kıymetli okur,
bir müddettir yazar olmadığımı yahut yazarlığımın öldüğünü düşünüyorum. yazarlığımın solgunlaşması ve yavaş yavaş ölmesi galiba dört yıl önce başladı. ölen şeyi iyi tespit etmek lâzım, bu satırları size yazdığıma göre devam eden bir yazarlık var. dört yıl önce, ölüm döşeğine düşen yazarlığı “edebî yazarlık” diye adlandıralım. zaten edebifikir okurlarından birisi de yazdığı yorumlardan benim kalemimden “edebî” bir şeyden çıkmadığını söylüyor. herhalde bu okuyucuya göre şiir, hikâye yahut roman yazmayınca “edebî” bir şey yazmamış oluyorsunuz. böyle algılanması anlaşılabilir bir şey, çünkü bu algı devamlı besleniyor. yaşadığımız devrin şartlarına bakarak bir “edebî” olan tasnifi yapılıyor. bugün de market raflarına, paraya ve diğer piyasa şartlarına uygun bir tasnif yapılmış ve işletime konmuş durumda.
dört yılın sonunda “edebî” yazarlığımın öldüğünü ben de görüyor ve kabul ediyorum. ben bir edebiyatçı, edebîşinas, edip yahut işte her neye o, değilim. ben bir kayıtçıyım. belki bunun yanına amatör bir edebiyat ve tarih ilgilisi olmamı da koyabiliriz. sezai karakoç’un kalorifer şiirini edebikir’in e-posta grubunda kritik ederken kendi hâlimi daha iyi fark ettim. her ne kadar sulhi abi, benim şiir hakkındaki yorumlarımın şiirden daha şiirsel olduğunu söylese de benim yazdıklarım kalorifer şiirini tarihselleştiriyor, onu bir arkeolojik araştırma nesnesine çeviriyordu. sezai karakoç’un kalorifer şiirinin kötü bir şiir olmadığını savunurken, arkadaşların bir şiirden ne bekleyeceklerini bir kenara bırakıp onu tarihselleştirmem bendeki okuma algılarının da “edebî”likten uzaklaştığını kayıtçılığımın devreye girdiğini gösteriyor. benim tecessüsümü, kayıtçılığımı devre dışı bırakıp beni esir almayı başaran son eser ne? teftiş etmeyi bırakıp esere daldığım, kendimi bıraktığım? dostoyevski’nin karamazov kardeşleri. belki son zamanlarda karıştırdığım hikâye antolojilerindeki bazı hikâyeler.
itiraf etmem gerekir ki beşerî ilimlerden birisine yönelmeyip meslekî bir eğitim almam, belki de yazarlığımdan önce ortaokuldayken tarih profesörü olmak isteyen çocuğun ölmesi şu an yaşadığım durumun önemli sebeplerinden birisidir. belki de vakitlice meraklarımı iyice doyurmuş, beşerî ilimlerden birinde ihtisas yapmış olsaydım; bu doygunlukla “edebî” yazarlığımı boğup öldürmeyecektim. evet, galiba biraz da onu ben boğdum, nefessiz bıraktım. bu konuda insanları suçlamayacağım çünkü insanlar konusunda da suçun çoğu bana ait: her nereden tutup insanları suçlayacak olsam sonra bunda da kendimin bir kusurunu buluyorum.
her şeye rağmen, haftanın birçok günü bir şeyler yazıyorum. her gün yazmak istiyorum tabii, ama bunu isteyişim kayıtçılığımdan mı geliyor? disiplin ve rutin sevgim de daha düzenli kayıtçı, biriktirici, arşivci olmak isteyişimden kaynaklanıyor çünkü. kimi yazılarım var ki onları yazıp bitirmek bende müthiş bir hafiflemeye, bir tür tamamlanmaya sebep oluyor. belki de arkadaşlarımın bir kısmı, benim bu hafifleme, tamamlanma hissine odaklanmamı, bunu esas almamı salık verebilir bana. benim gözettiğim başka hassasiyetler var, henüz bunları tahakkuk ettirmiş, gönlümden geçen kalem tatbikatını büsbütün ele geçirebilmiş değilim. allah hayırlısıyla nasip eder inşallah.
telefonumun çalmasını istemediğim, yazı yazmak için gittiğim kütüphanede yazmayı bir kenara bırakıp saatlerce kitaplara ve dergilere dalma arzusunu ara ara duyduğum şu günlerde; kayıtçı, koleksiyoncu, arşivci, biriktirici tabiatımın insanlarla münasebetimdeki bir veçhesini daha iyi fark ettim. lisedeki dil bilim kitabımızın bir yerinde araştırmacı kişilerin sahip olduğu özellikler listelenmişti. bu özelliklerin hepsi bende vardı fakat bunların hiçbirisini elde etmek için özel bir çaba sarf etmemiştim. ortaokulda tarih profesörü olmak isteyen çocuğun hayaleti peşimi bırakmıyordu. şimdi tekrar, bu hayaletle yüz yüzeyim: arşivime baktığımda sadece benim şahsî “kâğıt” yığınım yoktu. çocukluğumdan beri, nasıl bir dikkatle ama, dedeme ait mektup-fotoğraf-günlük-şiir gibi her türlü materyal bende birikmişti. dedemin kardeşi hamza çavuş’un “köroğlu defteri”ni babamdan almıştım. sonra babamın defterleri ve çok az miktarda dedemin ona yazdığı mektupları… amcam bünyamin hoca’nın bir çanta dolusu insan saati dergisi etrafındaki mektupları, sonra yine bünyamin hoca’nın ilk yazdığı şiirin müsveddesinden fotoğraflarına kadar bir yığın “kâğıt”. ablamın evlenirken bana bıraktığı yarım kalmış bir roman. babaannemin evlilik cüzdanı başta olmak üzere birçok eşe dosta akrabaya ait her türden vesika. yahya enişte’nin yıllarca çalışıp tuttuğu araştırma fişlerinin kurban gitmesi üzerine içi yanarak bana teslim ettiği üniversite yıllarından kalma defterleri.
bu yazıyı yazmaya beni sevk eden ise son olarak bir arkadaşın bana bir poşet dolusu mektup ve fotoğrafını emanet etmesi oldu. artık bir ofis açıp insanlara çeşitli sebeplerle yük olan veya artık taşımalarının imkânsız olduğu hatıralarını saklamayı düşünüyorum. eğer sizin de emanet istediğiniz bir şeyler varsa edebifikir editöründen adresimi alıp hatıranızı hangi şartlarda saklamamı istediğinizi belirten bir mektupla birlikte bana gönderebilirsiniz. bu konuda şaka yapmıyorum, merak etmeyin hatıralarınız konusunda çok müşfik olacağım. siz de şaka yapmıyorsanız, telefon numaranızı edebifikir editörüne bildirin. sizin hatıralarınız ofiste saklanırken ben de tarih profesörü olmak isterken öldürülen mehmet raşit isimli çocuğun izini ve 2010 başlarında benzi solmaya başlayan yazarlığımın ilacını aramaya çıkacağım. belki bu yolcuğun sonunda kayıtçı, araştırmacı, biriktirici, arşivci, koleksiyoncu özelliğimden bir “edebî buluş”, bir “edebî yazarlık” imkânı doğurabilirim.
size nasıl bir veda cümlesi kurabilirim? henüz daha yazacak, kayıt altına alınacak ve biriktirecek onca şey varken…
haydi, yazdıklarımı okuyun ve hatıralarınızı bana gönderin.
mehmet raşit küçükkürtül
(22 temmuz – 12 ağustos 2014)
13 Yorum