Sulhi Ceylan: Bahadır, köpeksiz köyde çomaksız gezdin mi hiç?
Bahadır Dadak: İki yıldır bir hayvan barınağında çalışıyorum. Çernobil faciasından sonra dünyaya en yüksek radyasyonu yayan ikinci vakıa olarak hayvanseverler cemiyetinin eylemlerini sayabilirim. Çoğunluğu histerik kadınlardan oluşan patolojik bir örgüt… Bunların baskılarına dayanmak için pergelli bir yürek lazım. Kinik okulun “köpeksi” feylesofları hakikaten rind adamlarmış. Bizim dervişliğimiz koca bir balon. Yani evet, gezdim. Peki, delinin deliyi görünce çomağını saklamasının arkasında yatan hikmet nedir?
Sulhi Ceylan: Su, bulunduğu kabın rengini alır. İnsan da içinde bulunduğu duruma göre şekil alır ve şekil alırken menfaatleri belirleyicidir. Hayatta kalma arzusu insanın kararlarında ilk belirleyici ilkedir. Diğer her şey bunun üzerine bina edilir. O halde deli çomağını saklamasın da ne yapsın. Sonuçta herkes, kendi inancıyla kendini sınırladığı gibi diğerlerinin de sınırlarını çizer. İnsan menfaatperesttir vesselam. Perest ise, Farsça bir kelime olup tapan anlamına gelir. Kötü değil mi!
Bahadır Dadak: Geçen gün işyerinde kendime rastladım. Mağara adamlarının mağara kadınları hakkında kâbus görüp görmediklerine dair efsunlu bir fikre asılmış halde debeleniyordum. Tam can elmasım kırılacaktı ki, hemen bacaklarımdan tutup kendimi yukarıya doğru kaldırdım. Şiddetli bir öksürük nöbetinin ardından ciğerlerim orkestranın arka sırasında, her zamanki yerlerini aldılar. Şimdi diyeceksin ki, Bahadır mağara adamı diye bir şey yok. Bunlar evrim teorisyenlerinin harzaları. Yahut var, lâkin varlık ağacının ol habbesinden düşüp kırıldılar falan fıstık… Sonra insanı bilmem kaçıncı milyon defa tanımlayarak belleğin dehlizlerinde yeni bir sekme daha açacaksın. Ben o an çok iyi hissedeceğim. Ama iyileşmek ve iyi biri olmak için kılımı bile kıpırdatmayacağım. Üç yüz yıldır dönem dizilerinin ak sakallı dedeleri gibi dervişim ayağına nadana hikmet dersleri veriyorsun. Hadi şu Gottfried Leibniz denilen herifin sorusuna da bir cevap ver de görelim: “Tüm bunlar olmayabilecek iken niçin oldu?”
Sulhi Ceylan: Hz. Âdem’den önceki Âdemler meselesi, kâinatta yalnız olmadığımız sorunu, hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı hakikati, insanın gerçeği vb. konulara girmeyeceğim. Çünkü herkes mutlu. Kimse keyfinin kaçmasını istemiyor, herkes konfor alanım bozulmasın diyor ve böylece mağara adamlığı dediğin kuyuda aşağı doğru düşmeye devam ediyor. Düşmeye devam ediyoruz. Hâlbuki insan, kemal için var kılınmış. Yine bir tanım yaptım sanırım. Özür dilerim. Özür diledim ve hiçbir şey olmadı. Bu yüzden de senden ve soyundan özür dilerim tekrar. Ayrıca tüm bunlar olmayabilecekken diyerek beni yönlendiremezsin. Çünkü öyle bir dünya yok. Olması gerekenin olması zorunludur. Ontolojisi bunu iktiza eder.
Bahadır Dadak: Evet, zorunluluk. Bir dişçi koltuğuna oturup ağzını peygamber çiçeği gibi açınca varlığın taayyünü sorunu insan zihninden buharlaşıp uçuyor ama! Kötülük ve bunca acı niçin var? Çünkü zorunlu olarak var. Çünkü beyaz, siyah ile kaim. Çünkü Tanrı mutlak anlamda iyi olan tek varlık ve bu gerçekliğin zorunluluğu kötülüğün (!) varlığını da zorunlu kılıyor. Bunu şimdilik, ilme’l yakîn biliyoruz. Ama anlatırken, ayn’el yakîn zaviyesinden anlatıyorsun. Otuz beş yıl boyunca ilmin karşısına cehaleti koydum. Oysa Cenabı-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de ilmin karşısına zannı koymuş. Ya cümle beşeriyet bütün meseleyi yanlış anladıysa? Anlaşılan elimde kalan yirmilik dişi yutmak zorunda kalacağım…
Sulhi Ceylan: Avuntu kelimesi çok güzel değil mi? Sürekli bir avuntunun içinde rahatlıyor ve yaşamaya devam ediyoruz. Aynı zamanda kötülük yapmaya. Kimse duymasın ama söylemek zorundayım; hepimiz her şeyi yanlış anladık. Ama hepimiz yanlış anladığımız için doğru anladığımızı farz ediyoruz. Bahadır, kadife dokunuşun sertliği meselesi ne olacak peki? Peki bizim büyük yalnızlığımızı nereye gömeceğiz? İki yanlışın zamanın muhayyel bir boyutunda doğru olma ihtimalini hesaplayabilir miyiz?
Bahadır Dadak: Süveyda kelimesi de çok güzel. Farsça imiş. Yeryüzünün kararsızlık merkezi anlamlıbebekisimleri.com sitesinden baktım. Böyle mülteci hamlelerle kadife dokunuşun sertliğini yumuşatmaya çalışıyorum. Büyük yalnızlık ifadesi mütekebbir bir anlamlandırma teşebbüsü abi. Bu yüzden şairler acıyı yadsımak için hacıyatmaz gibi yalnızlığın üzerinde sallanmayı pek seviyorlar. İnan bana -ikimiz hariç- şairlerin alayı kolpacı. Ben iki yanlışın bir doğru edebileceğini savunanlardanım. Hatta iki doğru bir yanlış bile edebilir. Bilahare birkaç güne ay, güneş ve dünya dürülüp parçalanacağı için hali hazırda devinen “zamanın” varlığından da şüpheliyim.
KOLPA101 adında bir yazı serisine başlayalım. Edebiyat mahfillerinde tutarsa A101’e telif hakkını satıp Normandiya sahiline yerleşelim. Kalan ömrümü avokado yiyerek geçirmek istiyorum.
Sulhi Ceylan: Hiç avokado yemedim. Tadı güzel mi acaba? Avokadonun tadına bakmış biri olsam, şimdiki benden farklı biri mi olurdum sorusuna, olmazdım diye cevap verirdim. O halde insan bir şeyin tadına baktığı için bir üstünlük elde edemez. Madem bir yiyeceğin tadını bilmek bir üstünlük ya da kemalat sağlamıyor yemek yemenin de bir anlamı kalmıyor. Ama bazı yemekler nedense çok güzel. Bak yine insanın handikaplarına geldik. Sonlu bir varlık olarak gözünü sonsuza dikmiş insanın yemek karşısında ki acınası zayıflığının sen de farkında mısın? Burada +18 bir meseleye giresim geldi ama RTÜK’ü düşünüp vazgeçtim. Zaten insan vazgeçen, vazgeçtiğinden de vazgeçen bir varlık değil mi?
Bahadır Dadak: Allah aşkına bir kez daha insanı tanımlama. Cihana sığmayan Nesîmî gelir hakkını alır, benden söylemesi. Avokado meselesi çok karışık. Bir kez yedim. Koşmadı… Hayatta para verip almam. Brezilya çingenelerinin dönüp bakmadığı, Orta
Dünya’da kıymete binen bir aristokrat meyvesi. Migros ve türevlerinin orta sınıfa kendilerini zengin hissetmeleri için kakaladığı tatsız tuzsuz bir şey. Ama ihtimallerin heyecanı kaşıkçı elmasından daha güzel. Şahsen ben, yemeği tatlıya varmak için yiyorum. Tatlının hayali büyük kanyondan daha güzel. Ah! Karacaoğlan’dan da mı hicap etmedin? Bunca kiraz, bunca üzüm, bunca kayısı… Onların rayihası… Ah! Aklın tadına vardın da ne oldu? Gönlüne bir yol bulabildin mi? Ah Sulhi abi ah! Avokadonun tadına varmadan öleceksin…
Sulhi Ceylan: Bir entelektüel yakınmasının tam da sırası sanırım: “Beni hiç anlamadın!” Anlaşılmadan öleceğimi düşünüyorum. Kaç kişiye Şems’ini bulmak nasip olur ki! Dikkat et Leyla’sını demedim, Şems’ini dedim. En azından burayı anlamanı istiyorum. Yoksa çatlayacağım! Tamam, yemek yemeden yaşayamayız ama gün boyu ne yiyeceğimizi düşünmeden yaşayabiliriz. Düşünce ve tuvalet denklemi bir gün bizi öldürecek. Bu denklemden çıkmak zorundayız artık. “KOLPA101” serisi hoşuma gitti. En kısa zamanda yazmalıyız.
Bahadır Dadak: Narziss ve Goldmund olduk yine. Herman Hesse mezarında ters dönmezse iyidir. Yıllardır iyi idare ettin beni… Seni toprağı eller gibi seviyorum. Menfaatlerimiz çatıştığında seni yine gözümü kırpmadan terk edeceğimi biliyorsun değil mi?
Sulhi Ceylan: Rahmetli Cahit Zarifoğlu “Ne çok acı var” diyordu. Haklıydı. Ama bilmenin de acısı var. Bilmek acıtıyor Bahadır. Bir sonbahar rüzgârıyla savrulan yaprağa özlemle yazıyorum bütün bunları.
Devam edecek…
8 Yorum