Bahadır Dadak: Gördüğün en kötü rüyayı hatırlıyor musun?
Sulhi Ceylan: Hafızamın iyi olmadığını yakın arkadaşlarım bilir. Dolayısıyla sen de bilirsin. Ama seyrek de olsa korkarak uyandığım rüyalarım olduğunu hatırlıyorum. Dünya hayatını hep bir rüya olarak varsaydım. Her an uyanacağım düşüncesinden hiçbir zaman kurtulamadım. Bu da gerçeklik algımı zayıflattı. Gerçek hayatın bir rüya olmadığını kim kanıtlayabilir ki! Peki sen bir rüyanın peşinde yıllarını rüzgara hediye ettin mi?
Bahadır Dadak: Eski yazarlarımızdan biri şöyle demişti: ”Rüyasında ağırlığını yitiriyor mudur bir taş? İnsan olmak öylesine zavallıca ki, rüyasında bir kez olsun uçmayanı yok.” Ben umuma açık alanlarda duygusal bir forma geçiş yaptığımda, hani Freud daha iyi bilir ama o duygu durumunu baskılamak adına istihza ediyorum sanırım. Bu tip bir soruya boynumun altı gıdıklanmadan kolay beri cevap veremem. Yani evet. Yani hayır. Bir rüyanın peşinde yıllarımı rüzgara hediye etmedim. Lâkin rüyamda uçup bir yerlere konamadığım gerçeği, milyonlarca insanın zavallı yazgısıyla aynı kalemde birleşiyor olmalı.
Sulhi Ceylan: Rüyamda, ben de hiç uçmadım. Kanatlarım olmadı. Hep yürümek zorunda kaldım, ayaklarıma dikenler battı. Uçmak, nasıl bir deneyim acaba? Düşünsene rüzgârı arkana almışsın, gökyüzünde seyrediyorsun. Yeryüzüne bakıyorsun, her şey küçücük… Bir an başını yukarı kaldırıyorsun, Kırklar bir görev için bir yerlere gidiyor. Aman Allah’ım diyorsun. Kendi küçüklüğün içinde ve muazzamlığın düşünde kayboluyorsun. Bu arada aklıma geldi şimdi. Eski Türkçede cennete “uçmak” deniyor. Bizim Yunus şöyle ifade ediyor: “Âşık mı diyem ben ana Tanrı’nın uçmağın sever / Uçmak dahi bir tuzaktır mü’minler cânın tutmağa” Cennet’i özlediğin oluyor mu?
Bahadır Dadak: Cennetin kokusunu duyumsuyorum bazen. Doksanların ortasında bir kış akşamı basma perdelerin arkasına saklandığımı hatırlıyorum. Cennetin kokusu o akşam babamın deri ceketine sinmişti. Yalandan aradı beni, buldu, sarıldı, öptü kokladı… Öteden beri canım sebepsiz yere sıkılır durur. Aklın ve nezaketin tasallutu altına girmediğim günler çok daha güzeldi. En çokta insanlar içinde utanıp sıkılmadan boğula boğula ağlamayı özlüyorum.
Sulhi Ceylan: Can sıkıntısı mı dedin? Bende kronik bir hastalıktır can sıkıntısı. Sebepsiz yere, durup dururken, bir şiir okurken ya da bir arkadaşımla konuşurken bile “can sıkıntısı” bana uğrayabilir. Çünkü, iyi bir ev sahibi olduğumu bilir. Hayır hayır, şikayet etmiyorum, sadece resim çekiyorum. Kadrajda yine ben varım. Hayatım, kendimin fotoğraflarını çekmekle geçti demekle, yıllardır kendi üzerime eğildim/katlandım demek arasında bir fark yok. İnsan kendini unutunca bir kendi de kalmıyor, bunu da söylemiş olayım ve varlığın -29. katına doğru yolculuğum başlasın. Hubut…
Bahadır Dadak: Biraz düşündüm de bu konuşmaların ciddi bir handikabı var. İfşa… İfşanın edebiyat olup olmayışı bende ahlaki bir duyarlılık oluşturmuyor. Bu bahsi diğer… Kavramların dünyasına diklemesine girmeye başlayınca, ”diğerine” kendimi yatay yönlü biçimde sunmaya imtina ettiğimi gördüm. Aklî ilimlerin ve nazariyatın verdiği haz çok daha ciddi bir doyum. Yani çakır gözlü Gülsüm’ün Çerkes kaymakama varmasını doğal karşılıyorum. Adam nüfuz sahibi, maarif mektebinde okumuş, setre pantolon giyiyor. Her sabah tıraş oluyor, kolalı gömleği, potinleri var. Efelenmenin lüzumu yok. İdaresi altında binler var. Açlık sofuluğu bozar. Kahramanlık türkülerine, hamasete, maneviyat tacirliğine karnım tok. Hayat taş gibi ağır! Şairler bir küfür gibi evlerinde oturuyorlar. Ne olmuş Gerizler Başı’ndan atlayamadıysan? Ahbap düşman olacak tabii, burası dünya… Ne bekliyordun? Sırf delikanlısın, sırf yakışıklısın, sırf bir sidikliye âşık oldun diye senin cephanelerinin yere düşmesi bir türküyü anlamsız, alelade bir türkü yapmaktan çıkarmıyor. Duyguların ve imajların gölgesinde ne kadar az aklediyoruz!
Sulhi Ceylan: Madem alanıma girdin, konuyu devam ettireyim. Öncelikle insan, sadece akıldan ibaret değil. Duyguları da var ve bu duygular bir karar alırken, akıldan çok öne çıkarlar. Belki de budur doğru olan. Belki de insan akıldan çok bir duygu varlığıdır. Buradan devam edecektim ama yine hocalığım tuttu ve yol göstermem gerektiğini bana hatırlattı. Tamam insanın duyguları var ama aklın kontrolünde hareket etmeli… Akıl belirleyici olmalı. Ama sadece akıl olursa merhamet ve rahmetten uzak kalabiliriz. Kısacası denge sağlamalıyız. Bu kadar nasihatten sonra kaldığım yerden devam edeyim. Sonuçta nasihat sadece verilir, alan olmaz. Tek taraflı bir eylemdir yani.
Ey Ferhat, Aslı için dağı delmekte haklıydın ve ey Mecnun, Leyla için çöllerde gençliğini kum etmekte sen de haklıydın. İşin acı veren tarafı ise ikisinin de en son geldikleri idrak noktasında hiçbir hareketlerini Aslı ve Leyla için yapmadıklarının farkına varmaları. Bunu da Aslı ve Leyla düşünsün. Her şeyi ben düşünemem!
Bahadır Dadak: Suretin kahrına varmadan siretin hakikatinden bahsetmek çok eğlenceli değil mi? Ferhat, Mecnun ve benim ortak bir kitabımız var mesela. Atıf cümlesi, ”Etimi kemiren ilk kurda…” diye başlıyor. İçinde, ”2 kg soğan, 3 kg patates, varsa kaşık marul yoksa Japon marullardan 2 adet, 1 kg elma, 1 kg portakal, 30’lu tuvalet kağıdı ve baldo pirinç” isminde bir şiir de var. Okumak ister misin? Nasıl, serin değil mi böyle?
Sulhi Ceylan: Soğuktan oldum olası hoşlanmadım. Serinlikten de hakeza. Ben yaz insanıyım. Sıcağı severim. İnsanın da serini ve sıcağı var malumun. Kendini ağırdan satanı, ilk görüşte can ciğer olanı ve dahası… İnsanın bir sonu yok. Belki de insan sayısı kadar insan var! Sen neyin insanısın Bahadır? Sürekli beni ketenpereye getirmek istiyorsun. Önce dökül bakalım, ceketinin içinde ne saklıyorsun. Niyetin içinde de bir niyet vardır. Kalbin kalbinden haberin var mı?
Bahadır Dadak: Yok… Ölümden ve yaşamdan çok korkuyorum. Deliler gibi korkuyorum. Yadsımak, seviyormuş gibi yapmak, öfkeyle reaksiyona girmek çok daha kolay. Anlamlandırmak ise çok zor…
Sulhi Ceylan: Hayatımızda beklenti denen bir gerçek var. Bunun bir adı da umut. Ama beklentinin karşılanmaması hayal kırıklığına merhaba demeye sebebiyet verir ve kimse hayallerinin kırılmasını istemez. Ben de istemem. Ayrıca senin hayallerini de kırmak istemem. Ama “Hayal Kırıcılığı” güzel bir meslek olabilirdi. Nedense hoşuma gitmedi değil. “Editör olmasaydın bir hayal kırıcı olur muydun?” diye bir soru sorma sakın. Gerçi her insan tanıdıklarının hayal kırıklığıdır ama bu apayrı bir konu. Düşünsene birilerinin hayal kırıklığıyız. Mesela ben, pek çok kişinin hayal kırıklığıyım ve bununla yaşamak zorundayım. Bir de sürekli bunu hatırlatanlar var. İçi soğumadığı, intikamını alamadığı için en azından moral bozarak rahatlayan tanıdıklarımızdan söz ediyorum. Yine içim sıkıldı.
Bahadır Dadak: Jung iki insan tipi çizer. İçe dönükler ve dışa dönükler. İçe dönükler, kendilerine yetebilen, sosyalleşmeyi pek sevmeyen, kitaba, kültüre, ezcümle zihin ve sanat faaliyetlerine meyyal tiplerden oluşur. Dışa dönükler ise sosyal çevreleri geniş, neşeli, iletişimi güçlü, ”diğeri” olmadan cinnetin eşiğine gelen, nispeten haz merkezli tiplerden oluşur. Devamında Jung, iki tipin de bu hallerini devamlı surette gerçekleştirmekten yoksun bir yaratılışta olduklarını vurgular. Zamanın birinde münzevi sosyalleşmek, sosyal olan ise yalnızlık kalmak isteyecektir. Ve bu iki insan tipi birbirlerine sarsılmaz derecede bağlı varlıklardır. Zıtlığın ahengi insanı çileden çıkartır Sulhi abi. Beklentilerden ve bağlardan kurtulduğumuz, zamansız bir dünya arzuluyorum.
Sulhi Ceylan: Zaten bir arzu yumağı değil miyiz? Sürekli aldığımız hazların tekrar etmesi için çabalayıp duruyor ve bir yandan da yeni hazların peşinden koşuyoruz. O halde mevcut hazlar ve gelecekteki hazlar arasında ömrünü yiyip bitiren canlılarız. Her adımımız bir hazdan diğerine doğru ilerliyor ve bu da bizi mutlu ediyor. Bu esnada elimizden temenniler tutuyor. Sen buna umut diyebilirsin. Ben de avuntu diyeyim ve tekrar -29. kata doğru bir düşüş başlasın. Neden düşüş dersen, insan hazlar sayesinde sadece düşer, yükselemez cevabını vermiş olayım. Etin hazzını düşünsene! Etin ete değmesini… İçimizdeki hayvanı!
Bahadır Dadak: Etin ete değmesinde hükümferma olan yalnız bir kişi. Hazzı da ona mukabil tek kişilik. Bir de kendini ”yıldızların gölgesi” olarak tanımlayan Timur’un arzuladığı hazzı düşün. Bu uğurda göze aldıklarını, gözün kendini görmemesini, körlüğün tanımını… Tüm dünyada hükümferma olmak isteyen Buhtunnasır’ın, Büyük İskender’in rububiyyet davası hazzı yeniden tanımlar. Çok garip, bu tanrı-kral prototiplerinin tümü aynı zamanda büyük hayır sahipleridir. İskenderiye kütüphanesi dünyanın kaçıncı harikası acaba? Zalim Timur’un vakfiyeleri ve imar faaliyetleri dillere destandır. Hubut bir yana, bir de ”hicap” kelimesi var…
Sulhi Ceylan: Zıtların birliğinden başka bir şey değil. Bir an bir meleğin kanatlarında sonsuza doğru uçuyor, hemen akabinde elimizden şeytanımız tutuyor ve günah dehlizlerinde hazzın doruklarına doğru düşüyoruz. Kendimize geldiğimizde ise elimizde sadece bir hicap kalıyor.
İnsan kendinin katilidir!
Devam edecek…
Birinci Konuşma: Sulhi Ceylan – Bahadır Dadak Konuşmaları: “Hiçbir Şey Hakkında Her Şey”
7 Yorum