Metro Günlükleri – 4

19 Ağustos 2025 Salı

Metro, gündelik hayatın içinde ilginç bir tecrübe sunar ki, insan burada bütün sıfatlarından sıyrılarak mekânın içinde ve zamanın akışında eriyip giden bir yolcuya dönüşür. Bu eriyip gitme hali tecerrüd kavramıyla da ilişkilendirilebilir. Tecerrüd tüm kayıtlardan, tanımlamalardan kurtulup özgürleşme, maddeden geçip manaya dönüşme, benlik ve nefis iddialarına sırt çevirme yani kendi içine yönelme halidir.

İnsan; meslek, soy, mevki, eğitim seviyesi ve benzeri pek çok sıfatla kendine hayatta bir konum belirler. Bu sıfatlar her ne kadar kişiye belli bir alan açsa da çoğu zaman onu sınırlayan, hatta bazen hapseden görünmez zincirler gibidir. Zincirlerin farkına varanlar ise bir hayli azdır. Nitekim çoğumuz hayatını yalnızca bu sıfatların arkasına sığınarak geçirir. “Ben şu kimseyim, falancayım, şöyleyim” diye uzayıp giden tanımlamalar kişinin kendisiyle arasındaki mesafeyi artırır. Sıfatlar dışarıdan bakıldığında önemli görünse dahi kişinin kendisiyle ilgisini gölgeleyen örtülerdir. Halbuki insan sıfatlarından soyundukça en gerçek haline yaklaşır.

Metrodaki tüm yolcular sadece fiziksel bir mesafe kat etmekle kalmaz aynı zamanda sıfatlarının geçici olarak askıya alındığı bir tecerrüt sürecine girer. Hareket halindeki metro değişimin ve akışın simgesidir. Bu hareket neticesinde görünmez zincirlerin bağlayıcılığı kırılmıştır. Bu tecerrüdün küçük ancak anlamlı bir tezahürü gibidir.

Yalnızca sıfatlarıyla yaşayan birini, o sıfatlardan soyduğunuzda geriye hiç kimse kalır. Çünkü böylelerinin şahsı değil sıfatları vardır. Dünya ile ilgisini metroda kısa bir yolculuk yaptıktan sonra kalkıp giden bir yolcu gibi görenler, sıfatların ve tanımlamaların aslında ne kadar önemsiz ve geçici olduğunu idrak edebilir. Gerçek manada yolculuk kimliklerden, tanımlamalardan, kendini sıfatlarla izah etme zorunluluğundan kurtulup ruhsal bir dönüşüme kapı aralamakla mümkündür. İnsan ancak tecerrüd hali sayesinde kendisiyle karşılaşabilir. Kendini görme ve anlama imkânı bu tecerrüd sürecinde saklıdır.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

Metrodan indim. Gün ışığına ulaşmak için şehrin kılcal damarlarında dolaşıyorum. Metro tünellerinde anonsların yanı sıra farklı müzikler de kulağıma çalınıyor. Düğün çalgıcılarını aratmayanlardan, sesi güzel olmadığı halde bağıranlara, yabancı müzik söyleyenlerden geleneksel musikiden şaşmayanlara kadar birçok amatör sanatçı ortamın havasına iyi ya da kötü tesir ediyor. Bugün kulağıma ney sesi ilişti.

Ney sesi duyduğumda çoğu kez aklıma Mesnevî‘nin ilk beyitleri ve Amâk-ı Hayal kitabı gelir. Tıpkı bugün olduğu gibi… Her bir adımda gittikçe yaklaştığım ney sesinin her tınısı bu iki eserden alıntıları çağrıştırır gibiydi. Aniden “Bişnev ez ney” yani “Şu neyi dinle” hitabıyla irkilmiş ve kendimi ney sesinin ikazlarına kulak kesilmiş bir halde bulmuştum. Kulak rahimdir. Dinlediği her şey bir tohum misali kalp toprağında büyür, filizlenir. İlk hitabı “Oku!” olan Kur’an‘a da atıfla ilk hitabı dinle olan Mesnevî’deki bu giriş, adım adım yaklaştığım ney sesinin de etkisiyle zihnimde nice farklı alıntılar uyanmasına sebep oluyordu. Ben de Amâk-ı Hayal‘in Raci’si gibi ruhumda tuhaf bir burukluk ve keder hissediyordum. Sakince ilerlemeye devam ettim ve birinci beyit zihnimde berraklaştı:

“Bişnev ez ney çun hikâyet mi kuned / Ez cudâyîhâ şikâyet mî kuned”
“Dinle neyden nasıl hikâye ediyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor.”

Mesnevî şârihlerinin bir kısmı, neyden maksadın insân-ı kâmil olduğunu, neyin sesinin ise öz vatanından kopup dünyaya inen ruhun feryadını temsil ettiğini belirtmiştir. Bunları parça parça anımsamaya çalışırken kendimi bir anda üçüncü beyti tekrarlarken bulmuştum:

“Sîne hâhem şerha şerha ez firâk / Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk”
“Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim ki, özlem derdini ona açıklayayım.”

Ney, bu beyitte derdini doğru ve tam anlatabilmek için aynı acıyı paylaşan bir muhatap arıyordu. Nitekim ancak aynı dertten mustarip olanlar aynı dili konuşur ve söylenen sözleri kavrayabilirdi. Zihnimde birden hal-i pür melalimi izhar eden bir cevap olarak Amâk-ı Hayal‘den bir alıntı uyandı: “Fakat bizim gibi, değerli vakitlerinin bir kısmını geçim teminine, diğer kısmını zevk ve eğlenceye ayırmış olan gençlerin mezarlıklarla uğraşmaya hiç vakti olur mu?” Evet hiç vaktim yoktu. Biraz daha oyalanırsam işe geç kalacaktım. Ancak ney sesi hüzünlü nağmelerle zihnime tesir, halime sirayet ediyordu. Mezarlıklarla uğraşmak şöyle dursun, düşünmek bile zul geldi. Hayat her şeye rağmen güzel, yaşamak tüm telaşesiyle dahi mükemmeldi. Ölüm düşüncesi zihnime hücum ettiğinde, adımlarımın yavaşladığını hissettim. Yavaşlamamın sebebi hayata sıkı sıkıya bağlı olmamdı. “Hakikat bu. Hayatın zevki ölüm sayesindedir. Eğer ölüm olmasa, hayatın hiçbir kıymeti olmazdı.” Tünel uzun, neyzen inatçıydı. Metronun çıkışını arıyordum. “Ne arıyorsun? Ebedi hayatı mı? Zavallı dostum bu geçici hayatta ne buldun ki onun ebedisini arıyorsun? Sana soruyorum bu hayatta ne var?” Yapılacak bir sürü iş vardı. Zihnimi onlarla dağıtmaya çalıştım. Bu ney sesi de nereden çıktı diye düşündüm, uzun hava çalan bir sokak çalgıcısı olsa tüm bunlar aklımın ucundan dahi geçmeyecekti. “Gaflet ve cehalet. İşte varlığın iki saadet imkânı.”

Aktarma durağında indiğim için etrafımdaki kalabalık arttı. Kalabalığın ortasında aniden “Ey beşeriyet! Saadet, hayatı olduğu gibi kabul, yüklerine rıza, ıslahına gayrettir.” diyerek bağırmak geçti. Neyseki kendimi tuttum ve ağır adımlarla ilerlemeye devam ettim. Yanımdan geçen insanların hızlı ve telaşlı adımları ney sesini “Küre-i arz dediğimiz bu geçici meskeni derin bir hüzne kapılmayarak seyretmek acaba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz?” sorularına dönüştürdü. Nereden geldik, nereye gidiyoruz soruları göğsümde bir yumru halini aldı ve gittikçe büyüdü. Tâ ki ney sesi bir başka alıntıya bürünüp gönlüme sükunet indirene dek: “Olgunlaşmaya ihtiyaç duyan bu kâinat, her daim yürümeye mahkum bu kervan, hayal bile edilemeyecek eşsiz bir sırra, her şeyi kendine çeken Hakk’ın cemâlinin nuruna doğru gitmektedir.” Tünelin yapay ışıklarından, güneşin doğal sıcaklığına çıkmayı arzuladım. Nihayet tünelin sonuna gelmiştim. Yürüyen merdivenlerden usulca gün ışığına doğru yükseliyordum. Ney sesi kesildi. “Ey katmerli karanlık, selam olsun sana! Işığın kıymeti de seninle bilindi.” Yaşadığım yakaza anının tesirinden dolayı “Niyet ettim ki bu hayatı, dünyaya niye geldiğimizi, ne olacağımız, bizi göndereni anlamadan terk etmeyeyim.”

Bunca şey bir anda zihnimde nasıl canlanmıştı? Kısa bir anın uzunluğu insanı hayrete düşürüyordu. “Hayatımız nedir? Sonsuzluğa kıyasla bir hiç; uzun zamanlara kıyasla bir an.” İş yerine vardığımda yaşadığım ânın tesirinden kurtulmak için beyaz yakalı olmamın bana verdiği yetkiye dayanarak kahvemi aldım. “Şüphesiz gittikçe sinemden bazen hüznâver (hüzünlü), bazen ferahnâk (sevinçli) ahlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu zevk-i garipte kahvenin de dahli vardı.” Uykuyla uyanıklık arasındaki bu halden nihayet tamamen çıkmıştım. Kahvemi yudumlayıp gelen mailleri kontrol ettim.

Oğuzhan Yılmaz

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir