tefekkürün bir parçasıdır. Diğer deyişle kitap okumak insanı yahut başka bir şeyi okumanın mukabili değil, bizzat bunları okumanın bir yolu olduğu sürece kıymetlidir. Unutmamak gerekir ki büyük dinleri tebliğ eden peygamberler ya suhuf ya da kitap getirmişlerdir. Yani okunan, tefekkür edilen, insan hayatına yön vermesi beklenen belgeler getirmişlerdir. Kurân’da kitapla ilgili çok fazla ayet vardır.

İnsan taklitten tahkike giden bir varlık. Yani sürekli tekâmül halinde olmalı. Ama taklidin bir tür itaat olduğu da biliniyor. Özgürlük sûfiler hariç Müslümanların gündemine Batı’nın etkisiyle giren bir kavram. İtaat ise Kur’an-ı Kerim’in ana kavramlarından. Özgürüm diye bağırmaya zorlanan birinin özgürlüğünün de tutsaklık olduğunu göz önüne alırsak; çağımız insanının özgürlük ve itaat arasındaki problemini nasıl çözebiliriz?

Öncelikle bir düzeltmeyle başlamak gerekir: Özgürlük Müslümanların gündemine sûfîler ile girmemiştir. Tam aksine İslam tarihinde Müslümanların Hz. Osman’ın şehâdetiyle başlayan iç savaş döneminde keşfettiği ilk teorik sorun insanın fiillerinde özgür olup olmadığı sorunudur. Bu sorun, ilk kez Mutezile kelamcıları tarafından bütünlüklü bir teoriye dönüştürülmüştür. Sûfîler daha ziyade özgürlüğün farklı bir yorumunu temsil ederler. Batıdan giren özgürlük kavramı, Müslüman düşünürler tarafından erken dönemlerden beri bilinen bir kavramdı. Bilhassa meşhur filozof Fârâbî, el-Medînetü’l-fâdıla ve es-Siyâsetü’l-medeniyye’nin rejim türlerini ele aldığı bölümde demokratik rejimlerinin temel değerlerinin özgürlük ve eşitlik olduğunu ele alır ve özgürlüğün esas itibariyle toplumu oluşturan bireylerin arzuları tarafından şekillendirildiğini anlatır. Fakat İslam düşünce geleneklerinin tamamı, özgürlüğü, insanın şehvet ve öfke güçlerinin tutsaklığından kurtulup aklın yahut sûfîlerin tabiriyle latife-i insaniyyenin kabiliyetlerini inşâ etmeye yol bulmak olarak kavramıştır. Bu kavrayış, insanı maddî dünyanın bir parçasından ibaret görmediğinden özgürlüğü de metafizik bir kavram olarak değerlendirir. İslam geleneğinde itaatin anlamı da tam olarak insanın bu metafizik boyutuna ilişkin mülahazalar dikkate alındığında anlaşılabilir. İtaat ne insanın kendi tutkularına ne de bir başkasının şahsî taleplerine boğun eğmektir. Her ne kadar tezahürleri maddî olsa da itaat, esas itibariyle Allah’a, Resulüne ve ulu’l-emre itaat olarak anlaşıldığından metafizik bir anlamı ifade eder ve iki gayeyi hedefler. Birincisi, bizzat insanın kendi maddî varlığı da dâhil olmak üzere her şeyin Allah anlamı etrafında kavranmasıdır. İkincisi ise birinci gayenin bir sonucudur ve insanı olabildiğince benlik ve mülkiyet bilincinden arındırmaktan ibarettir. Birincisi gaye, aslında dinin başka bir ifadesidir. Zira “din”, kişinin ilahî boyunduruk altına girmesi ve hayatını ilâhî ilkeler doğrultusunda bizzat kendi iradesiyle inşâ etmesi demektir. Böylesi bir inşâ, mülkiyetin Allah’a ait olduğu ve hakiki anlamda “ben” ile başlayan bütün cümlelerin Allah’a ait olduğunu kavramayı amaçlar. Bu bağlamda ister felsefî ister dinî olsun İslam medeniyetinde ortaya çıkan bütün düşünce gelenekleri, insanı özgürleştiren şeyin ilahî mertebeye yöneliş ve itaat olduğunda icmâ etmiştir. Fakat itaat ile taklit her ne kadar benziyor görünse de karakter itibariyle farklıdır. İtaat insan hayatının bütün seviyelerinde varlığını sürdürür. Yani itaat etmenin gayesi yine Allah’a itaatin insanın kendisine açık bir bilinçle sürekli kılınmasıdır. Başka bir deyişle insan, kul olmak için kulluk eder ve insanın anlamı ve tanımını bulması da kulluğunu kavraması demektir. Oysa taklit, tahkike ulaştırmak için bir vasıtadır. Bu sebeple taklit, taklit edilen şeye itaati amaçlamaz, tam tersine taklit edilen şeyle ortak bir anlam ve marifete ulaşmayı amaçlar. Bu amaca eriştiğinde de taklit geride kalır. İslam’ın hiçbir döneminde taklidin yüceltilmemesinin sebebi budur.

İnsanda, hayatını devam ettirmesini sağlayan üç temel kuvve vardır ki bunlar; “kuvve-i gadabiye”, “kuvve-i akliyye”, “kuvve-i şeheviyye” olarak sıralanıyor. Spinoza ise insanın özünün “arzu” olduğunu söylüyor. Sizce insan; bu üç kuvvetini nasıl dengeleyebilir. Modern zamanlarda ve şehirde yaşadığımızı göz önüne alarak cevaplar mısınız?

Bu, cevabı oldukça uzun bir soru ama çok kısaca şöyle denebilir: İnsanı insan yapan şey esas itibariyle kendisinin ve başka nesnelerin farkına varabilen, yaşadığı dünyanın içinde iken sınırlarını düşünebilen, bulunduğu sahnenin perde arkasını ve anlamını tefekkür edebilen bir varlık olmasıdır. Bu özellik, insanın ilahî teklife konu olmasının dayanağını da oluşturan akıl sahibi oluşundan ibarettir. Dolayısıyla akledebilmek, insanın varlığın bütününe ilişkin kavrayışının temelini oluşturur. Anlamı, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini kavrayan işte bu akıl gücümüzdür. Akıl gücünün işlevselleşmesini sağlayan şey ise bilgidir. İslam geleneği, varlığın fizik ve metafizik yönleriyle kavrandığında bilgide bütünlüğün oluşacağı, şehvet ve gazap güçlerinin yani bedensel isteklerimizin de ancak bu bütünlük dikkate alınarak tatmin edildiğinde kendi amacını yerine getireceği üzerine kuruludur. Aslına bakılırsa Müslüman olarak yaşamak da ancak böylesi bilinçle mümkündür. Buna göre akıl, şehvet ve öfke güçlerinin dengesi, akıl gücü merkeze alındığında sağlanır. Yani burada denge kavramı, yan yana dizilen şeylerin dengesini ifade etmez, şehvet ve öfkenin kendisini akılla uyumlu hale getirmesiyle oluşan dengeyi ifade eder. Nitekim Türkçeye “denge” olarak çevirdiğimiz Arapça “itidal” kelimesinin yerine erken dönemlerde “uyum” anlamına gelen “ittifak” kelimesi kullanılmıştır. Akıl ise ancak metafizik bir idrake sahip olduğundan şehvet ve öfkenin aracı olmaktan çıkar ve onların üzerine yükselebilir. İster klasik ister modern dönemden, ister gelişmiş bir şehir hayatından ister yalın bir kır hayatından bahsedelim bütün dönem ve muhitlerde Müslümanlığı tanımlayan şey, dinin metafizik ilkelerinin insan zihnini ve davranışlarını şekillendirmesidir. Bu bağlamda din ahlâkı metafizikten, siyaset ve iktisadı da ahlâktan türetmeyi salık verir (Metafizik-ahlâk-siyaset ve iktisat). Bu sıralama ihmal edildiği ve bozulduğu ölçüde Müslümanlığımız da zarar görür. Metafizik, insanî bilgi dağarcığının bütünlüğüne sahip olmayı gerektirir. İslam dünyası yaklaşık üç asırdan beri bilgide bütünlüğe sahip olma payesini kaybetmiş durumdadır. Bu sebeple siyaset ve iktisadı üretecek bilgisel zeminden de yoksun hale gelmiştir. Dolayısıyla bilgide bütünlüğün tekrar kazanılması için ivedilikle ilmî müesseselerin geliştirilmesi, iktisadî ve siyasî hayatı yeniden üretmeyi mümkün kılacak bir zihnî seviyeye ulaşılması gerekir. Fakat bu, Müslümanların iki yüz yıldır devam eden ve hâlâ da devam edeceğe benzeyen bir çabasını ana hedefidir. Kuşkusuz bu çabaya eşlik edecek şekilde, gerek bireysel gerek toplumsal olarak tevhidin temel ilkelerinden hareketle hayatımızı idame ettirmeye gayret etmemiz gerekir. En azından bireysel olarak ahlâkî hayatımızı, insanlarla ilişkilerimizden değil, Allah ile ilişkimizden türetmenin yollarını bıkmadan aramamız gerekir.

Zygmunt Bauman “Aydınlanma” ve sonrası düzen ile ilgili yaptığı değerlendirmede, liberallerin tarih değerlendirmesinin aksine Aydınlanma çağı olarak geçen toplumsal-entelektüel akımın; hakikat, akıl, bilim, akılcılık lehine büyük bir propaganda uygulaması olduğunu, zihni karışık, baskı altındaki kitlelere bilgeliğin ışığını getirmek gibi bir soylu düşü de olmadığını söyler. Ona göre bu düzen salt tasarlanmış bir toplum mekanizması husule getirmeyi amaçlar. Bauman’ın bu değerlendirmesi üzerine düşündüğümüzde, içinde yaşadığımız “akıl” düzeninin -iddia ettiğinin aksine- insanlığı “bilge”liğin ışığına kavuşturmak gibi bir gayesinin olmadığını, aksine toplumu salt bir “mekanizma” olarak kurmak üzere var olduğunu müşâhede ediyoruz. Böylesi bir düzen etrafımızı dört bir yandan sarmışken, nasıl bir yaşam sürmek bizi bu “mekanizma”nın dışında tutabilir?”

Aslında bu soruyu, önceki sorunun bir başka ifadesi olarak değerlendirebiliriz. Batı düşüncesinin temel sorunu, insanı insan yapan metafizik gayelerin insan hayatını şekillendirecek gayeler olmaktan çıkarılması, böylece aklın şehvet ve öfke güçlerinin taleplerine cevap verecek şekilde araçsallaştırılmasıdır.  Bunu Batı’nın hâkim tavrı olarak anlamalıyız. Hiç kuşkusuz Batı düşüncesi geleneğinde insanın bu şekilde budanmasına karşı duran pek çok düşünür ve filozof vardır hatta Batı medeniyetinin hâkim tavrının eleştirel değerlendirmesini yapan da asıl itibariyle bu düşünür ve filozoflardır. Bununla birlikte Batı’nın dünyanın geri kalanını şekillendiren veya en azından derinden etkileyen hâkim tavrı hâlâ canlılığını korumaktadır. Doğrusu, sözünü ettiğiniz mekanizmanın tam olarak dışında durmak mümkün değildir. Çünkü maddî hayatı tanımlayan ve açıklayan teoriler, maddî hayatı inşâ eden araçlar ve bizzat maddî hayatın unsurları kimi alanlarda tamamen, kimi alanlarda önemli ölçüde Batı medeniyeti tarafından üretilmektedir. Böylesi bir üretimle mücadelenin asgari şartı, üretimin gerisindeki bilgi birikiminin temellük edilmesidir. Maalesef İslam ülkeleri bu hususta oldukça ağır aksak ilerlemektedir. Bilginin temellükü meselesini fazlasıyla ciddiye almamız gerekir. Batı’dan dünyanın geri kalanına yayılan en geniş anlamıyla dünya görüşüyle mücadele etmek için ise İslam düşünce geleneklerini derinden kavramamız ve İslam geçmişiyle ilişkimizi genel itibariyle fıkhî bir mesele olmaktan daha kapsamlı bir seviyeye taşımamız gerekir. İslam’ın bize intikal eden fikrî mirasını dikkate almadığımız sürece bu hususta yol kat etmemiz eskilerin tabiriyle müteazzir görünmektedir. Bizim kelam, tasavvuf ve felsefe geleneklerini yeniden ciddiye almamız ve bu geleneklerin Ebû Hâşim el-Cübbâî, Eşarî, Mâturîdî, Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî, Fahreddîn er-Râzî, Beyazıd-ı Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, İbnü’l-Arabî, Sadreddîn el-Konevî ve İmâm Rabbânî gibi büyük şahsiyetleriyle fikrî dostluğumuzu derinleştirmemiz gerekir. Çeşitli ekollere mensup İslam düşünürleri insanlığın metafizik ufkunun en mükemmel şekilde İslam dini ve medeniyetinde ifşâ olduğunu düşündüler ve bu düşünceyi ortaya koyan geniş külliyatlar oluşturdular. Bu külliyatların anlaşılması, tartışılması ve bizim bilincimizin bir parçası haline geçmişte yaşayan âlimlerin veya başkalarının bizim adımıza yapabileceği bir iş değildir. Tefekkür kulluğun en gözde parçasıdır ve hiç kimse bir başkasının yerine kulluk yapamaz. Dolayısıyla kendi mükellefiyetimizi başkasına havale etme tembelliğinden vazgeçen bir hayat tarzını tercih etmemiz gerekir.

Türk toplumunun yüksek sanat, düşünce, bilim üretebilmek noktasında bir hayli zamandır sıkıntı yaşadığı ortadadır. Elbette bunun burada sayılamayacak kadar çok nedeni olabilir ve bunlar arasında bizlerin duyuş, kavrayış ve ifade ediş açısından yaşadığı problemler de bulunmaktadır. Farklı sonuçlar alabilmek için farklı şeyler yapmak gerektiğine göre, doğrudan bizden kaynaklanan problemleri tespit ve çözebilmek adına elzem olarak ve acilen hangi adımları atmalı, hangi hususlarda değişikliğe gitmeliyiz?

Her şeyden önce kendimizi ciddiye almalıyız. Bir hadiste “kendini bilen rabbini bilir” denir. Fakat kendini bilme deyince insanların aklına genellikle psikolojik haller geliyor. Tarihimiz kendimizin bir parçasıdır. Bütün yönleriyle tarihimizi kavramadığımız sürece kendimizi kavrayamayız. İçinde yaşadığımız şartlar kendimizin bir parçasıdır. Çağdaş dünyanın bilgi birikimine sahip olmadığımız sürece kendimizi anlayamayız. Maddî unsurlara indirgenemeyeceğine inandığımız ruhanî hayatımız, kendimizin bir parçasıdır ve manevî yönümüzü idrak edemediğimiz sürece kendimizi anlayamayız. Bu bağlamda eğitim düzenimizin yeniden inşa edilmesi, tarihiyle barışık bir hale getirilmesi gerekir. Bütün fikrî mirasımızı yüksek seviyede tahsil ilahiyat fakültelerine sıkıştırılmış durumdadır.  Tek bir fakültenin yüzlerce yılda oluşan fikrî mirası anlayıp yorumlamasını beklemek, hem fakülteye hem de fikrî mirasa haksızlık olur. İbn Sînâ, Gazzâlî veya İbnü’l-Arabî’yi okuyup anlamak, sadece ilahiyatçının vazifesi olamaz. Üniversite yapılanmasının tarihsel miras dikkate alınarak düzenlemesi gerektiği heralde aşırı derece elzem olduğundan bir türlü Türkiye’de yeterince takdir edilemedi. Gerek geleneksel gerekse çağdaş müesseselerin kendi gayeleri doğrultusunda tanım ve işlevlerinin daha açık belirlenmesi gerekir. Bizim gibi ülkelerin en önemli sorunlarından biri, müesseselerin gayeleri dışında pek çok işle meşgul olup aslî işlevlerini göremez hale gelmesidir. Tekkenin işi sülük yaptırmak ise sülûka zarar verecek bütün meşguliyetlerden ateşten kaçar gibi kaçması gerekir. Bir sosyoloji bölümünün işi, çağdaş sosyal teorileri kavrayıp bulunduğu toplumun kendi bilim dalını ilgilendiren sorunlarını tespit ve tahlil ise başka ülkelere ait sorun ve çözümleri bu toplumun sorun ve çözümleri olarak anlatmaktan bilinçli bir şekilde kaçınmalıdır. Bir mühendisin işi kendi alanındaki mühendislik bilgisini temellük etmek ise teknisyen veya basit bir icracı gibi çalışmaktan kaçınmalıdır. Kısacası kurumlarımızın tanım ve işlevleri meselesini yeniden ele almamız ve geldiğimiz noktayı acımasız bir şekilde muhasebe etmemiz gerekiyor. Şayet bunu başarabilirsek sadece eksiklerimizi değil, kazanımlarımızı ve imkânlarımızı da daha belirgin bir şekilde kavrayabiliriz.

 


 

Prof. Dr. Ömer Türker kimdir?

1997’de Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1999’da Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Mukâtil bin Süleyman’ın Kur’ân’ı Te’vîl Yöntemi”  başlıklı teziyle yüksek lisansını, 2006’da Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin Te’vil Anlayışı: Yorumun Metafizik, Mantıkî ve Dilbilimsel Temelleri” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. 2012 yılı itibariyle Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Yardımcı Doçent Doktor olarak göreve başlayan Ömer Türker “İbn Sînâ Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkânı Sorunu” adlı telif eserinin yanı sıra çok sayıda kitap, makale ve tercümeye imza atmıştır.

 

 

 

Diğer Söyleşilerimiz

Ali Haydar Haksal
Dr. Şavaş Ş. Barkçin
Dr. Yunus Emre Özsaray
Dr. İbrahim Aksu

 

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Sümeyye , 05/08/2020

    Düşünce güzel, sorular güzel, cevaplar güzel. Hocalarımız birbirinden güzel. Ömer Türker Hocamızın, İbrahim Halil Üçer ile birlikte editörlüğünü yaptığı “İnsan Nedir?” kitabı buradaki soruları ve cevapları anlamlandırmak için güzel bir kaynak olabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir