sena türkmen,
gerçek bir kişi misiniz yahut müstear mısınız, bilmiyorum. isminizi edebifikir vasıtasıyla öğrendim. benim yazdığım “türkiye doğu ile batı arasında köprü müdür?” yazısına yazdığınız tenkit üzerine bu mektubu yazmak istedim. gerçek bir kişi olmanız yahut müstear olmanız da önemli değil çünkü ben bu mektubu, biraz da, sizin yorumunuzu bahane ederek yazıyorum. yanlış anlaşılsın istemem, sizin tavassutunuzu hafife aldığımdan değil sizin yorumunuzun muharrik bir unsur olduğunu, bu yorum vesilesiyle söylemem gereken meseleleri dile getirme imkânı bulduğumu anlatmak için böyle söylüyorum. tabiî bir de şu var: sizin yorumunuzu okuyunca, meselenin o yazıyla sınırlı olmadığını, daha evvelden benden gıcık kaptığınızı hissettim. gerçek böyle mi bunun siz bilebilirsiniz ancak benim o yazıma yahut edebifikir’deki kimi işlerimden gıcık kapan tek kişi siz değilsiniz. sizin anlayacağınız, biraz da onlara yazıyorum; tavassutunuzun bir anlamı da bu. öte yandan, tamamen şahsî bir sebep de var: şu sıralar gurk tavuğunun hassasiyetiyle kendi yazarlığıma bakıp duruyor, onu deneyip duruyorum. mesela yazmam gereken sayfalarca yazı varken içimden bu mektubu yazmak geçtiği için oturup bunu yazıyorum, şu sıra onu bu deneye sürmek zorundayım.
edebifikir’deki arkadaşlardan aydoğan k, sizin muhtevasını beğenmediğiniz yazının kalitesini beğenmedi, yazıyı kuvvetli bulmadı. doğru. hiç de kuvvetli bir yazı değil. bunun üç sebebi var, ben birisini söyleyeceğim: yazıdaki söylenen hiçbir şeyin, teknik-üslûp-parlak bir buluş/cümle/anlatım ile gölgelenmemesi gerekiyordu. spontane, basit, ayağa kalkıp söyleyeceklerini söyleyip oturan bir yazı olmalıydı. nasıl bu mektubu yazmayı istediğim için oturup bunu yazıyorsam, o yazıyı da bir ödev hissiyle değil; o saat klavyenin başında oturduğumda bunları söylemek istediğim için yazıyordum. o yazı nasıl keyfemayeşa gelmiş ise bu mektup da oturaklı, robdöşamrlı geliyor. bakalım ileriki satırlar da böyle olacak mı? bu satırları dökerken ekrana, karşımda duran dağın üstünde tüllenen güneşin ilk akisleri, yarım saat sonra her şeyi bambaşka hâle getirebilir. mektubu yarım da bırakabilirim. benim esas söylemek istediğim ise bunlar değil, geçelim.
benim yazımın taklit olduğunu iddia ediyorsunuz. sizi kanaatten iddiaya sevk eden de “metrobüslerin köle taşıması” ibaresiymiş. bu ifade bizzat ismet özel’e aitmiş. bilmiyordum, demek ki siz benden daha iyi bir ismet özel okurusunuz. bu ibareyi nerede kullandığını beyan ederseniz ismet bey’in, bilgilenmemize sebep olursunuz, müteşekkir oluruz. siz aslında benim yazımda söylenenlere bakıp “amaan bunların ismet özel’in düşünceleri!” demek istiyorsunuz fakat bunu derken de ismet özel’e iftira ediyorsunuz. benim spontane, basit olsun dediğim yazının üslûbunu ismet özel üslûbuna benzetmişsiniz. şimdi de kötü bir ismet özel okuru olduğunuza mı hükmetmeli yoksa gerçekten kullandığınız kelimelerin nereye varacağını bilemeyeceğinize mi? sizi tanımadığım için hiçbir hüküm veremem. daha önemli bir husus var: yazımın ihtiva ettiklerini taklit bulmanıza bakılırsa benden özgün düşünceler bekliyorsunuz. hâlbuki o yazı edebî yahut fikrî bir yazı değil, siyasî bir yazı. ben de benimsediğim siyasî fikirlerin sözcülüğünü yapan cümleler kurdum. ne yapmalıyım? sena türkmen’e ve sena türkmen gibi düşünenlere soruyorum: gökten zembille yeni bir siyasî fikir indirmem mi gerekiyor? şu an türkiye’de yürütülmesi gereken siyasetin; ismet özel’in dikkati ve hassasiyetinin istiklâl marşı’na çevirmesiyle teşekkül etmiş siyasî fikirler olduğunu kabul ediyorum. daha iyi bir siyaset bilmiyorum ve bu siyasete iştirak etmeye gayret ediyorum. bunun bir tezahürü olarak bu yazı ortaya çıktı. biraz da sena türkmen’leri ortaya çıkarmak ve onlara cevap olsun diye ortaya çıktı. benden “özgün” bir yazı bekleyen aydoğan k’yı anlayabiliyorum fakat benden “özgün bir siyasî fikir” bekleyenlere anlam veremiyorum. ortada, yürütülmesinin en doğru hatta tek doğru olduğunu düşündüğüm siyasî fikirler varken niye bir siyasî fikir arayayım? her siyasî fikir beyânında bulunan kişiye kendi özgün fikirlerini savunacağı bir siyasî parti kurması gerektiğini söylemek gibi bir şey bu.
mevlana celaleddin-i rûmî’ye atfedilen bir söz vardır fakat anonim bir söze benziyor, bilmiyorum: “aynı lisânı konuşan insanlar değil, aynı hislerde müşterek olanlar anlaşabilirler ancak.” ben bu sözün eksik olduğu kanaatindeyim; bu müştereklerin üzerine bir de “aynı şeyleri isteme” hususunda iştirak olması gerektiğini söylüyorum. sena türkmen, sizinle aynı şeyleri istediğimizi sanmıyorum. fakat aydoğan k ile müşterek bazı isteklerimiz var ki o yazıyla ilgili fikrini beyân ederken dikkatini çeken ilk hususlar başka ve benim için şayan-ı dikkatti. sizinle aynı şeyleri istemediğimizden türkiye’ye bakarken siz başka bir şey görüyorsunuz, ben başka bir şey görüyorum. “türkiye’nin jeostratejik önemi” diye öğretilen şey, ingiltere’nin bu bölgeyi “Ortadoğu” diye adlandırmasından farksızdır. zaten aynı mektep kitapları türkiye’ye ana yurt, mâverâünnehir ve ötesi için de ata yurt diyor; niyeyse almanların ata yurdu yok yahut fransızların, sanki cermen kavimleri avrupa’nın göbeğinden doğup çıkmış gibi. her neyse… bunların konuşmanın bir faydası olacağı kanaatinde değilim. ben kendim için, yaşadığım şehir için, kendi hayatım için, türkiye için, yüzlerine bakıp istikbâlleri için tasalandığım yeğenlerim için, sevdiğim bütün insanlar için mevcut bulunandan başka şeyler istiyorum. camiye girdiğimde namaz safında omuzları birbirine yapışmayan ölgün, bezgin erkeklerin omuzlarını birbirine raptetmek istiyorum. yaşadığımız hayata bakıp “nasılsın?” diye sormak zor geliyor bana. biri de bana sorduğunda bir öfke kıvılcımı doğuyor içimde, eskiden daha çok oluyordu. alışveriş merkezlerine molotof kokteyli atmak geçiyor içimden. kaldırımda beklerken bir bankanın gölgesinden istifade etmekten şiddetle kaçıyorum. ne bileyim, daha bin türlü şey vardır böyle. hepsini yazmaya lüzum var mı? onları da edebiyat tarihçisi bulsun. velhâsıl aynı şeyleri istemedikçe sizin adınız sena türkmen, benim adım mehmet raşit küçükkürtül olarak kalacak. siz benim kadınlarla ilgili eski kafalı düşüncelerimden ötürü suçlayıcı, acı bir söz sarf edeceksiniz. ben öğretmenlikle ilgili tuhaf bir yazı yazacağım, siz beni tariz eden bir yorum döktüreceksiniz. siz yahut sizin gibi düşünenler. benim gibi birinin yazdıklarını daha katlanmaya gerek var mı? peki ya aynı şeyleri istersek, sonra ne olacak? sonrası iyilik, güzellik demiş şair. hatta türklük, doğruluk, çalışkanlık kısmını da ona siz ekleyin!
bunlara ne diyeceksiniz? bir cevabınız olacak mı? itiraf etmeliyim ki yazacağınız cevaba mukabil bir mektup kaleme alıp almamak konusunda tereddütlüyüm. kibrimden ötürü değil, açık bir mektuba açık mektupla karşılık verilirse karşılığında tekrar açık bir mektup yazmak gerekecek. bu durumda benim yazacağım cevaba ahlakî bir sebep bulmam gerek. evet, böyle bir şey var benim için. demem o ki tekrar açık bir mektup yazmaya sebebim olmayabilir. ne vakit yazmaya kalkışsam ahlakî bir sebebimin olup olmadığına bakarım, bakmaya gayret gösteririm. bunda başarılı olduğum söylenebilir mi? kesin cümleler kuracak kadar manzarayı net göremiyorum. bir yazı için ahlakî sebebim olsa yazma şevkimin, nefsimin aradan çekildiğini gördüğüm; yazma şevkimin kabardığını, kendi nefsimi, “ben”imi mürekkebin içine kattığımda ise elimde ahlakî bir sebep bulamadığım zamanlar oldu. yazmak işi için ahlakî sebebin, yazarın şahsiyetinin ve nefsinin, yazma şevkinin, yazarın kendi meyil ve mizacına bakarak icat ettiği veya bulduğu bir “edebî”liğin manzumesine ihtiyaç var. aşırı şuurluluk hâlinden mustarip bir “ben” ile husule gelen nesri bir kenarda bırakacak, yazarın “ben”ini öbür insanlara bitiştirecek bir tür coşkunluk ile ödev hissinin kaynaştığı bir nesir imkânı bulabilir miyim?
güneş geliyor, kuşların kıyameti başladı. yazmak zora girdi.
size ve diğer sena türkmenlere hayırlı sabahlar dilerim.
mehmet raşit küçükkürtül
7 Yorum