Dağlardan Bir Türlü Dönemiyorsun

Dursun Göksu, Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün “bozcaada’ya gelirsen beni ara” mektubuna cevap yazdı.

***

Üç mektubun ardından bir mektup daha serdetmek sıkıcı mıdır, okuyucu nezdinde bezdirici midir bilemiyorum. Ama bu mektubu, kendi elimle yazdığım mektubuma cevap vermeyen Raşit için de yazıyor olabilirim veya askerlik denilen esasında “bir süre” demek olan serencamla hesaplaşmak için de.

Askerken sırf yerine gelsin diye birkaç mektup yazmıştım. Telefondan dergi dinlemiştim. Komutana telefonu kaptırmıştım. Gece 2-4 nöbetinde devriye atarken kazan dairesinde uyuyan çocukla sebebini hala kestiremediğim kavga neydi öyle? Nöbet kulübesinin etrafında gezinen yılanı bekliyordum. Uykum gelmiyordu zaten. En azından onun nöbetini tutuyordum. Komutan çok tertipli ve terbiyeli bir adamdı. Sürekli iş yaptırıyordu. Bana, seni yormak istemiyorum ama bir iş de tutmazsan canın sıkılır git şu çakılları şuradan şuraya taşı demişti. Bu bir lastik gibi uzayan ama kopmayan harap günlerdi. Adana, Yumurtalık güya usta askerlik dönemim…

Daha ilk zamanlardı. Bir aylık acemilikte Adana’da geziyordum hafta sonları. Aman ilçelere gitmeyim diye müracaatta bulundum. Salim Nacar’a beni araması için mail filan atmıştım. Edebi Müdahale dergisi çıkıyordu sanırım o ara. Alfabe kitabevinde Ali Abi vardı. Üç çarşı izninde Adana’yı gezdim dolaştım. Sular’a kadar yürüdüm. Çukurova demek olan apartman sürüncemesini sezdim. Bilmiyorum Adana cepleri sökülmüş yakışıklı bir adama benziyordu.

Aralık ayı unutuşlar içinde geçti. Bir ikindi vakti talim bitmiş, avluda oturuyorduk. Akşam yaklaşıyordu. Demir parmakların önünden insanlar geçiyordu. Nedir bunun anlamı diye düşünmüştüm. Bir insanın öylece geçip gitmesi nedir? Ortaokuldaki yatılılık günlerim geldi aklıma. O kadar bile değildi. Askerlik dediğin şey bir süreydi anlaşılan. Mantığı kapıda bırak diyenlerin ne tür bir nefis taşıdıklarını hesap edememiştim. Yoksa ben mantığımla girdim nizamiyeden. Çıkarken mantığımı askerlikte bırakıp döndüm hayata. Pislikçe kavgalar ettim çünkü. Hakkımı savunmak için olabildiğince çirkefleştim. Namaz kılan adam bunu yapar mı dediler. Nerde hoşgörü. Ezdirmedim kendimi yani. Astsubaya kafa tuttum. Adam ne yapacağını şaşırdı. Ben de bilmiyordum ne yapacağımı. Seksen üç kilo olmuştum. Ne yediğimi hatırlamıyordum. Ama teneke kemirmek gibi geliyordu. Yine de insan açken hiç fark etmiyor.

Gidip geliyorduk. Jandarma devriyesi, köylerdeki kavgalar, haftalık çarşı izninin geçtiği kırlar… Baktılar olmayacak bana kantin görevi verdiler. Oturdum çayla bisküvi yemeye başladım. Bir gece kantindeki paraları çaldılar. Çalınan parayı bana ödettiler sonra. Uzun dönemler hoca diyordu bana. Genelde konuşmazdık. Şaka yollu yanaşanları terslerdim. Nöbette İsmet Özel şiirleri okuyordum. Dağlardan dönüyorsun o sağır yamaçlardan, deyince askerlik bittiğinde Prens Mişkin gibi karşılanacağımı umuyordum. Dönüşte evleneceğim kız benle kaçmaya hazırdı. Babası vermeyecekti nasılsa. Hiç aldırmıyordum. Bu çelişkili sinir harbi gitgide yaylım ateş devam ediyordu. Şiir yazıyordum güya. Salim Nacar’a asker dönüşünde bir mail atmışım. Orada dört ayda sekiz şiir yazdım demişim. Ne gaflet. Şimdi bakıyorum sanki Adana’ya hiç gitmemişim gibi geliyor. Adana hiç olmadı gibi geliyor bana. Ama Adana değil yaşadığım hangi şey olmuş gibi ki sanki. Uyku içinde uyku. Zaman içinde zaman. İnsan bir baş dönmesine tutulunca dengeden habersiz yaşamayı bir heyula sanıp orada mağara misali tıkılıp kalıyor. Sonra yine düzeliyor güya. Nasıl düzelsin? Canı boğazında. Padişahın biri kendine karşı çıkan bir pejmürde köleye çıkışmış. Çekmiş kılıcını, o köle dönüp de kendini gösterince padişah başlamış yalvarmaya. Meğer Azrail değil miymiş o?

Askerlik bittiğinde babası kızı vermedi. Bir buçuk yıl daha Cizre’de öğretmenlik yaptım. Olaylar lastik yakmak ve polis taşlamak ve gaz yemek şeklinde cereyan ediyordu. Bulunduğum cadde olay çıkan bir caddeydi. Altı ay sonra evimi değiştirmeye karar verdiğim bir akşam eve dönerken bu caddeyi bırakamayacağımı anladım. Çünkü bütün eve dönmelerim geldi aklıma. Ama Cizre’de o ev bile bir süreydi yalnızca. İnsan sevdiğini veya alıştığını değil de kendini bırakmak istemiyor. Biri daha sana katılacak, bir şey daha tanık olacak bu zayıflığına diye bir caddeden bile adım atamıyor.

Raşit kardeşim, demiştim ya sana bu iletişim sürati bana hiçbir şey getirmedi diye. Hiç kimseyle daha iyi veya çeşitli iletişime geçemedim. Kadim yazı. Buruk neşe. Ben yazarken kırılıp döküldüm sen de okurken biraz seyret beni diye, ne düşüneceksin ne düşünmeyeceksin diye, bizi okuyanlar neden bizi okuyorlar ve mahrem gördükleri şeyi maşayla nasıl da eşeliyorlar diye tuhaf bir takım isteklerle bu mektubu yazdım. Başı sonu belli değil. Sulhi Ceylan’ın bahsettiği Et-Tevhîdî’yi ne kadar merak ettim. Demek insan kendini gördüğü yerde hemen merak sahibi oluyor. Aynayı tuttum yüzüme…

Dursun Göksu

 

M. Raşit Küçükkürtül: bozcaada’ya gelirsen beni ara
Bahadır Dadak: “Sen (Şimdi) Sevincimin Akranısın”
Sulhi Ceylan: Üç Kez Kazıttım Kumral Saçlarımı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir