Yahyâ, bu mektubu bir asır önce yazmış olsaydım muhtemelen söze, “ey oğul!” diyerek başlar ve üzerine bir sürü nasihati boca ederdim. Neye, nasıl inanacağını, kimleri sevip kimlerden nefret edeceğini, ne yapman ya da yapmaman gerektiğini, neyin sevap, neyin günah olduğunu, ahlâk kaidelerini elifi elifine yazardım ve sen de bunların hiçbirine itiraz etmez, hepsini bir miras olarak alır başının üzerinde taşırdın. Hiçbir ontolojik kaygı çekmezdin. Hattâ evleneceğin kıza bile ben karar verirdim ve sen şüphesiz buna da itiraz etmezdin.
Ama senin gözlerini açacağın dünya ters düz oldu. Eminim ki ilk bana âsi geleceksin, ilk bana muhalefet edeceksin. Arkadaşlarını babandan, bir kızı annenden çok seveceksin. Akrabalarını tanımayacak, büyüklerinden duyduğun her sözü bir hakaret belleyecek yer yer de istihfaf edip gülüp geçeceksin. Bunları elbette kendimden biliyorum.
Babam okul okumamıştı. İlk kavgalarımız kitaplar yüzünden oldu. Evin her yerini kitaplarla doldurmama bir türlü akıl erdiremedi. İkinci kavgamız evlilik yüzündendi. Benim istediğimi o istemedi, onun istediğini ben istemedim. İttifak ettiğimiz kişi ise beni istemedi.
Babamın gözünde tam bir beceriksizdim. Dünyanın en basit işi evlenmeyi bile beceremeyen bir böcektim. Kaç defa ayağının altında ezmeyi tasarladı, bilmiyorum. Otuz yaşıma kadar babamla hiçbir asgari müşterekte buluşamadık. Ne o beni anladı ne de ben onu. Otuzumdan sonra ise her şey değişti. Modern zamanların en büyük handikabı buydu belki de. Otuz yaşında ergenlikten kurtulmak. İnsan otuz yaşına kadar hiçbir şeyi idrâk edemiyor. Kadere bile yakînen imanı otuzundan sonra elde ediyor. İnsan, otuzundan önce dünyaya nizam getireceğine, Nobel ödüllü bir roman yazacağına, her istediğini elde edeceğine inanıyor ama otuzdan sonra büyük bir teslimiyete, sükûnete kavuşuyor. Yahyâ, otuzdan evvel her şey aniden oluveriyor, otuzundan sonra ise, yavaş yavaş. Ne çok otuzlu cümle kurduğumun farkındayım. Eğer bu mektubu otuzundan önce okursan ihtimaldir ki burada sıkılıp bırakabilirsin. Bundan sebep kelimelere hamallık yaptırmanın bir manası yok. Senin de tahammüle meylin olmayacak.
Anneme gelince, o da okumamıştı. Kitaplarıma babamdan daha çok karşı çıkardı ama kitapsız bir kadın değildi. İzm’lerin hiçbirini bilmezdi. Kendisine antikapitalist desem yüzüme tuhaf tuhaf bakardı. Lâkin binlerce antikapitaliste taş çıkartırdı. Köyden geldiğinde otobüsün bagajında çuvallar kirlenmişti. Yeni nesil kadınların ellerini bile sürmeyeceği, üstelik çöpe atmasını kocasından, babasından, kardeşinden isteyeceği o pis çuvalları yıkadı ve seneye tekrar lâzım olur diyerek, katlayıp uygun bir yere koydu. İşte orada anneme hayranlığım artmıştı. Annemin en büyük özelliklerinden biri de hayvanlara isim takması. Köydeki büyükbaş hayvanların ismi olduğu gibi, keçilere hattâ tavuklara bile tek tek isim verir, onlarla farklı bir ünsiyet kurar ve sohbet ederdi. O hayvanların annemin dilini, annemin de onların dilinden anladığına şüphesiz inanırdım.
Annemin, gördüğünde bir kadın eline benzemeyen o nasırlı, o buruşuk, o kararmış ellerinde müthiş bir berekete şahit olurduk ailecek. Bir metrekareye kıvırcık, soğan, domates, biber ya da fasulye ekse bütün yaz boyunca hepimize yeterdi. Annem topladıkça yeniden fışkırırlardı. Yahyâ, annemi daha fazla anlatmak çıtayı yükseltmektir ve bu da sana zarardır. Çünkü modern zamanlarda böyle bir kadına rast gelmen imkânsıza yakın bir şeydir. Annem hakkındaki en büyük hüznüm: ona lâyık bir evlât olamamamdır.
Bugünlerde babamla gayet iyi anlaşıyoruz. O benim kitaplarıma, ben onun sessizliğine alıştım. Annemin ise anaç tarafı ağır bastı ve beni merhametinin kanatları altına aldı ve ben de gerçek yuvama dönmüş oldum. Sen de ne kadar uçarsan uç ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş benim sessizliğime ve annenin şefkatine geri döneceksin. Normalleşen her şey ruhumuzda derin bir yara açar, aile ilişkilerindeki normalleşme istisna.
Yahyâ, bu mektubu ve eğer yazmaya devam edebilirsem yazacağım mektupların hiçbirini sana nasihat etmek, vaaz vermek ya da şu felaket çağında felaket tellallığı yapmak için yazmıyorum, yazmayacağım. Benim derdim hafızasını yitirmiş bir dünyadan sana küçük bir hafıza defteri bırakarak öbür dünyaya göçmek, müşahede ettiğim güzellikleri sana aktarmak. Bu mektuplarda kitabî bir cümle okumayacaksın. Hiçbir iktibasa denk gelmeyeceksin. Elimden geldiğince şatafatlı sözlerden kaçınacağım, büyük laflar etmemeye gayret edeceğim
İşte tanıklık ettiğim iki hikâye. İki çocukluk çağlarımdan:
İstanbul’a ilk taşındığım yıllardı. Yaşım henüz on birdi. Çocukluktan çıkıp ergenliğe doğru koşar adım gidiyordum. Mahallede Malatyalı bir teyze vardı. Yaşı altmış beşi aşkındı. Ne zaman sokağın başında bir adam görse yolun karşısına geçmezdi. Bu titizliğini çocuk yaşta olmama rağmen bana karşı da gösterince merak edip sordum: “Fatma Teyze bunu niçin yapıyorsun?” verdiği cevap yirmi iki yıldır kulaklarımda çınlıyor. “Oğul, kadının erkeğin önünden geçmesi bizin oralarda uğursuzluk sayılır.”
İkincisi ise terütâze:
On sen önce İstanbul’dan Kayseri’ye göç eden Mustafa Kibritçi aradı. Mustafa Ağabey dergâhın çaycısıydı. Büyük küçük demeden herkese hizmet ederdi. İtikadi meselelerde üzerimde çok hakkı vardır. Telefonu açarken, “Uzun zamandır aramadın hayırsız?” diye sitem etmesini bekledim. Telefonu açtığımda, “Celal’im seni sevgiyle kucaklıyorum. İkinci bir gayem olmadan, yalnızca Allah rızası için aradım. On yıldır dostluğun hatırını korumadığım, seni arayıp sormadığım, vefasızlık ettiğim için özür dilerim”, dedi.
Yahyâ, şimdi ne o mahalle ne o zaman ne o zemin ne de o titizlik kaldı maalesef. Çinlilerin bedduasına tutulmuş gibiyiz ve gerçekten ilginç zamanlarda yaşıyoruz ve bu anlattıklarım da eskilerin masalı değil, modern zamanlar menkıbeleri. Bu menkıbeler salt aklına bir şey söylemeyecektir elbet lâkin ruhuna dokunursa seni betonlaşmaktan ve makineleşmekten koruyacaktır.
Celal Kuru
5 Yorum