Celal Kuru, Edebifikir okurları için Yunus Emre Özsaray’la yeni çıkan “Mecnun’un Şehri Terk Edişi” kitabından hareketle hayat ve edebiyat merkezli bir söyleşi gerçekleştirdi.
***
Öncelikle bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Aileniz, çocukluğunuz, yetişme tarzınız, beslendiğiniz gönül ve fikir pınarları? Yunus Emre Özsaray nerden geldi, nereye gitmekte?
Kırıkkale’de büyüdüm. İstanbul’a Çorum’dan gelmişiz. Büyük dedemiz Sungurlu ilçesinde imamlık yaparmış. Mülteka başucu kitabıymış. Kendine yetecek kadar Arapçası varmış. Ondan sanırım bize intikal eden bir şeyler var. Daha doğrusu ondan amcalarıma ve oradan bana… Çünkü amcam üniversiteye gittiği zaman ondan kalan kitapların olduğu kolileri karıştırarak kitaplarla tanıştım. Mesela Necip Fazıl’ın Esselam isimli eserini -kırmızı kapaklıydı- ilk defa ortaokul yıllarında o kitapların arasında gördüm. Sonra Rasim Özdenören’in Akabe yayınlarından çıkan Çözülme kitabını… Yine Çile o kitaplar arasında bulduklarımdandı. Akif İnan’ın Hicret ve Tenha Sözler kitabını merhum Akif İnan amcama imzalamış. O kitaplar da o dönemde ilgimi çekmişti. Tenha Sözler kitabının sayfa kenarlarında kendimce yazdığım bazı şiir denemeleri hala duruyor. Bir de acayip ansiklopedi okurdum. Türkiye Gazetesi’nin verdiği Rehber Ansiklopedisi en iyisiydi ansiklopediler arasında… Sağlık Ansiklopedisi, Evliyalar Ansiklopedisi… Ha bir de yine amcamın abone olduğu Altınoluk Dergisi’nin eki Altın Çocuk sevdiklerim arasındaydı. Türkiye Çocuk bir arkadaşım alırdı. Ben de ondan alıp okurdum. Bizim sınıf diye bir bölüm vardı orada. Acayip güzeldi.
Minyeli Abdullah, Malcolm X yine amcamın kitaplarından hatırladıklarımdı. Mustafa Yazgan’ın Sessiz Çığlık, Ahmet Pakalın’ın Mushaflar ve Bombalar, Mehmet Zeren’in Vahşet, Filistin Kan Ağlarken, Ahmet Lütfi Kazancı’nın bazı kitaplarını ortaokul yıllarında okumuştum. Yine Ahmet Günbay Yıldız, Emine Şenlikoğlu, Şule Yüksel Şenler o dönemlerde okuduğum isimlerdi. Bunlar o ara çok ilgi çekiyordu. Arkadaşlar arasında elden ele dolaşırdı. Sonra İmam Hatip’ten ayrıldık. İmam Hatip’ten ayrıldık deyince, bu arada amcam dedim ama babamdan bahsetmedim. O da lise sonda İmam Hatip’ten ayrılmak zorunda kalmış. Fark dersleri falan işte. Sonra kabul etmemişler. Askerlik yaşı gelmiş. Liseyi askerden sonra akşam lisesinde bitirmek zorunda kalmış. Üniversiteyi açıköğretimden… O da lisede Tevhid, Şura gibi dergileri okurmuş. Amcalarım imam hatipten sonra ilahiyat okudukları için kitaplarla ilgileri kopmamış. Babam fabrikada çalışmış. Ben de ailemle birlikte, dedemlerin ve amcalarımın üst katımızda oturduğu bir evde çocukluğumu geçirdiğim için onların arasında büyüdüm diyebilirim. Lisede kitaplardan biraz koptum. O dönem Orhan Pamuk moda olmuştu. Benim Adım Kırmızı, Kar okuduğum kitaplardı. Sonrası da kendiliğinden geldi işte… Üniversite’de Sezai Karakoç’un eserlerinin çoğu, İsmet Özel’in Tahrir Vazifeleri, İrtica Elden Gidiyor ve daha birçok kitap amcamın kütüphanesinden benim kütüphanede aktarıldı. Allah hepsinden razı olsun.
İlk okuduğunuz kitabı hatırlıyor musunuz?
İlk okuduğum kitap deyince aklıma çocuk kitapları geliyor. Ama sanırım Arı Maya idi ilk okuduğum kitap…
Yazma eylemi nasıl başladı? Aileden tevarüs yoluyla mı yoksa sonradan keşfedilmiş bir cevher mi?
Aslında ilk soruda verdiğim cevaba bakılırsa aileden tevarüs diyebilirim. İşin açıkçası ailemde edebiyatla uğraşan, yazan kimse olmasa da kitap okuyan bir ailenin içindeydim. Belki amcalarımın şiir denemeleri falan olmuştur. Babamın da Ramazan gecelerinde İslam tarihi kitapları okuduğunu hatırlıyorum.
İlk kitabınız “Kefendeki Misket”te farklı bir tarz denemiştiniz. Diğer hikâye kitaplarından ayıran bir yönü vardı. Hikâyeler birbiriyle bağlantılı ve bu bize novella ya da romans dediğimiz şeyi hatırlatıyordu. Bunu tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Özel bir sebebi yoktu. O hikâyeler öyle gelişmişti. Birbiriyle metinlerarası bağı olan hikâyelerdi. Ben de kitaplaştırırken birkaç küçük düzenleme yaptım, aradaki bağlantıyı kuvvetlendirmeye çalıştım.
İkinci kitabınız, “Mecnun’un Şehri Terk Edişi” ismi bize mecazi bir aşkı çağrıştırıyor. Ama kitabı okuduğumuzda hiç de öyle olmadığını anlıyoruz. Yazar neyin Mecnûn’u, Leylâ’dan kastı ne?
Ortada fiili bir durum varsa ve sizin sevdiğinize olan platonik aşkınıza bile birileri rıza göstermiyorsa, bir köşeye çekilip kalamazsınız. Bu memlekette kendi başına yaşayan ve etliye sütlüye dahi karışmayan insanlara bile yasaklar kondu. Mecnun, bunlar varken ben köşeye çekileyim, kendi işime bakayım diyemezdi. Leyla’yı bir simge olarak düşünürsek, adamların Leyla’yı Mecnun’a unutturmak için yapmadıkları kalmamış, onun ismini anmayı bile yasaklamışlar, (Bir hikâyemin ismidir bu) Mecnun Leyla demesin de ne yapsın. Hem Leyla bile diyemeyecekse mecazdan hakikate nasıl yürüyecek… O da Leylaaaaaa diyor işte herkese ve her şeye rağmen. Kendi isteğiyle bile olmuyor bu ama çekinse de korksa da adını ünlüyor. Gerçi biraz böyle bağırdığı için müdürden korkuyor ama yine de haykırıyor.
Kitapta Genceli Nizami, Fuzuli gibi “Leyla ve Mecnun” mesnevileri yazan üstadlara gönderme var ama biz üslup olarak Sezai Karakoç’un ağır bastığını görüyoruz. Bu bağlamda Sezai Karakoç kitabınızın ve hayatınızın neresinde?
Düşünce dünyamın, meselelere bakışımın eksenini onun fikirleri oluşturuyor diyebilirim.
Kadîm tahkiye metinlerimizde tüm hikâyeler bir hikmete binâen kaleme alınmış ya da şifâhi olarak anlatılmış. Günümüzde ise ısrarla hikâye ya da öykünün mesaj içermemesi salık veriliyor. Kitapta, İskilipli Âtıf Efendi’nin ve Adnan Menderes’in idam edilmesi, 28 Şubat mezalimi, ikna odaları gibi bir sürü göndermeler var. Sizce, mesajı yani bir sözü olmayan hikâye, hikâye midir?
Mesaj illa ki vardır her hikâyede. Yani mesajı olmayan bir ileti olmaz. Fakat mesaj iletinin neresinde duruyor. Buna bakmak lazım.
Edebiyat nedir? Edebiyata bir kutsallık atfediyor musunuz?
Edebiyat nedir, cümlesinin sonundaki soru işaretini kaldırıp bunu bir hüküm cümlesi olarak kabul edersek cevabı bulmuş oluruz. Evet, edebiyat (ne)dir. Bu ne’lik ne tam anlamıyla gerçeklikle uyuşur ne de ondan kopar. İnsan kendi zihinsel tasarımının biricik olduğunu düşünmeye başladığında ne yazık ki kendi eserine kutsallık atfedebilir. Biz o yüzden düşünme biçimimizde ve gerçeği algılayışımızda ne’liği değil geleneği göz önünde tutmak zorundayız. Sözümüzün bizden daha önce farklı biçimlerde de olsa öncekiler tarafından söylenmiş olduğu gerçeğini göz önünde tutarak, bu ne’liğin deliğine ve deliliğine düşmekten kurtulabiliriz. Ortada bir kutsallık varsa sözü söze, onu da ilk söze bağlayabilmeli ve böylece mananın kendi sözümüzden kaynaklanmadığının bilinç düzeyine erişmeliyiz. Gerisi kıyl-ü kâl…
Edebiyat dergileri de işlevini yitirmeye başladı. Bir nümayiş, bir haykırış, bir hareket, yeni bir nesil yetiştirme derdi yok artık ve her ay yeni bir dergi çıkıyor. Bu durumu nasıl buluyorsunuz?
Çıkmalı, her ay da olsa hemen de olsa çıkmalı… Öyle deme, ben edebiyat dergilerinde yazmaya başladığımdan bu yana en az 50 adam yetişip bugün kalem ve söz sahibi olmuştur sözkonusu dergilerde. Ki bu durum on yıla tekâbül ediyor .
Yazmak ve yaşamak arasında bir bağ kuruyor musunuz? Yazmasaydınız çıldırır mıydınız? Yeni yazmaya başlayanlara neler söylemek istersiniz?
Hayır yıldırırdım. Yeni yazmaya başlayanlar yılmasınlar ve kimseyi yıldırmasınlar.
Edebifikir adına bu söyleşi için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.