Ömer Can Coşkun emin adımlarla ilerliyor.
***
Küçükken gördüğüm rüyalardan mirastır bana yükseklik korkum. Nasıl çıktığımı bilmediğim bir yükseklikten -nasıl bir bilinçsizlikse- düştüğümü görürdüm hep. Tam yerle kardeş olmama ramak kala da nefes nefese uyanırdım. O nasıl bir rahatlama halidir öyle? Ölmediğini bilmek… İnsan daha bir derin uyuyor o berbat rüya sonrası.
Ben rüyalarımda düşüyor muydum gerçekten, bilmiyorum. Galiba ben kendimden kendime düşüyordum. Öyle olmasa neden en heyecanlı yerinde sarsılarak uyanayım ki? Belki de ruhum benden ayrılıyordu gökyüzüne doğru, sonra kendini aşağı bırakıyordu. Ben metafizikten anlamam. Gidecek yeri mi kalmıyordu artık onu bilemem. Fakat ruhumun rüyalarımla işbirliği yaparak bana oynadığı oyunlardan kalma bir yükseklik korkusuna sahibim, o kesin.
Sahibi olduğum bu mirasın mirasyedisi değilim ama. Besleyip geliştirdim bu korkumu. Önceleri yükseğe çıktığım anlarda başım dönmeye başlardı. Bir zaman sonra etrafımdakilerin de yüksek yerlerden aşağı bakmaları başımı döndürmeye, nefesimi kesmeye yeter oldu. Onların o tehlikeli durumları benim beynimde şimşeklere neden oluyor, onları aşağı düşmüş olarak görüyorum bir an. Çığlıklar, feryatlar, kan… Bunların hepsi gözümün önüne gelince basıyorum çığlığı. Şükür, etrafımdakiler alıştılar artık benim yanımda öyle yersiz işler yapmıyorlar. Korkum kamuya mal edildi, sayemde…
Belki büyüyünce geçer umuduyla kendimi avuttuğum zamanlar tükendiğinde ben hâlâ içinde delicesine yükseklik korkusu barındıran bir gençtim. Üniversiteye başlayana kadar direttiğim alçaklarda bulunma isteği, üniversite başlayınca biraz askıya alındı tabiî. Öğrencide para ne gezer? Kendi bütçemize göre ev tutacağız derken, iki arkadaş beş katlı evin 5. katında bulduk kendimizi. Taşınınca ilk yaptığım iş balkonu kilitlemek oldu. Kerem’i de bu kapı açılmayacak diye bir baba hissiyatıyla tembihledim.
Kerem, çocukluktan arkadaşım. Aynı üniversiteyi ve aynı evi paylaşıyoruz. Şimdi “hayatı paylaşıyoruz” dersem garip olacak. Çocukluktan beri arkadaş olunca birbirinizin üzüntüsünü sevincini biliyorsunuz. Bizimki de o kadar samimi bir arkadaşlık… Bu arkadaşlığı bozacak ya da azaltacak herhangi bir durum yaşanmadı şimdiye kadar.
Şimdiye kadar…
Şimdi…
Kerem telefonundan başını kaldırmadan eve girdi. Nedense telefondan “bip” sesi gelince gülmeye başlıyor. Klasik koşullanmış besbelli. Başka ziller de duysa aynını yapar mı, bilmiyorum. Yanına gittim. “Hayırdır?” dedim. Bu “hayırdır” da ne kelime arkadaş! İnsan bir söze dökülür mü? Kerem bir kızla tanışmış, sevmişler birbirlerini. Sabah akşam elde telefon… Kerem’le yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. Sofrada beraberiz ama birkaç gündür üç kişiyiz: Ben, Kerem ve telefonu. Artık bir yemek müziğimiz var: telefonun “bip” sesi. Kerem’in bir elinde kaşık bir elinde telefon… Bu ne sevgi! Arada şaşırıp telefonu ağzına alacak ondan korkuyorum.
Bizim üniversite küçük şehirde, mecburiyet caddesi belli, kahvesi, kafesi belli. Apartmanın altında saatçi dükkânı var. Dükkânın sahibi Erkan abi yan komşumuz. Bize hem babalık yapar hem de arada gelip dedikodu… Anlattıkları yalan mı doğru mu bilmem. Ama biz Kerem’le anlattıklarının çoğuna inanmıyoruz. Şehirde kim ne yapsa Erkan abi bilir. Nasıl bilir? Bence bilmez. Sırf bizim kafamız dağılsın diye oradan buradan birleştirip bize anlatır hikâyelerini. Bizimki masal bilmeyen masalcı dede… Geçenlerde Kerem evde yokken -Kerem ne zaman evde ki?- yanıma geldi. Gene anlatacak bir şeyler, dedim. Bu sefer biraz ciddi girdi içeri:
-Kerem yok mu evladım?
-Yok, Erkan abi ne oldu ki?
-Konuşalım mı seninle?
Olur, manasında başımı salladım. Oturur oturmaz nasihat eder gibi başladı sözlerine.
-Bak oğlum, ikiniz de oğlum sayılırsınız. Kerem’i dün bir kızla gördüm. Burada olsaydı kendim söyleyecektim ama yokmuş. Sana söyleyeyim, o kızdan Kerem’e hayır gelmez. Kerem’i parmağında oynatır. Benim diyeceğim sen bunları usulünce anlat ona. Üzülmesin delikanlı.
Sözleri bitince kalktı evine gitti. Ben ihtimal vermedim Kerem’in kız arkadaşının böyle biri olduğuna. Hem Erkan abinin bize ilk hikâyesi de değil ki. Erkan abi bozuk saatlerle uğraşa uğraşa iyice kendini kaybetti diye düşündüm. Kerem’le konuyu konuşmadım bile. Hem nerde görüp konuşacağım?
Keşke konuşsaymışım? Her insanın bir “keşke” dediği an oluyor. Erkan abi bozuk saatin günde iki kere doğruyu göstermesi gibi kırk yılda bir doğru söylemiş bize. Birkaç gün sonra Kerem eve geldiğinde anladım hata ettiğimi. Kerem kızın kendisini aldattığını anlattı. Sonra da pek konuşmadı. Telefonu o gün bıraktığı sehpa üzerinden günler geçmesine rağmen hiç almadı. Telefon birkaç gün can çekişti sonra şarjı bitti. Kerem odasından çıkmaz oldu. Hep dışarıda olduğu için göremediğim ev arkadaşımı şimdi evde olduğum halde göremiyordum. Sesimi duyar umudu ile kapı ardından çok konuştum, nasihatler ettim ona. Nafile!
Bir gün odadan çıktı. Saçı sakalı birbirine karışmış. Odası darmadağınık. Oda ile Kerem’i kıyaslarsak, Kerem daha dağınık. Sanki ilk defa yürüyormuş gibi sallanıyor. İçki kullanmaz Kerem ama bir alkolikten daha berbat görünüyor. Dondum kaldım. Koltuğa oturdu. Boşluğa bakıyor. Boş boş değil, bir şey görür gibi bakıyor. Korku sardı bir an içimi. Ama ses etmedim. Ne yapacağını merak ediyordum. Hiçbir şey yapmadı. Odada tek ses vardı o da duvardaki saatin tiktakları. Sanki bir anda aklına gelmiş gibi:
-Ölüm nasıl bir şey acaba?
-İyiye iyi, kötüye kötü…
-Ya aşk?
-Ölüm gibi… Ölüm…
Bunun bir diyalog olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Ben ağzımı açmadım. Kerem tiyatro oyunu sahneler gibi kendi yazdı kendi oynadı. Hep o boşluğa baktı, onunla konuştu. Kendi sorularına kendisi cevap verdi. Korkum bir kat daha arttı. Ölmeyi düşünüyordu galiba. Kendimi böyle bir şey yapmayacağına inandırmaya çalıştım ama içime düşen şüphe tanecikleri yüreğimi doldurmaya yetiyordu. Sonra bir an oturduğu yerde başını bana doğru çevirip mırıldana mırıldana konuşmaya başladı:
“Hani hep diyordun ya birader ben rüyamda düştüğümü görüyordum, hani yükseklerden diyordun, sonra tam betona çarpacakken uyanıyorum, diyordun. Ben de düştüm birader, ben çarptım ama o senin çarpmadığın betona. Çok acıdı.”
Kalktı, odasına giderken:
“Çok acıyor.” dedi.
Kararımı verdim. Sabah ilk işim onu psikoloğa götürmek olacaktı. Kendisine bir şey yapar korkusuyla uyumama kararı aldım. Odalarımız yan yana, kapıyı açsa duyarım diyerek odama geçtim. Elimde kahve, uykumu getirmeyecek ne varsa yapıyordum. Aksilik! Bir ara uyuya kalmışım. Yuvasına itilen bir kilit sesine uyandım. Nasıl sıçradım yataktan, bilmiyorum. Kerem’in odasına koştum oda boştu. Korkuyla salona geçtim. Salonda dondum kaldım. Kerem balkona çıkmış, sandalyenin üzerinde…
Nefesim kesildi…
O gece Kerem’i son görüşüm oldu.
Gözlerimi hastanede açtım. Kerem’in 5. katta balkonda o halde görünce çığlık bile atamadan bayılmışım. Başımdan kanlar aktığını görünce Kerem çıkmış depresif halinden beni hastaneye getirmiş. Başımı sehpanın köşesine çarpmışım. Birkaç dakika sonra Kerem girdi içeri:
“Ağız tadıyla intihar ettirmiyorsun adama” dedi.
“Yükseklik korkusu işte” dedim.
Ömer Can Coşkun
2 Yorum