Ali Haydar Haksal: “İnsanlık yeni bir dil ve yol arayışında”

Edebifikir ekibi olarak beş soru belirleyip, bu soruları aydın, akademisyen, edip ve düşünürlerimize sormak, aynı sorulara farklı isimlerin vereceği cevapları görmek istedik. Böylelikle düşünürlerimizin fikirlerini mukayeseli olarak görebilme imkânına kavuşacağız. Bu minvalde ikinci söyleşimizi yazar Ali Haydar Haksal ile gerçekleştirdik. Keyifli okumalar…

*** 

Fârâbî, Aristo’nun Fizik’ini 40, Kitâbü’n-Nefs kitabını ise 200 kere okuduğunu söylüyor. Sizin kitaplarla ilişkiniz nasıl? Okumak sadece kitapları mı okumaktır? Peki ya insanı okumak? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce kitap ile insan arasındaki ideal denge nasıl olmalıdır?

İnsan ve dikkat, algı veya kavrama. İnsanî özellikler. Kişiden kişiye değişen bir durum. İnsan, kendisini yenileyebilen ve çoğaltabilen bir varlık. Zaten düşünce ve inanç dünyamızın da bir özelliği. İnsanın yükümlülüğü kişiden kişiye farklı. Okuma ile düşünme birbiriyle ilişkili. Kitabımızda vurgulanan, işaret edilen şey düşünme. Varlık üzerinde düşünme. Böyle olunca bizleri düşünmeye götüren şey salt bir dış gözlem midir ya da iç dünyamızın algılarını geliştiren edimlerle olmak mıdır? Bunu çok farklı olarak da algılayabiliriz. Yunus Emre ya da Fuzûlî, iç dünyalarını geliştirirken manevî anlamda ona güç katan bilgi medrese ile dergâh birlikteliğindedirler. Bu, onlara ayrı bir farkındalık getiriyor.

Okuma eylemi dıştan içe, içten dışa helezonlarla katmanlarla iç içe geçişi sağlar. Fârabî’nin sayısız okumalarının iç helezonlara sağladığı katkıyı, zenginleşmeyi ve içselleşmeyi sağladığı bir gerçek. Onu farklı düşünmeye, donanmaya götüren, yolunu açan iç ufkun zenginliğidir. Bu, bir yıldız gibi parlamasına neden olur.

İnsan teklerini dış görünümleriyle görürüz ve geçeriz. Sıradan bir bakış ile. Her insan bir dünya. Her dünyanın sonsuz helezonları var. İnsana bakış açısını sağlayan dış algı olabileceği gibi, onu geliştiren iç algı bir o kadar önem kazanıyor.

Büyük çıkışlar zengin kitap dünyalarından geçiyor. Müslümanlar açısından Hicret’in ilk yüzyılından sonraki çıkışları iç dünyalarıyla birlikte dış dünyaya açılmalarıdır. Abbasi dönemi ve sonrasının zenginlikleri bir rastlantı olmasa gerek. Endülüs İslâm medeniyetinin açılımlarını bu bağlamda görmeliyiz.

Hayatım kitap, dünyam kitap. Bir kitap deryası içindeyim dalgalanıp duruyorum. Bu, benim için değişmeyen bir iyilik ve güzellik.

İnsan taklitten tahkike giden bir varlık. Yani sürekli tekâmül halinde olmalı. Ama taklidin bir tür itaat olduğu da biliniyor. Özgürlük sûfiler hariç Müslümanların gündemine Batı’nın etkisiyle giren bir kavram. İtaat ise Kur’an-ı Kerim’in ana kavramlarından. Özgürüm diye bağırmaya zorlanan birinin özgürlüğünün de tutsaklık olduğunu göz önüne alırsak; çağımız insanının özgürlük ve itaat arasındaki problemini nasıl çözebiliriz?

Bir hayat gerçeği var. İçimizde ya da dışımızda yaşanan bir hayat. Mü’min, algısı güçlü ve dikkati olan biri… ya da olmalı. Efendimiz’in (s.a.v.) bize olan uyarı veya önerilerini nasıl algılamalı ve değerlendirmeliyiz sorusu sorulabilir. “İlim, mü’minin yitiği” ya da “ilim Çin’de de olsa alınmalı” buyruğu ise o zaman bunlara nasıl bir gözle bakmamızı gerektirir. Müslümanların hızlı gelişmeleri, gerek iç gerek dış dünyada gelişmeleri bu bütünlükten geçiyor.

İnsan doğar doğmaz bir mukallittir. Taklit edici. Anneden, babadan, çevreden, hocadan. Sonra da bu artık kendi yolunu bulma, anlama ve kavramaya bir yolculuk başlar.

Tanzimat sonrası iç bulanmalar farklı sonuçlara götürdü ne yazık ki. Özelde “özgürlük” ve benzeri kavramların bir iç bulantıya dönüştüğü gerçek. Hakikattekiler elbette ki bu dış etkilerden kendilerini korurlar. Bunu salt sûfîler için ifade etmek doğru bir yaklaşım olmaz. Elbette ki gerek dergâh ve gerek medresenin ruh birlikteliği önem kazanıyor. Edebî bir yaklaşım bizim için de önem kazanıyor. Yukarıda Yunus Emre ile Fuzûlî örneğini verdik. Buna sayısız isimler de ekleyebiliriz. Asıl konumuz kavramların zihin dünyamızda oluşturduğu sarsıntı. Bunlara kapılmama ve kendi olma. Düşüncesi. Doğru bir bakış önemli. Tanzimat sonrasında hayatımıza giren yabancı ruhlu kavramların etkisi bizi bugünlere getirdi. Sadece özgürlük kavramı ile sınırlı değil. Buna onlarcasını ekleyebiliriz. Üstat Sezai Karakoç’un çok öz bir yaklaşımı var. Müslümanların amentü bağlamındaki imanları özgürlükleridir. Zaten sorunun temeli de bu. Yanlış bir aynada kendini görme çabasında olma. Müslüman dünyasında itaat ederken de özgür. Bu, bir körlük değil. Özgürlüğü başka yerlerde arayanlar köleliğin seçimini yapıyorlar. Müslümanların başının belâsı olan da bu değil mi?

Kâinatı insana sunan Cenab-ı Hak, onun içindeki sınırları, dikkatleri algıyla ilgili. Sınırları aşma uçlara gitme insanlığın temel sorunu. Şeytanî olanı seçme yanlışlığı. Hakikat dünyasını doğru kavrama ya da içselleştirme sorunu.

İnsanda, hayatını devam ettirmesini sağlayan üç temel kuvve vardır ki bunlar; “kuvve-i gadabiye”, “kuvve-i akliyye”, “kuvve-i şeheviyye” olarak sıralanıyor. Spinoza ise insanın özünün “arzu” olduğunu söylüyor. Sizce insan; bu üç kuvvetini nasıl dengeleyebilir. Modern zamanlarda ve şehirde yaşadığımızı göz önüne alarak cevaplar mısınız?

Varlık âleminde, melek, insan ve hayvan var. Bunların alanları ve algıları farklı. Melekler görev ehli ve salt akıldan yaratılmışlardır. İnsan hem akıl hem şehvetten, hayvan ise sadece şehvetten yaratılmış. Sorumluluk ya da varlık nedenleri farklı.

İnsanın kendi sorumluluk alanları bulunuyor. Amentü bağlamında iman etmiş bir mü’minin sınırları bilgi ve buna bağlı terbiye ve gelişim ile farklı konuları bulunuyor. Hayatı toprak ile, hayvanlar ile, ya da bir fabrikada belli bir eşya meşguliyeti ile sınırlı olanların belli bir algı alanları var. Onları daha üst bir konumda düşünmek yanlışlık ve haksızlık olur. Belli bir ilim, düşünce, bilgi edinme aşamalarından geçenlerin ise yer ve konumları farklı.

Müslümanın terbiye ve oluşum aşamaları da kendi içinde geçerli. Kendimizi iman etmemiş birinin konumuyla aynı yerde tutamayız. İman etmiş olmak en temel ilke. İman etmemiş bir insanın insanlık hayrına yapacakları bu dünya için geçerli. Öte dünya ve gelecek açısından bir değeri olmaz. İslâm dışılık yukarıda sıraladığınız kavramlar içinde gelip giderler. Onlar hakikatin özüne eremedikleri sürece, bunu ister şehvet, isten gadap, ister akıl dengeleriyle olsalar da bir hayır sağlamaları beklenemez.

Denge iman etmiş olmak ve kendini bunun içinde var kılmak. Arzunun sınırları sonsuzdur, doymazlık var. Bunu şöyle izah etsek. İslâm hayatı dengeler üzerine kurgular. Faiz haram ise, haksızlığa, aşırılığa izin verilmiyor demektir. Haksız olanı yasaklıyor. Zekât ise hakkın insanlığın eşiti olduğunun gerçeğini sunuyor. Denge sağlıyor. Hem aşırı fakirleşmenin hem de aşırı zengin olmanın önünü kapatıyor. Bunu hayatın hemen bütün alanları için düşünebiliriz.

Hayatı modern dünya ile mi yoksa kendi gerçeklerimizde bir dünyayı geliştirme ile mi kuracağız? Modern dünya aşırılıklar üzerine kurulu. Bundan korunmanın tek yola kendimize ait bir dünyayı var kılmak. Hayata tuzaklar kuruluyor. Müslümanlar baştan beri söylediğimiz gibi kendi ruh dünyalarından olan kavramları oluşturmadıklarından başkalarının kavramlarıyla var olmaya bakıyorlar. Tüketim bir kölelik yolculuğu. Bunun azı ya da çoğu yok. İnsanın aç kaldığı, süründüğü şu dünyada en lüks binitleri tercih eden, en zengin sofralara kurulanlar sınırları aşanlardır. Bunu hemen her Müslüman için var sayabiliriz. Bugünün acı gerçeği.

Tuzaklardan korunma ve kendi kendini var kılan bir yolculuk. Bunun başka bir yolu olmasa gerek. Edebiyat, sanat ve düşünce için de geçerlidir bu.

Zygmunt Bauman “Aydınlanma” ve sonrası düzen ile ilgili yaptığı değerlendirmede, liberallerin tarih değerlendirmesinin aksine Aydınlanma çağı olarak geçen toplumsal-entelektüel akımın; hakikat, akıl, bilim, akılcılık lehine büyük bir propaganda uygulaması olduğunu, zihni karışık, baskı altındaki kitlelere bilgeliğin ışığını getirmek gibi bir soylu düşü de olmadığını söyler. Ona göre bu düzen salt tasarlanmış bir toplum mekanizması husule getirmeyi amaçlar. Bauman’ın bu değerlendirmesi üzerine düşündüğümüzde, içinde yaşadığımız “akıl” düzeninin -iddia ettiğinin aksine- insanlığı “bilge”liğin ışığına kavuşturmak gibi bir gayesinin olmadığını, aksine toplumu salt bir “mekanizma” olarak kurmak üzere var olduğunu müşâhede ediyoruz. Böylesi bir düzen etrafımızı dört bir yandan sarmışken, nasıl bir yaşam sürmek bizi bu “mekanizma”nın dışında tutabilir?

Bu sorunuz yukarıda dolaylı olarak değindik. Gene de bazı izahlar gerekli elbette. Batı düşüncesinin temel sorunu tercihleri. Rönesans’ın doğuşuna neden olan bakış. İslâm hakikati karşısında bir tercihte bulunma. Bu, bugün için de geçerli çünkü kendilerini tatmin etmeyen bir hayat ve akıl anlayışı var. Müslümanların başına belâ edilen terör sorununu temelinde yatan akıl. Aydınlanma, hakikaten uzak kılma düşüncesi. Kendi dünyalarını salt akıl üzerine kurmaları. İdeolojik çeşitlilikleri zihni karmaşaya neden. Çünkü, hangisine başlangıç yapılmış ise sonuç tatminsizlik. Bütün izmler böylesi bir tuzak insanlık için. Sosyalizm marksizim, faşizim, milliyetçilik, liberalizm sonu olmayan bir yolculuk ve bunalımlar dünyası. Bunlar akıl düzeninin birer sonuçları ve ya da sonuçsuzlukları.

İnsanlık insanı yanılsatan bir medya ve reklâm kuşatmasında. Nesneleri farklı algılatma dünyasında. Kuzey kutuptaki insanlara buzdolabı satma, çöllerde yaşayanlara ısıtıcı satma dünyası. Batının aklı bu. Gayri ahlâkî. Ama ne yazık ki onların ahlâkı da bu. Ahlâksızlık üzerine kurulu.

Zorunluluk ve ihtiyaç dışında insanın kendini sınırlaması. Bunu bütün alanlar için ifade ediyorum. Fazlalıkları hayatın dışına çıkarma. Eşyanın kölesi olmama. Kendi kavramlarıyla var olma.

Aydınlanma cağı gerçeklerden kaçınma süreci. Bu, aklın devreye girmesi metafiziğin ötelenmesidir. Ne yazık ki Müslümanlar da bu dalgaya kapıldılar. Etkileri sürüyor hâlâ. Hatta derinleşmiş bulunuyor.

Kendimiz olmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Kültür, düşünce, sanat, edebiyat gündelik hayat vs.

Türk toplumunun yüksek sanat, düşünce, bilim üretebilmek noktasında bir hayli zamandır sıkıntı yaşadığı ortadadır. Elbette bunun burada sayılamayacak kadar çok nedeni olabilir ve bunlar arasında bizlerin duyuş, kavrayış ve ifade ediş açısından yaşadığı problemler de bulunmaktadır. Farklı sonuçlar alabilmek için farklı şeyler yapmak gerektiğine göre, doğrudan bizden kaynaklanan problemleri tespit ve çözebilmek adına elzem olarak ve acilen hangi adımları atmalı, hangi hususlarda değişikliğe gitmeliyiz?

Müslümanların genel sorunu. Kuşatılmışlık ve içinde yok oluş. Kendi düşüncesini ortaya koyamama, üretememe ve yeni olanı gerçekleştirememe. Kendi kısır döngüsüne kapılıp kalma. Değişen ve dönüşen bir hayat var. Bu nasıl kendine ait kılınabilir. Bu yeni olana nasıl kendi ruhunu ve özünü giydirebilir ya da içselleştirebilir. Kendine ait bir dili nasıl kurabilir. Özden kaçış bir yitiş ve yok oluş.

Roman ve öykü bizim gelenek türümüz değil. Değil ama biz kendi ruh ve özümüzle roman ve öykümüzü yazabiliyoruz. Ondan yeni bir dil yakalayabiliyoruz. Şiir de böyle veya diğer sanatsal türlerde de.

Varlık âlemi, yaratılmış olanlar görünürde dinî bir nesne mi, şey mi ya da? Hayatın kendisi de böyle. Bir düzen kurulur ve onun üzerine yol alınır. Yol sadakati, yol bilinci, yol duygusu. Esere yansıması gereken. Geçmiş dile kapılıp kalma bir şeyleri görmeme ve yok saymadır.

İnsanlık yeni bir dil ve yol arayışında. Onlara öncülük edecek olanlar eserlerine hakikat ruhunu özümsetenlerdir.

Yaşanmışlıklarımız var.

Şiirin aruz, hece veya serbest ya da nasıl yazılmış olduğu önemli değil. Önemli olan ruh ve özü. Son yüzyılın önemli şairleri Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu farklı tarzlı şairler. Ama hepsi İslâm ruhu özlü ve bizim şairlerimiz. Bunu sanatın diğer alanları için de düşünmeliyiz. Hızla değişenlere karşı yeni bir dil geliştirme Müslüman sanatçının sorumluluğu. Yaşananları yok sayamayız. Yoksa hayatın dışında kalmış oluruz.


Ali Haydar Haksal:

16 Mayıs 1951’de Bingöl, Yayladere’ye bağlı Hasköy’de doğdu. Erzurum’da Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. [1979]. Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslâm Düşüncesi Anabilim Dalında yüksek lisans yaptı. 

Bir grup arkadaşıyla birlikte Yedi İklim dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 1987 tarihinden itibaren aylık olarak yayımlanmaya başlayan derginin sahipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. Dergi yayımını hâlen sürdürüyor.

Öykü çalışmalarına lise yıllarında başladı. Mavera, Yönelişler, İslâm, Kayıtlar, Yedi İklim, Yansıma, Kaçak Yayın, Anadolu Gençlik, Yeni Dünya, EDEP, Türk Dili, Yeni Devir, Millî Gazete gibi dergi ve gazetelerde öykü ve yazıları yayımlandı. Hâlen Millî Gazete’de köşe yazarlığı yapıyor. Uluslararası sempozyumlara katıldı, tebliğler sundu. Ülke içinde çok sayıda konferans verdi.

Sesim Bana Yetmiyor adlı öykü kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 1987 yılı hikâye, Yitik Yaşamın Güncesi adlı romanıyla Tuzla Belediyesi Roman Yarışması’nda 2.lik ödülünü aldı.

Öykü, eleştiri, inceleme, deneme, roman, gezi ve araştırma türlerinde çalışmaları sürüyor. Baskıya hazır öykü kitapları ve çok sayıda, deneme, eleştiri, inceleme, araştırmaları bulunmaktadır.

Yayınlanmış kitaplar:

Öykü: Evdeki Yabancı, 1986 • Sesim Bana Yetmiyor, 1987 • Sarıldığım Soğuk Bir Ceset, 1988 • Sokağın Adı Issız, 1989 • Ay Işığında Vav’ın Odası, 1991 • Zamanların Öyküsü, 1994 • Yalnızlık Sarkacı, 1996, 2013 • Kuşkonmazda Konuşan Adam • İçim Su Berraklığında, 2000, • Kapıda Bir Çift Ayakkabı, 2002 • Renklerin Dansı, 2004 • Rüya Rüya İçinde, 2011 • Ruh Denizi, 2012 • Güneşe Koşan Adam, 2013

Roman: Yitik Yaşamın Güncesi, 2002 • İki Ateş Arasında, 2007 • Anzelha ile İbrahim, 2012 • Hüzün, 2014

Anlatı: Sevgili’nin Yol Arkadaşı Hz. Ebû Bekir, 2011 • Sevgilinin Hak Dilli Arkadaşı Hz. Ömer, 2013. Sevgili’nin Hayâ Timsali Arkadaşı Hz. Osman, 2015, Toprağın Babası Hz. Ali, 2016.

Monografi – Araştırma: Âkif Duruşlu Âsım, 2006 • Necip Fazıl: Büyük Doğu Irmağı, 2007 • Sezai Karakoç: Eleğimsağmalarda Gökanıtı, 2007 • Rasim Özdenören: Ruh Denizinden Öyküler, 2008 • Doğu Büyüsü “Ah Kudüs”, 2010 • Kendilik ve Edebiyat, 2014 • Bir Medeniyet Şairi M. Akif İnan, 2015 • Zarif Şair Cahit Zarifoğlu, 2015.

Deneme: Gelişi/Güzel, 1987 • Oruç Çağrısı, 2007 • Öykü Ağacı, 2013

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir