Yahyâ’ya Mektup – 2

Yahyâ, son beş yıldır yazmayı ve de susmayı öğrenmeye çalışıyorum. Bunun büyük bir tezat olduğunu düşüneceksin muhtemelen. Yazmak da bir tür konuşmak değil mi, diye soracaksın. Haksız da sayılmazsın. Ancak yazmak, sadece konuşmak değildir. Yazmak, bir çığlıktır. Varlığını ispat etmeye çalışmak, bakın ben nefes alıyorum, yaşıyorum, buradayım, ne zaman benim farkıma varacaksınız bâbında bir haykırıştır. En yakın arkadaşlarım yazdıklarımı okumuyor. Okuyanları da (ne kadar varsa artık) tanımıyorum. Yâni senin anlayacağın yazmak başlı başına bir tuhaflık. Yazmakla konuşmayı ayıran en bâriz şey ise; tanıdıklarına konuşur, yabancılara yazarsın.  Yazılarımı toplu taşıtlarda, hastanede sıra beklerken ya da işyerinde yazdım. Hiçbir zaman bir çalışma masam, yazma rutinim olmadı.  Aldığım notlar hep savruk. Tıpkı zihnim gibi, içim gibi. İçimi ve zihnimi toparlayamadığım için hikâyelerimi de toparlayamıyorum. Bu yüzden kitabı durmadan erteliyorum. Belki de hayâl kırıklığından korkuyorum. İnsan, kendisinin hayâl kırıklığı olsa bile yeni bir hayâl kırıklığından korkuyor.

Yahyâ, insan için en büyük talihsizlik, korkaklıktır.  Bu gerçekle, cesur olmanın hiçbir işe yaramadığı vakitlerde yüzleştim. Çünkü artık ne kaçıp kurtulacağım ne de karşı çıkıp savaşacağım bir şey var. Şimdi dümdüz bir ovanın ortasında korkuluk gibi duruyorum. Ne çıkacağım bir tepe ne de ineceğim bir bayır var. Şunu asla unutma: geç, hiçten iyi değildir. Bu yüzden hiçbir şeye geç kalma, en azından kalmamaya gayret et. Sana geç kalanlardan da beklentini yüksek tutma.

Yahyâ, uzun bir süre “Asalet kesbî mi, vehbî mi?” sorusuyla iştigal etmiştim. Bazen bir hayat kadınında ya da bir ayyaşta gördüğüm asaleti etrafımdaki olgun olarak görüp, bildiğim insanlarda görmeyince şaşkınlığım artıyordu. Asaletin vehbî olduğunu öğrendiğimde ise geriye sadece kesbî olarak kazanılacak görgü kalıyor. Birisi hem asaletten hem de görgüden mahrumsa, ondan uyuz köpekten kaçar gibi kaç. Asaleti ve görgüsü olmayan insanlara iyilik yapmak evinde çakal beslemekten farksızdır. Bir gün etini eksik edersen hemen seni ısıracaktır. Hele de iyilikte ısrar etmek ahmaklığın daniskasıdır.

Yahyâ, aslında bu mektupta kendi hezeyanlarımı, hayat tecrübesi sandığım şeyleri değil de, uzun uzun dedemi anlatmak  istiyordum. Çünkü, tecrübe de bir puttur. Lâkin hafızamda dedeme dair çok küçük parçalar var.  En belirginleri ise, köyde tek radyo kanalı, TRT Radyo çekerdi. Bir sabah yine radyoyu açmış, cızırtılı bir şekilde dinliyordum. Nenem yanıma gelip “Oğlum, deden hasta, onu kapat istersen.” demişti. Ben de hiç itiraz etmemiş, kapatmıştım. O günün akşamında dedem vefat etti.  Dedemden bana kalan tek miras ise bir cümlesi. İyice ihtiyarlayıp dişleri döküldüğünde, ekmeği çiğnerken öğütemezdi ve her defasında “Ekmek ağzımda büyüyor.” derdi. Benim de ondan tevarüs ettiğimden midir bilinmez, bazen konuşurken kelimeleri ağzımda geveleyip duruyorum. Kelimeler ağzımda büyüyor, büyüyor, büyüyor da bir cümleye dönüşemiyor. Kekeme bir hüzünle hayatımı idâme ettirmeye çalışıyorum.

Dedemin ismi Fahri idi, yani övülmüş olan. En büyük vasfı ise -babamdan öğrendiğim- sabrı imiş. Keşke dedemin okuma yazması olsaydı, bir günlük ya da mektuplarını hatıra olarak bıraksaydı. Ben de onun hakkında daha çok bilgiye sahip olsaydım. Ya da babam onun hakkında bir şeyler yazabilseydi. Bunca hayıflanırken ne günlük tutuyorum ne de babam hakkında notlar kaydediyorum. Geçmişle bağımızı böyle böyle koparıyoruz işte.

Annemin babasına gelince, ben henüz iki yaşımdayken vefat etmiş. İsmi Sadık imiş. Onun hakkında da isminden ve de annemin sürekli beni şeklen ona benzetmesinden başka bir şey yok.

Nenem,  babamın annesi değneklerle yürüyebiliyordu. O yüzden evden dışarıya çıktığı pek görülmemiştir. Onun bütün dünyası yola bakan pencereydi. Orda oturur, giden gelene laf atar, havadisleri sorardı. Annemin annesi ise, köyün en sonunda tek başına yaşardı. Evinde elektriği bile yoktu. Bir ineği, bir de odunlarını taşıdığı eşeği vardı. Ama o, Sadık dedemden kalan meyve bahçesini tek başına da olsa ayakta tuttu. Köydeki herkes onun meyvelerinden nasiplenmiştir. Ayrıca her Cuma günü namaz çıkışı millete tepsilerle meyve dağıtırdı ve vefatının üzerinden yirmi yıl geçse de cömertliği hâlâ dillerdedir. Sekiz ila dokuz yaş aralığında nenemin yanında kalmıştım. Köyün sonunda, elektriksiz bir evde kalmama akıl erdiremediğini hâlâ söyleyip durur kardeşim. Bilemiyorum, belki de yalnızlığa olan meylim o günlerden kalmıştır. Yahyâ, sana geçmişinden böyle küçük küçük izler bırakıyorum ki, geleceğini kaybetmeyesin.

Yahyâ, epeyi bir vakit akıllı telefon, ehliyet, araba, kredi kartı ve borçlanmamak, taksitle yaşamamak için gayret ettim. Kısmen bunda başarılı da oldum. Ama orta yaşlara merhaba dediğim zaman diliminde telefon ve ehliyete yenildim. Yakında diğerlerine de yenilirim. Zaman geçtikçe senden geriye hiçbir şey kalmıyor. Ya çevrendekilerin ya da şartların yonttuğu bir ucubeye dönüşüyorsun. Bir hilkat garibesi olarak,  insanlarla iletişim kurmak için aldığım telefonumu elime alıyorum. A’dan Z’ye bütün isimleri tek tek kontrol ediyorum. Arayıp dertleşecek bir kişi bile bulamıyorum. Artık kendimi dört tarafı uçurumlarla çevrili bir ada parçası olarak görüyorum. Ne insanların bana geleceği bir köprü var ne de benim insanlara gidebileceğim. Bu köprülerin ilk çatırdamasını da sana anlatayım: Bir gün kardeşim, denize gitmek için çağırmıştı. Ben de o esnada çok sevdiğim bir yazarın romanını okuyordum. Kitabı kaldırarak, bu kitaptan bir cümle okumak bin kez denize gitmekten, yüzmekten daha fazla haz veriyor, demiştim. Aynı hadise birkaç kez de arkadaşlarım piknik için çağırdığında vuku bulmuştu. İşte böyle böyle uçurumlarımı çoğalttım.

Yahyâ, senden ricam insanlarla arana bir barikat kurma. Velev ki kitap için de olsa. Şunu da unutma ki, okunan kitap insanı babasına, annesine, hanımına ya da kocasına karşı daha müşfik yapmıyorsa, hocasına karşı daha saygılı, bilmeyenlere karşı daha şefkatli bir hale sokmuyor, aksine kibrini artırıyorsa derhal bu okur güruhundan uzaklaş. Kendinde böyle bir hastalığın izlerine rastlarsan okumayı bırak ve bir zanaat ile meşgul olmaya bak.

Yahyâ, müdavimi olduğum bir kitapçının raflarında gözlerimi gezdirirken, Stefan Zweig’ın Joseph Fouche’sı mevcut mu? diye sorunca, kitapçı şaşkınlıkla,

– Hocam, siz daha Zweıg’ın kitaplarını okuyup bitirmediniz mi? demişti. Büyük bir sükûnetle “Hayır” dedim ve kasaya doğru yürümeye başladım. Kitapçı, “Müşteri velinimettir.” düsturunca,

– Hocam, kusura bakmayın fevri davrandım. Sizi mahcup duruma düşürmek istemezdim, deyince,

-Endişe etmene gerek yok, mahcup olmadım. Zweig’ın hiçbir eserini okumamış

olsaydım da mahcup olmazdım. Bu dünya üzerinde  beni ancak Muhteşem Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ını okumamış olmak mahcup ederdi, dedim ve hesabı ödeyip kapıdan çıktım.

Peki, seni hangi kitabı okumamak mahcup ederdi?

Yahyâ, soruya cevap ararken, bu modern zamanlar menkıbesini ıskalamanı istemem. Onun için mektubumun son bölümünü daha bir titiz okumanı istiyorum. Merkez köydeydim. İkindi sonrası çorba içmeye indim. Muhabbetle çorbamı hızlı hızlı içerken, birisi kolumdan sıkıca tuttu. “Böyle hayvan gibi çorba içilmez, biraz insan ol.” dedi. Şaşırmıştım. Şaşkınlığım uzun sürmedi. Dünya, kendimizi en iyi hissettiğimiz ânda tokat yediğimiz yerdi en nihayetinde. Sonra kaşığı eline aldı ve “Niyet ettim namazını huşu ile kılabilmek için çorba içmeye.” dedi ve ilk kaşığını içti. Ardından devam etti: “Niyet ettim Allah’ı daha çok ve gafletsiz zikredebilmek için çorba içmeye, niyet ettim mürşidimi tekrar ziyarete gelebilmek için çorba içmeye, niyet ettim edepli bir kul olmak için çorba içmeye…” Her kaşıkta bir şeye niyet edip çorbasını içmiş bana da nasıl içileceğini öğretmişti. Çorbadan sonra tanıştık. Altmış beş yaşındaki Kayserili Mehmet amca bana ömrüm boyunca unutamayacağım bir ders vermişti.

Yahyâ, insan okuduğundan ve de yiyip içtiğinden ibarettir. Onun için okuduklarına ve yediklerine daima dikkat et.

Celal Kuru

Yahyâ’ya Mektup – 1

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • süleymaniyede istanbul haritası aldım yollar beni şaşırtmasın diye , 30/12/2020

    Her celal kuru okuduğumda okumaya şükrediyorum

  • Ayyuka , 03/06/2019

    Mektupta, asalet konusu biraz sırıtmış ve abartılmış diye düşünmüştüm. Tâ ki, Mehmed Lebîb Efendi’nin, Keşfedilen Cevherler adlı eserinde şu satırları okuyana dek:
    “Asil kişilerin sohbetine katıl, sakın ayak takımıyla arkadaşlık etme ve asil kişi sana her ne derse kırılma; çünkü çok sürmez, asilliğini gösterir.”

  • tâşretula , 20/05/2019

    Çok hoş.

    -gerekemez ya- bir benzetme yapacak olsam:
    Yaz mevsiminde serin bir çay bahçesinde keyifli bir muhabbet kadar hoş. (Ama etraf çok kalabalık ve kalabalık çok gülüyor.)

  • HeyHâd , 20/05/2019

    Rabbim derdinizi arttırsın.
    Mevladan razı olasınız.
    Çok güzeldi, keskin ifadelerden ziyade müttevazi bir yazı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir