kahramanmaraş sütçü imam üniversitesi rektörü niyazi can’a açık mektup

Bu yazı, Kahramanmaraş mahreçli Evelahir dergisinin Mayıs-Haziran 2021 tarihli 4. sayısında neşredilmiştir. Yazarımız Mehmet Raşit Küçükkürtül, kendisine editörümüz tarafından yöneltilen yazı taleplerine böyle karşılık vererek Edebifikir’in tazyikini ancak teskin edebilir. Edebifikir, yazarlarından yeni, telif yazılar beklemektedir. Biz bu yazıyı, muhtevasının önemine ve yazarımıza karşı iyi niyetimizin bir ifadesi olarak neşrediyoruz ancak bunu saymıyoruz, yeni yazı bekliyoruz.

***

kıymetli hocam[1],

hem üniversitenizde yüksek lisans yapan bir öğrenci olmamdan hem de eğitim fakültesi mezunu biri olarak meslektaşınız sayılmamdan ötürü doğrudan size hitap eden, bir açık mektup yazmayı tercih ettim.

hocam,

hepimizce malûmdur ki her millet varlığının, kendini yarınlara ulaştıracak ve her dem yeniden doğacak genetik ve ruh aktarma yolları vardır. türk milletinin kendi varlığını izhar etmek ve mukayyet kılmak üzere müracaat ettiği yollardan birisi de hiç şüphe yok ki mezârlıklar, türbeler, yatırlardır. bazılarına tezat gibi görünecek -belki paradoksal sayılabilecek bir şekilde- ölülerimiz bizim yarınımızı yeşerten bir vazife üstlenmişlerdir. türbeler, yatırlarla alâkalı bugünün dünyasındaki münakâşaları hepimiz biliyoruz. ben bunları uzun uzadıya ele almak, yazmak niyetinde değilim. türbeye, modern dünyanın getirdiği zihin kalıplarıyla öteleyici, küçümseyici, yok edici ve yok sayıcı tavrı kabul etmenin imkânsız olduğunu bildiğim gibi, türbeyle kurulacak bağın edeplerini gözetmeyen aşırılıkları da nâhoş buluyorum. bunların ötesinde, bizim milletimizin ölüme bakışını ortaya koyan bir mezar kültürümüz var ki bugün bunun anlaşılmadığı ve anlaşılmadığı için de asırların hafızası mevcut yapının yok edildiğini görüyoruz. “dünya lezzetlerine kapılıp gitmeye mâni olacak râbıta-yı mevte çokça müracaat ediniz” mealindeki hadis-i şerifin ihtârınca mezarlıklarını şehrin içerisine kuran anlayış maalesef bugünün “şehir ve bölge planlama” anlayışında yer tutmuyor. türbeler, yatırlar da maalesef şehirler içerisinde bakımsız kalıp görünmez hâle gelebiliyor, nihayet yok olabiliyor. maneviyat kaynaklarımız arasında türbenin nasıl bir yer tuttuğunu merhum erol güngör, bir yazısının girişinde çok güzel ifade eder:

“yahya kemâl, istiklâl harbi’nde savaşan türk askerlerini anlatırken, bütün ecdat ruhlarının bu askerlerle yan yana çarpıştığını, hatta eskiden sadece yeşil bayrakla saflar önünde görünen ecdadın bu defa ordu hâlinde savaşa katıldığını söyler. istanbul fethedilirken de ordunun önünde bir ruh ordusu vardı: eyüb sultan, hacı bektaş, hacı bayram ve daha niceleri. fethettiğimiz her yerde, müdafaa ettiğimiz her yerde daima ruhlar önümüzde olmuştur. türk topraklarını, bugün elimizde bulunmayanlar da dâhil, karış karış gezin, her kasabanın bir fetih hikâyesi vardır. ya ora halkını müslüman etmek için gitmiş bir velî kâfirler tarafından şehid edilerek mezarı düşman elinde kaldığı için kurtarılmasını ister ve fetihte askerin önüne düşer, ya muhasara sırasında evliyadan biri askere gizli bir giriş yeri gösterir, ya bir velî düşmanın toplarını eliyle tutarak islâm askerini zarardan korur, ya muharabenin en sıkıntılı bir anında beyaz atlı, yeşil sarıklı insanlar peyda olarak düşman saflarını darmadağın ederler. bu ruhlardan hiçbiri gelmese bile, fetih sırasında asker içinde bulunan bir velî şehit olarak yeni alınan yere defnedilir ve orası mukaddes bir toprak olur. isterseniz türk’ün vatan anlayışı için şöyle pratik bir formül bulabiliriz: nerede evliya kabri varsa orası türk toprağıdır. evliyası olmayan yerde türk de yok demektir; eğer olsaydı mutlaka içlerinden ya bir şehit, ya bir ulu kişi çıkardı ve halkın gönüllerini kendi kabri üstünde birleştirirdi. zaten manevî kudretiyle halkı koruyacak birinin bulunmadığı yerde türk nasıl yaşar?” (sy.150-151; erol güngör, türk kültürü ve milliyetçilik, ötüken neşriyât, 4. baskı, 1980)

erol güngör’ün yazdıklarından hareketle, rahatça şunu diyebiliriz: memleketimizin vatanlaştırılmasında türbelerin vazgeçilmez bir vazifesi vardır. demek ki türbeler tapuları, senetleri, anlaşmaları aşarak milletin kendi ruhunda meydana getirdiği hudutlardır. aynı sebeple, resûl-i ekrem’in merkadini 1919’a kadar savunmadık mı? askerlikte en büyük kaide, emre itaat ve askerî merâtibi gözetmektir. fahreddin paşa, kendisine verilen emri dinlemeyerek, devletinin mütareke imzalamasına rağmen ve en yakın türk birliğiyle arasında bin kilometre kalmış olmasına rağmen hangi maneviyatla resûl-i ekrem’in mezarını savunuyordu?

önemli bir mesele de, böylesi yerlerin tahribinin ruhumuzda açtığı yaralardır. o yaraların nerede, nasıl oluştuğu ve bize nasıl bedeller ödeteceği de bilinmez. her köşesi fetih hatıralarıyla dolu bir ülkenin, ruhuyla beraber hafızası da böyle yerlerde yuvalanmıştır. hafızamızın yani bizi biz yapan en kıymetli hazinelerden biri olan hafızamızın da bir kısmı türbelere, makamlara, yatırlara işlenmiştir. maraş ulu camii’nin minaresini her gün gören birisi, artık ülfet olduğundan onu her gün görmenin anlamını şuurunda hissedemez. ne zamanki o minare ortadan kalkar, onu her gün gören kişi de “maraş’ta bulunduğunu her gün, sessizce haber veren” bu habercinin kıymetini ve verdiği haberin değerini anlar. adana yoluna düşen kimse maraş’tan ayrıldığını malik ejder’den, gaziantep yoluna düşen kimse ise karaziyaret’ten öğrenir. hepimiz şöyle bir düşünelim, hafızamızı mekânlara işlemişizdir: “eski evde otururken, filanca mahalledeyken, şirketin yeni binasındayken…” diye kodlarız hatıralarımızı ve o mekânların yardımıyla çağırırız küllenen bilgilerimizi.

milletin müşterek hâfızasında mekânların yok edilmesinin çarpıcı bir misâlini şair sezai karakoç hatıralarında anlatmaktadır:

“dağın tepesi iki parçadır ve bu iki parçanın arasında zülküfül peygamberin (kur’an-ı kerim’de zülkifl olarak geçer) makamı vardır. halk arasında zülküfül peygamberin askeriyle gelip burada çarpıştığı ve bu dağda şehit düştüğü söylentisi yaygındır. bizim çocukluğumuzda çok eski bağdadî bir yapı idi makam. ferah, geniş, işlemeli bir salonu vardı. (…) içerde çok eski şamdanlar vardı. yerlerde de değerli halılar seriliydi. sonradan okuduğuma göre, o şamdanlar tarihî değer taşıyormuş, atabekler, memlûklar ve artukîlerden kalma tarihî eşyalar arasında yer alıyor o şamdanlar. bir de küçük, yeşil boyalı, demir parmaklıklı bir oda vardı ki içinde zülküfül peygamber’in yattığı kabul edilirdi. loş ve yeşil renkli bir görünümü vardı. (…) baharda ya da arada sırada, bazan da bayramlarda orayı ziyaret ederdik. mevlitler okunur, dualar edilirdi. (…) bayramları köylüler de dağa gelir ve orası panayır yerine dönerdi. (…) halk, zülküfül makamını yedi defa ziyaretin bir hac sevabına eşit olduğu inancını taşırdı bizim çocukluğumuzda. anladığıma göre, ergani’nin tarihi, erganilinin ruhunda kat kat üst üste gelmiş, hatta iç içe gelmiş, peygamberler, sahabe devri, daha eski devirler ve sonraki devirler birbiriyle kaynaşmış (…). işte bu sırada, o gün duyduklarımıza göre, ankara’dan gelen bir emirle zülküfül makamı yıkılmış ve yerle bir edilmiş. halılar ve şamdanlar ne oldu acaba? kıymetli kumaşlar ve sergiler nereye gitti? erganililer bu olayı büyük bir uğursuzluk olarak düşündüler. (…) makamı yıkacak kimse olmadığından bazı resmî görevliler yıkmış. sonra o yıkan ve yıktıran üç kişi bir daha iflah olmamışlar. biri delirmiş, biri felâketten felâkete uğramış ailece, bir de bir kazada gitmiş. sonraki yılar, ergani ovasını süne bastı (ki halk dilinde kımıl denir). halkın bir kesimi bu âfeti de peygamberin makamının yıkılmasına bağladı.” (hatıralar 5-6. bölüm’den, sezai karakoç, diriliş dergisi, 7. dönem)

kıymetli hocam,

bugün bizler de zülküfül makamının yıkılıp yok olması gibi bir hafıza ve maneviyat kaybı içerisindeyiz. bazılarımız bu kaybın farkında değil, bazılarımızın ise hiç haberi yok bundan. bugün kahramanmaraş sütçü imam üniversitesi’nin karacasu kampüsü hudutları içerisinde sahabe-i kirâmdan mikdat bin esved’in (allah ondan râzı olsun) makamı bulunmaktadır. makamın etrafı taşlarla çevrilidir. üniversite hudutları içerisinde yer aldığı için civar köydekiler, şehirdekiler bu makamı ziyaret etmek imkânından mahrumdurlar. üniversitemiz akademisyenlerinden hamza karaoğlan’ın kaleme aldığı “kahramanmaraş ve çevresinde ziyaret yerleri” isimli esere göre, mezar hazine arayıcıları tarafından tahrip edilmiş vaziyettedir. çocukluğunda bu makamı ziyarete gelip burada yemekler verildiğini hatırlayan ve mezar yerini koruyan bir türbenin bulunduğundan söz eden kimselere rastladım. bu makamla ilgili anlatılanlara baktığımızda, bu makamın da maraş’ın islâmlaşması günlerinin hatıralarını yaşatan bir yer olduğunu anlıyoruz. hamza karaoğlan, eserinde evliya çelebi’yi kaynak göstererek şu anlatıma yer vermektedir:

“… hz. ömer, kudüs’ü fethettikten sonra hz. ali, birkaç bin gaziyi de yanına alarak önce halep’e oradan antep’e oradan da maraş’a gelir. bu sırada maraş’ta müslüman olmayan bir halk, başlarında da müslüman olmayan bir idareci bulunmaktadır. hz. ömer vali ve halkını islâm’a davet etmek üzere mikdat bin esved’i şehre gönderir ve onlara ‘mektubumuz elinize ulaştığında islâm dinini kabul edip kaleyi teslim edesiniz’ der. mektup kayser meliki cimcime olarak bilinen valiye okunduğunda o şehri boşaltıp şir dağı’na kaçar. bu durumdan istifade eden mikdat bin esved şehri ele geçirir ve burada bir süre kalır. sonra düşman askerleri yeniden saldırır ve günümüzde mezarının bulunduğu tepede çarpışırken [mikdat bin esved] şehit olur, arkadaşları tarafından aynı yere gömülür.” (sy. 87)

burasının bir makam olduğunu, mikdat bin esved hazretlerinin medine-i münevvere’de medfûn olduğunu biliyoruz. fakat anlaşılıyor ki o dönemde, müslümanların bizans ile aralarındaki hudut şehirlerinden biri olan maraş’ın islâmlaşması mücadelesi esnâsında buradaki çarpışmalarda şehit düşenler için bu tepeliğe bir mezarlık, bir şehitlik yapılmış ve mikdat bin esved’in ismiyle mühürlenmiş. çevredeki kara taşlar, buranın bozulmuş bir şehitlik olabileceği ihtimalini düşünmemize imkân verebilir. inanıyorum ki üniversitemiz bünyesinde karaziyaret’in ihyâ edilmesini temin edecek imkânlar mevcuttur. üniversitenin halka ve şehre hitap eden yüzü teknokent gibi unsurlardan ibaret olamaz, şehrin manevî yapısı için de birçok şey yapılabilir. karaziyaret’in ihyâsı da bu çerçevede düşünülmelidir. bir maraşlı olarak, sizin bu işte iradenizin olması daha anlamlı olacaktır kanaatindeyim. burası üniversite bünyesinde olduğu için, meselâ, üniversitemiz bünyesindeki “kahramanmaraş ve yöresi kültürel değerlerini araştırma ve uygulama merkezi” gibi burasının yapısıyla mütenasip bir araştırma merkezinin faaliyetleri buraya yapılacak bir türbeyle birlikte inşâ edilecek bir binaya taşınabilir. hatta -kendisi ne düşünür bilemiyorum ama- bu araştırma merkezinin başkanı olan ismail göktürk hocamızın, bu makamın ihyasını üniversitemiz adına yürütmeye en ehil kişi olduğunu -haddim olmayarak- söyleyebilirim. ismail hocamız, makam için en güzel yapıyı oluşturacağı gibi, araştırma merkezini buraya kurarak üniversitemiz ve şehrimiz adına bir irfan ocağı tesis edecektir.

 

mehmet raşit küçükkürtül

 

(20 recep 1442 – 4 mart 2021 – kahramanmaraş)

 


[1] evelahir dergi editörün notu: dergiyi matbaaya gönderme hazırlığı yaptığımız sırada karaziyaret’in içerisinde bulunduğu karacasu kampüsü’nün kahramanmaraş sütçü imam üniversitesi tarafından kahramanmaraş istiklâl üniversitesi’ne devredildiği haberini aldık. yazıda ifade edilen görüşlerin, kahramanmaraş istiklâl üniversitesi tarafından da dikkâte alınacağını temenni ediyoruz.

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • Noneym , 06/12/2023

    İlmi ezelî olanın yanında hâdis varlığa baba nispet edilmez. Sırf sülbünden geldiniz diye bir kavme kutsallık atfeden sizler, anne şefkatinden mahrum büyümüş çocuklar gibisiniz. Ve çok yakın bir zamanda toprak olacaksınız. Zamandan çalın, nadanın balı tatlı, yiyin bakalım. Çalın davullarınızı, örtük benliğinizi evliyaya meze edin. Ne desem boş, asla anlaşamayız… Tikelin somut, sınırlı bilgisinden, tümelin soyut, etraflı hakikatine varmanızı beklemek saçma zaten. Tuna’dan kafilelerle devam. Hiç bozma Fahrettin paşam!

    • isimsizşahıs , 07/12/2023

      konunun sülbünden gelme ile ilgili olmadığını size cevap veren kişi söyledi zaten yanlış yerde yanlış tepki verdiniz yanlış kişiye hem de

  • Noneym , 05/12/2023

    ”isterseniz türk’ün vatan anlayışı için şöyle pratik bir formül bulabiliriz: nerede evliya kabri varsa orası türk toprağıdır. evliyası olmayan yerde türk de yok demektir; eğer olsaydı mutlaka içlerinden ya bir şehit, ya bir ulu kişi çıkardı ve halkın gönüllerini kendi kabri üstünde birleştirirdi. zaten manevî kudretiyle halkı koruyacak birinin bulunmadığı yerde türk nasıl yaşar?”

    Hocam kabir falan hikaye, önemli olan Türk olmaktır. Türk olmayan evliya da olmaz ama etrafımızda acanlar olduğu için konuyu daha fazla açamayacağım. Zaten avam halk Türklerin hakikatini anlayamaz. Ayrıca gerçek Türklerin altı parmağı ve üç ayağı vardır. Türkler öyle bir millettir ki isterlerse ağızlarından ejderya gibi ateş çıkarabilirler. Türk olmayanların Allah belasını versin de kurtulalım hocam!

    • Fahreddin Paşa'nın Hayranı , 06/12/2023

      Kime, niye kızıyorsunuz? Bu yazıdan anladığınız yalnızca Türklük vurgusu mudur? Eğer tepkiniz alıntıladığınız parçaya yönelikse, o satırlar merhum Erol Güngör’e ait. Türk bir fikir adamının Türklüğü anlamlandırırken evliya kabirlerini belirleyici bir unsur olarak zikretmesinde ne beis var? Türkiye Cumhuriyetinde yaşayıp Türkçe konuşup yazan biri olarak Türklükten rahatsız olmanızı gerektirecek ne yaşadınız? Biz bu ülkede Türk deyince niçin birilerinin kalbine inecek gibi oluyor? Kimsiniz siz? Biz Mescid-i Nebevî’yi müdafaa etmekle övünen Türkleriz. Askerine Mehmetçik diyen Türkleriz. Devletine “Devlet-i Muhammediyye” diyen Türkleriz. Resul-u Kibriya Efendimizin aşıklarıyız. Hatıralarının ve emanetlerinin bekçisiyiz. Onun yolundan yürüyen ulema ve evliyanın hürmetkârıyız. Biz asıl Türkleriz, başka bir Türklüğün teranesini tutturanlardan beriyiz. İmdi hal böyleyken tekrar soruyorum, sizi rahatsız eden nedir?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir