Akira Kurosawa’nın 1975’te yönettiği Dersu Uzala, Rus seyyah Yüzbaşı Vladimir Arsenyev’in Doğu Sibirya gezilerini anlattığı aynı adlı kitaptan sinemaya uyarlanmıştır. Film, Kurosawa’nın Japonya’da yönetmen olarak zor günler geçirdiği bir dönemde, Sovyetler Birliği’nden gelen davetle hayata geçirilir. Kurosawa, bu durumu kendi hayatıyla özdeşleştirerek hüzünlü bir benzetmeyle anlatır: “… Bir film yönetmeninin somon balığına benzemesi hayli sorunlar yaratıyor. Doğduğu ve yetiştiği nehrin suları kirlenince, yumurtalarını bırakmak için yukarılara doğru yüzemiyor -istediği filmleri yapamıyor ve hep şikayet ediyor. Böyle bir somon balığı, çaresizlik içerisinde kalınca, yumurtalarını bırakmak için uzun bir yol ket edip Sovyet nehirlerine ulaşmıştı. 1975’te yönettiğim Dersu Uzala’nın ortaya çıkışı böyle olmuştur… bir Japon somonunun doğal olarak yumurtalarını bir Japon nehrine bırakması gerekmez mi?”[1] Buna rağmen film, hem hikâyesiyle hem görsel diliyle hem de doğanın insan üzerindeki fevkalade etkisini aktarabilmesiyle dünya sinema tarihinde güçlü bir yer edinmiştir.
Film, Rus ordusuna bağlı bir grup askerin Doğu Sibirya’da bir bölgenin topografik haritasını çıkarmak için çıktıkları zorlu yolculuğu konu alır. Askerler, seyahat sırasında bölgede yalnız yaşayan, doğayla iç içe vahşi bir hayat süren yaşlı avcı Dersu Uzala ile karşılaşır. İlk bakışta sıradan bir rehber gibi görünen Dersu, kısa sürede onların yol göstericisi, dostu ve hatta hayatta kalma öğretmeni olur. Çünkü onun doğayla kurduğu bağ, pratik bilgilerle hayatta kalmanın da ötesinde bilgelik ve derin bir sezgiye dayanır. Kurosawa, bu hikâye üzerinden insan ile tabiat arasındaki ilişkiyi ele alır. Dersu’nun gözünden bakıldığında doğa, tehdit eden bir güç değil, yaşamı sürdüren, insana yol gösteren varlıktır. Ancak zamanla Dersu’nun da yaşlanarak doğanın ritmine ayak uydurmakta zorlanması, insanın eninde sonunda doğa karşısında çaresiz kaldığını gösterir.
Kurosawa’nın çoğu filminde olduğu gibi Dersu Uzala’da da tabiatın güzelliğini ve zorluklarını görürüz. Dersu’nun doğayla kurduğu derin bağı ve sadeliğe dayalı yaşam felsefesini izleyiciye tüm doğallığıyla aktarılır. Basitlikteki zarafeti ve içtenliği vurgulayan eser, Kurosawa’nın birçok filminde görülen insan sevgisi ve doğaya duyduğu hayranlığı da belirginleştirir. Yönetmen, geniş açılarla bir doğa panoraması sunar. Görselliğin dinginliğiyle birleşen bu anlatımın ve karakterler üzerinde de fark ettiğimiz dönüşümlerin aslında bir hikâye olmaktan çıkıp bir tefekküre dönüştüğünü gösterir. Çünkü Dersu Uzala, temposu düşük gibi görünse de içine girdikçe bambaşka bir hâl alan bir yapıya sahip. İlk dakikalardaki yavaşlık, zamanla yerini meraka bırakır. Kurosawa, karakterlerin hikâyesini doğayla örerken izleyiciyi de söz konusu dünyanın parçası kılar. Dersu’nun doğayı kabullenişten doğan bilgeliği, Arsenyev’in ise bilgelik karşısında hissettiği hayranlık, film boyunca derinleşerek ilerler. Yönetmenin doğal ışığı ve geniş planları ustalıkla kullanması, seyirciyi Ussuri bölgesinin engin ormanlarına ve bozkırlarına taşır. Bu görsel ihtişam, filmin en güçlü yanlarından biri olarak hafızada yer eder.
Oyunculuklar da filmin bütünlüğünü çok net pekiştirir. Dersu Uzala rolündeki Maxim Munzuk, karakterin doğayla iç içe geçmiş kişiliğini, bilgece dinginliğini ve insan sevgisini sahici bir sadelikle yansıtır. Yury Solomin’in Arsenyev yorumu ise aynı derecede kavidir. Onun performansında, modern dünyanın alışkanlıklarıyla tabiatın yalın gerçekliği arasında gidip gelen bir ruhun çelişkileri açıkça hissedilir. İki karakterin dostluğu, filmin duygusal merkezini oluşturur. Bir yanda doğaya uyum sağlayan Dersu, diğer yanda doğadan öğrenmeye çalışan Arsenyev…
Film izlendiğinde anlatının merkezine insan ile doğa arasındaki ilişkinin yerleştirildiği, dolayısıyla bir ekosistem / eko-merkezci konunun işlendiği görülür. Kurosawa’nın çevreye duyarlı yaklaşımı, insanın asıl yuvasının doğa olduğunu hatırlatır. Doğaya verilen zararı henüz filmin başlangıç sekansında gösterirken, insanın kendine dönüp doğayla ilişkisini yeniden sorgulatır. Dolayısıyla filmi anlamak için çevrecilik bağlamında ele almak gerekir. İnsanın kurduğu topluluklarda biyolojik ve fiziksel unsurların daima var olması gerekir. Modern çağla birlikte bu unsurlar giderek geri plana itilmiş, yerlerini toplumsal bileşenler almaya başlamıştır. İşte bu noktada Dersu Uzala, doğayla uyumlu yaşayan ve ekolojik bütünlüğü gözeten bir karakter olarak belirir. Onun yaşam anlayışı, insanı doğanın merkezine koymayan, doğanın ayrılmaz bir parçası sayan eko-merkezci bir yaklaşımı yansıtır.
İnsan-merkezci düşünce, insanı doğanın üzerinde konumlandırır, doğayı kendisine hizmet eden bir kaynak olarak görür, hatta çoğu zaman ondan bağımsız bir varlık olduğunu iddia eder. Öte yandan Francis Bacon ise Novum Organum’da, doğanın hizmetkârı ve yorumlayıcısı olan insanın, gözlem ve akıl yoluyla doğa düzenine dair topladığı bilgiler kadar uygulama yapabileceğini ve anlayabileceğini, dolayısıyla gücünün veya bilgisinin daha fazlasına yetemeyeceğini aktarır. Oysa eko-merkezci yaklaşımda insan, doğanın ayrılmaz unsuru kabul edilir. Filmde askerler, doğayı araçsallaştıran insan-merkezci bakışın temsilcileri olarak karşımıza çıkar. Bu ayrımı, ormanda karşılaştıkları terk edilmiş baraka sahnesinde çok daha net görmek mümkündür. Askerler barakayı inceler ve ayrılmaya hazırlanırlar. Tam o sırada Dersu, içeride biraz pirinç, tuz ve kibrit bırakmalarını ister. Komutan ve askerler bu talebi anlamaz. Dersu, yoldan geçecek bir başkasının barakada sığınmak zorunda kalabilme ihtimalini, orada aç ve çaresiz kalmaması için yiyecek ve yakacak bırakılması gerektiğini söyler. Bu düşüncesi, doğayı ve insanı aynı yaşam halkasının parçaları olarak görmesinden kaynaklanır. Komutan, Dersu’nun sözlerinin ardından isteğini yerine getirmelerini emreder. Bu sahne, iki yaklaşım arasındaki farkı bütün berraklığıyla gösterir. İnsan-merkezci bakış yalnızca kendi varlığını gözetirken, eko-merkezci anlayış başkalarını, doğayı ve geleceği hesaba katar.
Dersu Uzala filmini eko-merkezci bir bakışla ya da doğa–insan ilişkisi üzerinden okumak kuşkusuz yeterlidir. Ancak olay örgüsü öylesine titizlikle işlenmiştir ki içerik bakımından birden fazla tema üzerinden yorumlamaya elverişlidir. Dersu’nun, terk edilmiş kulübeye bir gün yolunun düşüp düşmeyeceğini bilmediği insanlar için pirinç, tuz, kibrit ve odun bırakmak istemesi Arsenyev’i hayrete düşürür. Bu talep, onun gözünde Dersu’nun yüceliğini ve bilgeliğini pekiştirir. Böyle ayrıntılar, ilerleyen sahnelerde Arsenyev’in hayatta kalabilmek için Dersu’nun sözlerine tereddütsüz uyduğu anların inandırıcılığını güçlendirir. Kurosawa, bu küçük dokunuşlarla hikâyeyi daha sahici bir hâle getirir fakat öte yandan yeni bir manaya alan açar: Seyrusülûk veyahut mürşit-mürit ilişkisi.
Aslında filmin omurgasını oluşturan unsurlardan biri yolculuktur. Görünürde Doğu Sibirya’nın uçsuz bucaksız doğasında ilerleyen bir sefer vardır ama öte yandan Arsenyev ve komutasındaki askerlerin kendi dünyalarında gelişen yolculuk da söz konusudur. Dersu’nun ekibe katılışından yolculuğun sonuna kadar geçen süreç, karşılaşılan engeller ve yaşanan tecrübeler, dervişin sâlik olma yolculuğunu andırır. Bu bağlamda Dersu, harita çalışmalarına çıkan askerlere rehber olmakla beraber başta Arsenyev olmak üzere tüm ekibe mânevi yolculuklarında ışık tutan bir mürşid gibidir. Arsenyev’in daha yolun başında ona yönelttiği “Bize rehberlik eder misin?” sorusu, bahsedilen ilişkinin biatını gösterir.
Filmin dokusunda hissedilen mürit–mürşit benzetmesini sembollerle pekiştirildiğini, filmin son bölümlerinde Dersu’nun yaşlılıktan sebep gözlerindeki keskinliği kaybetmesiyle başlayan şehir hayatına dair sekanslarda anlarız. Yüzbaşı, düzeni, aklı ve şehir hayatının temsilini üstlenirken, Dersu doğayı, kalbi ve uyumun bilgeliğini simgeler. Film boyunca insanın tabiatla mücadelesi ve bu mücadelenin içinde saklı uyum arayışı karşımıza çıkar. Şehir aklıyla tabiatın kalbi arasında kurulan bu gerilim ise filmin en derin katmanlarından birini oluşturur.
Doğaya adanmış bir hayatı olağanüstü bir bilgelikle yorumlayan Dersu Uzala’nın hikâyesi, Akira Kurosawa’nın ellerinde masalsı bir anlatıya dönüşür. Ne var ki zamanla doğayla uyumunu sağlayan yeteneklerini kaybeden bu bilge avcı, zorlu koşullar karşısında doğanın üstün gücüne boyun eğmek zorunda kalır. Kurosawa, Bacon’ın tezine destek olurcasına doğanın karşısında insanın kaçınılmaz acziyetini ortaya koyar. Dersu Uzala’nın dostu Yüzbaşı, gözlerindeki rahatsızlıktan sonra onu şehir yaşamına dâhil ederek korumak ister. İyilik olarak görünen bu çaba, aslında Dersu’nun özüne aykırıdır. Çünkü onun yeri doğadır, nefes aldığı, kimliğini bulduğu alan ormandır. Yönetmen, bu karşıtlık üzerinden bizlere doğadan koparılan insanın varlığını sürdüremeyeceğini gösterir. Kurosawa’nın filminde iyilik ve kötülük kavramları ters yüz edilir. Uzala için “iyi” olan doğadır; doğa, ona ölümü getirse bile.
Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, yüzbaşı ile Dersu’nun soğuktan korunmak için olağanüstü hızla otları biçtiği andır. Dersu’nun, durmaksızın tekrarladığı “Daha hızlı olmalısın Kapitan” sözleri, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi hatırlatır. Bu sahne, doğanın insana tanıdığı fırsatların kısa süreli ve acımasız olabileceğini sembolize eder.
Adem Suvağcı
Dipnot
[1] Akira Kurosawa, Kurbağa Yağı Satıcısı, çev. Deniz Egemen, Agora Kitaplığı, 2. Baskı, Temmuz 2006, İstanbul, s. 180.