…Eşyaları kullanmak zorunda olmak ne kötü!” diye düşündü Augusto, “Onları eskitmek zorunda olmak… Kullanılınca harap oluyorlar, bütün güzellikleri kayboluyor. Eşyaların en güzel işlevi, seyredilmektir. Sözgelimi bir portakal, yenmeden önce nasıl da güzeldir! Yapacağımız bütün iş Tanrı’yı temaşa etmeye indirgendiğinde, daha doğrusu Tanrı’yı temaşa etme ve onda her şeyi görme mertebesine eriştiğinde değişecek bu. Burada, şu sefil hayatta, derdimiz günümüz Tanrı’yı kullanmak. Bizi bütün kötülüklerden koruması için, bir şemsiye gibi açmaya yelteniyoruz onu.” Böyle düşündü. Sonra pantolonunun paçalarını kıvırmak üzere eğildi. Nihayet şemsiyeyi açtı…
Kitaptan başını kaldırdı. Kaldırır kaldırmaz karşıdaki gençle göz göze geldi. “Ne diye karşılıklı yaparlar ki şu otobüslerin oturma biçimini?” diye düşündü. Bu düşüncesinde, karşıdaki gencin, onu izlediği izlenimine kapılmamak için gözlerini, anlık bir refleksle kaçırmaya çabalamasını fark etmesi de etkili oldu. Bunu o kadar acemice yapmıştı ki; “Allah kimseyi bu duruma düşürmesin!” diye de içinden geçirdi. Bir anlığına yaratılmış bu boşluğu doldurmak için elini cebine götürdü ve o bilim-kurgusal tanımlamayla “black mirror” olarak adlandırılan ekranda yüzünü gördü. Kış güneşi tüm iktidarsızlığıyla yüzüne vurduğundan, camda kesik başına baktı bir müddet. Sonra görüntüsünü ışığa gömmek için açtı ekranı. Hastalıklı bir biçimde günde birkaç kez maillerini kontrol etme alışkanlığı edinmişti nicedir. Kaydolduğu sitelerden düşecek uygun bir iş ilânından dolayı değil de yayımlanmasını umduğu kitaplarıyla ilgili yayınevinden gelecek bir haber sebebiyle… Tüm bu beklentileri boşa çıkarırcasına kaşılaştığı, reklam kısmına düşen “Yeni Çıkanlar” konulu bir mail oldu sadece. Söz konusu şeylerin kitap olduğunu biliyordu elbette ama şu “çıkan” kelimesine takıldı bir an… “Ne sevimsiz, sivilce gibi! Sabah aynada baktığım yüzümde çıkan bir şeymiş gibi çıkmakta olan kitaplar…” İlk kitaba baktı: Tanrı Var mı? Hemen yayınevine baktı kitabın. Yayınevinin amblemini görür görmez, kitabın kapağında güya dikkat çekmek için patlatılıvermiş sorunun cevabını hiçbir gizem ve merak unsuru olmadan yanıtlayıverdi: Var! Ardından da Instagram hesabına bakmamak için büyük bir çaba sarf ederek telefonunun ekranını söndürdü ve camda yeniden beliren kesik başa bu defa aldırış etmeden cebinin karanlığına gömüp elindeki kitaba döndü.
Ünlü Don Kişot eleştirmeni Miguel de Unamuno’nun bu ince kitabı, Sis adından da anlaşılacağı gibi koca bir bulut bahşediyordu insanın zihnine. Ne okuduğunu anlayıp anlamadığından emin olmadan okumaya devam etmesindeki asıl neden, yine birileriyle göz göze gelmek istememesiydi. Az önceki bakışın etkisiyle unuttuğunu hatırladığı şu şemsiye ile ilgili kısmın altını çizmek için montunun iç cebindeki kalemi çıkardı ve birilerinin onu izleyip izlemediğini birkaç kaçamak göz hareketiyle kontrol ettikten sonra satırların altını çizip sayfalarca süren kitabı indirgeyebileceği birkaç pasaj bulmanın iç rahatlatıcı sığlığıyla sevindi. “Aman, sığ mığ, severim alıntıları!” da dedi mi içinden? Evet evet, kesin demiştir. Onun gibi birisi der yani. Ben o olsam derdim.
Otobüsten indi. Saatine baktı. Randevuya daha çok vardı. Hem zaman geçirmek hem de dünyanın parasına yeni temizlettiği dişlerinin nikotin ve kafeinle canına okumak için uygun bir kafe bulmaya koyuldu. Hem belki keyfi yeterse yanına en sağlıksız, şekerli ve lezzetlisinden bir de pasta söylerdi. Böylece de diyetinin içine edebilirdi. Yap-yık, yaz-sil, kur-boz arasında geçen hayatında tutarlı olma idealine inancı, inat ve ısrarla devam ediyordu öte yandan.
Kafenin eşiğinden girer girmez piramidi inşaya koyuldu. Önce fizyolojik ihtiyaçlardan sosyal ve ruhsal olanların tatminine kadar uzanan bir dizi eylem: tuvalet, dinlenme, sipariş, fark edilme, birkaç çekici bulduğu tiple ufak kesişme ve bakışmalar… Biraz da telefon kurcalamaca: köşe lambasının tepesine zıplayıp lambayla birlikte yerde uyuyan köpeğin üzerine devrilen kedi vidyosu, elindeki toza toprağa bulanmış bebeğini havaya kaldırıp feryat eden Gazzeli bir baba, uygulamalı tuvalet adabı anlatan bir hoca, çocuğundan tuvalet kâğıdı isteyip sonrasında alırken eline çilolata bulaştırarak çocuğu ağlatan ve ardından kahkahalara boğulan baba, laikliğin tehlikede olduğunu haykıran bayrak tişörtlü bir genç, Osmanlı’yı özlemle geri çağıran bir kadın, karısını patlayan sigarayla kokuttuktan sonra yüzüne pasta sıvayan adam… Bu hiç de doğal olmayan, birbiri ardına değişen duygu dalgalanmasından sıyrılmak için çantasından çıkardığı defterine gömülüp kalemi eline aldı ve biraz düşündükten sonra bir şeyler karalamaya çalıştı:
Hereke viyadüğünden ne zaman geçsem içimi tuhaf bir ürperti yoklar. O harabe Sümerbank binası, her an bir cinayet işlenecekmiş gibi duran tarihî Hereke kalesi; şirin bir sahil kasabasını andıran bu beldenin hep görünmeyen bir yüzü olduğuna dair önyargım… Ne var ki ne girmişliğim vardır içine ne de bu yönde bir niyetim. Peki, neden beni bu denli etkiler burası? Herhalde güzel bir hikâye için muhteşem bir mekân olabilirliğidir sebep: Günlerden çarşambaydı, aylardan nisan. Yıllardan 2021’di, saatlerdense gece yarısı. Sırtımı insanlara dönmüş, oturuyordum Körfez sahilinde. Anılar… Bir sürü anı vardı bu sahilde. Yakınlarım hep kafamın biraz çatlak olduğunu, bir iki tahtamın eksik olduğunu söylerler. Belki de bu sebeple bu çatlaklardan kolaylıkla sızabiliyordu dağınık halde sağda solda salınan anılar. Beni hemen tanımışlardı. Evet, anılar, mekânlarda hapistir. Bu nedenledir belirli yerlere uğradığımızda yoğunlaşmaları, sıvanmaları, sırnaşmaları. Tıpkı mezarlıklar gibi. Çürüyen bedenlerinin ait olduğu toprakla elbette bir bağ vardır ruhları arasında.
Beğenmedi. Tertemiz başka bir sayfa açtı.
Bence insan, gerçek aşkı bulduğunu nereden anlamalı, biliyor musunuz? Biri, çocukluk resmine, öz annesi gibi bakıp tepki verdiğinde anlamalıdır ki o kişi gerçekten onu seviyordur. İşte bir tiyo daha; bir düşünürün sözüydü sanırım: çocukluğumuzla ilgili bir şeyler öğrenmek isteyen kişi, ruhumuza dair bilgi almak, bizi gerçek anlamda tanımak isteyen kişidir.
“Bu ne bu? Kişisel gelişim kitabı mı yazıyorsun?” dedi kendi kendine. Diğer sayfaya geçti inatla.
Emekli öğretmendir annem. Uyarmada ve eğitmede o denli deneyim sahibidir ki ev içerisinde gezerken, terlikleri, ayaklarında bir ayıplama, bir ihtar sesi olan “cık cık cık!” ünlemiyle şıkırdar. Ve ben onun en işe yaramaz öğrencisiyimdir. En kırık notları bana verir. Öte yandan, bugün annemle güzel bir film izledim. İzlerken duygulandım, gözlerim yaşardı, ağlamak istedim ama ağlayamadım. Onu düşündüm. Annem değil de o yanımda olsaydı rahatlıkla ağlayabilirdim. Hem de bundan gurur duyardım. Çünkü o ağladığımı görünce parmaklarıyla gözyaşımı siler. Kendini bu konumda görmek hoşuna gider. Aramızdaki şeffaflık onu iyi hissettirir. Bu durum da gözündeki değerimi artırır. Oysa annem öyle mi? Ben ağlarsam annem üzülür.
“Yaaani.. Eh, iyi, tamam da nereye varacaksın ki buradan?” diye mırıldandı. Yeni bir sayfa…
Hayata bir şeyler oluyor. Yaşamak şekil değiştiriyor. Kurgulama işi, Tanrı’yı taklitten geçer, buna eyvallah ancak içerisinde bulunduğum bu kurguyla Tanrı beni hayrete sürüklüyor, bir yazar olarak yetersizliğimi doğasıyla ilân ediyor. Beni hayal kırıklığına itiyor, umutsuzluğa, tükenmişliğe… Tanrı, ekmeğimle oynuyor. Al Pacino gibi jestler ve mimikler yapabilmek, Handel gibi zamanın en küçük yapı birimlerini notalara aksettirebilmek, Anthoney Hopkins gibi şık ve soylu delirebilmek, Ben gibi… Ben gibi?
“Öfff, çok Batılı! Ayrıca kendine acıma hissinin arabesk ezikliği…” diye hayıflandıktan sonra, “Ama dur, sanki çıkacak bir şeyler… Hissediyorum…” diye düşünmüş olacak ki yeni bir sayfa daha çevirdi:
Nasıl Ölünür? Dün gece bana ölmeyi öğrettiler. Birkaç kişiydiler. Kasvetli bir rüya ortamında. Ölüydüler. Ölüler hayatlarını nasıl sürdürürler, onu gösterdiler. Daha doğrusu, nasıl yaşamazlar, onu. Ama bu değil ki konu…
Birden bir sesle irkildi. Hemen yanıbaşındaki masaya ne zaman oturduğunu fark etmediği bir adam, kültablasına öfkeyle izmarit basar gibi elindeki kalemi küllerin arasına atıverdi. Sonra da önündeki kâğıda bir müddet bakıp katlamaya koyuldu. Hemen kavradı durumu bizimki.
– Bitti, değil mi, diye sordu.
– Evet, bitti, dedi adam.
Ancak bunu öyle bir söylemişti ki “Ben, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in oğluyum!” sesli rahmetli Mehmet Kısakürek’in tavrı vardı adamda. O kadar ki; vefat ettiğini bilmese, “vay canına, bu o,” diyebilirdi. Adamın ses ve tavrının etkisini, Unamuno’nun kitabından kaynaklı zihnindeki sisi eliyle şöyle bir dağıtır gibi silkelendi ve kendine gelerek bir yandan çantasını kurcamalaya, bir yandan da konuşmaya başladı:
– Haklısınız, zamansız tükenen, tükenmez ideali yüklenmiş kalemlerin yeri ancak lâyık oldukları üzere kültablalarıdır. Şahsen ben bu gibi durumlara çok idmanlıyımdır. Böyle kalemleri iyi tanırım. Olur olmadık zaman ve yerlerde insanı yarı yolda bırakırlar. Yedek kalemim olmadan adımımı atmam dışarı. Buyurun, bununla devam edebilirsiniz…”
Adam, bizimkinin “kibarlık budalalığı”ndan hiç mi hiç etkilenmemiş olacak ki istifini hiç bozmadan,
– Yanlış anladınız, kalemim bitmedi, dedi.
Bizimkisi şaşırdı bir müddet:
– Nasıl yani, yazacaklarınız mı bitti? E öyleyse neden attınız kalemi?
Adamın cevabı ilginçti:
– Sadece yazacaklarım değil, her şey bitti. Artık ihtiyacım olmayacak çünkü kaleme.
Kısa bir sessizlik oldu. İçinde kaynayan kelimelere engel olmak istedi ama olamadı:
– Pardon ama ben alabilir miyim o zaman kalemi? İzniniz olursa tabii… Kalem kalemdir sonuçta.
Bir de yüzüne şirin olduğunu sandığı bir sırıtma iliştirmişti. Adam, başını elinde tuttuğu kâğıttan kaldırmadan mırıldanırcasına konuştu:
– Alın alın… Sizin yazacaklarınız var daha demek ki… Benim yok. Bitti… Her şey bitti!
Uzandı bizimki, bir hazır mezarcılıkla öncesinde hazır ettiği ıslak mendille kalemi tutup şöyle bir sildikten sonra çantasına attı. “Ben, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in oğluyum!” sesli rahmetli Mehmet Kısakürek’e tıpatıp benzeyen bu adam, neden sonra hafifçe eğilip elindeki kâğıdı göstererek sordu:
– Siz yazan çizen birine benziyorsunuz, şu kelimeyi doğru mu yazmışım, bir bakar mısınız? Hep karıştırıyorum da…
– Tabii, dedi bizimki gülümseyerek.
Aldı kâğıdı. Kelimeye baktı. En sık tekrarlanan yanlışlardan biri yapılmıştı:
– Bu kelimeler genelde bu şekilde hatalı yazılırlar, üzülmeyin. Şu ‘yalnız’ olacak, ‘yanlız’ değil. Şu da ‘yalnış’ değil de ‘yanlış’ yazılmalı. Kusura bakmayın, kelimelerle ilgili çok hassasımdır da… Mesela bu kullanım da yanlış: ‘kendimi intihar etmemin sebebine gelince’ değil de ‘intiharımın sebebine gelince’ diye yazabilirsiniz. Hani zaten kendimizi öldürmemizin adıdır ya intihar, o bakımdan…”
Adam, bir çocuk ilgisiyle dinledikten sonra tekrar kederli bir yüze büründü:
– Hımm, anladım, teşekkür ederim. Demek yazacaklarım bitmemiş henüz. En azından bu yanlışları düzeltebilirim sanırım. En azından bunu hatasız yapayım… Alışkınım zaten, hayatım yalnı… aman işte, yanlışlarımı, hatalarımı düzeltmeye çalışarak geçti. Koca bir hayat yaln… Bakar mısınız, yanlışlarım bile hatalı…
– İnsanız ama ya… Her şey bizim için, öyle demeyin. Mesela ben de ayakkabı bağlamayı çok zor öğrendim falan…
– Sizi de meşgul ettim ama son bir şey sorsam, burada en yüksek köprü nerede var?
– En yüksek köptü derken?
– Yani, bilirsiniz işte…
Bizimki bir an durdu, düşündü… Bir an ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Gözleri kalbinin çarpıntısından büyümüş olacak ki adam kendisine bir tuhaf bakıyordu. “O okuduğum şey, köprü, yazım yanlışları, her şeyin bitmesi lafları, intihar…” Birden ayağa fırladı.
– Size çok ama çok teşekkür ederim. Bana harika bir öykü fikri verdiniz. Siz bana bu günün en güzel hediyesisiniz. Çok sağolun. Şu durağı görüyor musunuz? Oradan 152 yazan minibüse binin. Yeni Cuma köprüsünde inin. En yüksek köprü orası. Yani şu an verdiğiniz fikirden o kadar heyecanlıyım ki aracım olsa sizi ben götürürdüm oraya.”
Bizimki, adamın yüzündeki şaşkınlık ifadesinin sebebini pek anlayamadı. Meselenin çok üsütünde de durmadı zaten. Adam hesabı ödeyip kafeyi terk ederken bizimki randevu saatinin yaklaştığını fark etti. Adamın verdiği fikri unutmamak için şöyle birkaç not aldıktan sonra ofise doğru koşturdu. Bekleme salonunda başka biri yoktu. Bugün her şey istediği gibi ilerliyordu. Lokman Bey, bol kitaplı, az ışıklı, kedili ve kuşlu odasında onu bekliyordu. Sanki arkasındaki duvarda şunlar yazılıydı: “Hipokrat’a and olsun ki delirmek normaldir!” Masadaki limonlu sodanın küçük baloncuklarıyla yükselip alçalmakta olan limon çekirdeğini izlerken az kalsın hipnotize olacaktı. Kendini konuşmaya zorlayarak başladı:
– Geçenlerde okudum Lokman Bey, uzmanların son araştımalarına göre yalnızlık, günde en az 15 sigara kadar ölümcülmüş. Öğütleri aşikâr yani: dumansız ve sosyal bir yaşam tarzı! Ya günde 20 sigara içen yalnız birinin durumu ne olacak, söyler misiniz?
– Bu biraz zorlama, sûnî bir dertmiş gibime geldi. Dilerseniz seansımızı daha verimli kullanmak için asıl ve gerçek sorunlarınıza dönelim, ne dersiniz?
– Şey… Evet, haklısınız galiba… Tamam o halde, sorunum şu…
– Nedir?
– Anlatmak istediklerim ancak koca koca, cilt cilt romanlara sığar…
– E iyi ya, roman yazın siz de.
– Ama ben yapı olarak roman yazma disiplinine, dikkat ve düzenine sahip sabırlı biri değilim ki…
– O yüzden mi tüm öykülerinizi, sanki yarım kalmış gibi, gerisini okurdan bekleyen tarzda kaleme alıyorsunuz?
– Öyle mi? Hiç bu gözle bakmamıştım öykülerime. Bunu yapıcı bir eleştiri olarak kabul ediyorum.
– Lûtfedersiniz… Peki, şiire ne dersiniz? Biliyorsunuz ki şiir, bir dilin en öz, en rafine formudur.
– Daha neler! Haiku’ya yöneleyim isterseniz. Lokman Bey, siz beni dinlemiyorsunuz galiba! Ben sayfalar dolusu öykülere zor sığdırıyorum diyorum, siz bana çok daha sıkıştırılmış anlam kalıplarından mürekkep şiirler yazmamı salık veriyosunuz.
– Hayır, sizi dinliyorum elbette. Dikkat çekmek istediğim nokta, şiir ile çok daha az sözle oldukça fazla şeyler anlatabilirsiniz, önerisiydi.
– Hayır hayır, şiir, amacıma uygun bir enstrüman değil. Ben anlaşılmak istiyorum, yorumlanmak değil.
– Anlaşılmak mı? O zaman denemeye, makaleye, fıkra veya köşe yazısına yönelin. Ne diye uğraşıyorsunuz ki kurguyla?
– Doğru, çok çok doğru… Ancak kurgu, beni okur nezdinde kendimi daha zeki göstermemin bir yolu. Anlatmak istediğim şeyi tatmin olduğum şekilde anlatma metodu. Diğer türlüsü de bir dil lezzeti, düşünce letafeti sunuyor elbette ama yaşayan, kıpır kıpır, kımıl kımıl bir canlılığa, harflere ruh üfürerek onları ayakları üzerine dikmeye ancak kurguyla ulaşabiliyorum gibi hissediyorum.
– Hissediyorsunuz demek… Anlıyorum. Belki de önce edebiyat kuramı kitaplarına bir göz gezdirmelisinizdir, kim bilir? İşin teknik kısmında öğreneceğiniz ayrıntılar size bambaşka anlatım ve düşünce imkânları sunabilir belki.
– Yok yok, hayır. “Yazarın ne yaptığını anlamaya ve anlatmaya çabalayan eserlerin bütününe Edebiyat Kuramı kitapları denir,” derdi Mehmet Erikli. Onlar hiç de doğal öğrenme süreçleri değildir. Ben akademisyen miyim?
– O zaman geriye tek bir seçenek kalıyor: uzun öykü veya novella denen ara form. Tam size uygun bir tür diye düşünüyorum. Öyle ki; birçok kitap, yayınevleri tarafından bile roman mı novella mı yanlış değerlendirilip o şekilde satışa sunulmuştur, değil mi? Bir roman kadar sabrınızı sınamayacak, bir öykü kadar da sınırlarıyla sizi bunaltmayacak…
– Evet, çok iyi, kesinlikle bu… Ama bu sefer de işin gerçekliğe değen en güzel kısmı yok olup gidiyor sanki…
– Nasıl yani?
– Yani düşünsenize, başlangıç ve bitişi belirlenmiş, tamamlanmış ve bitmiş bir hikâye hiç anlamlı ve gerçek değil ki; inandırıcılıktan ne kadar da uzak! Ya da en azından zamanın ruhundan… Tamam, klasiklerde bu şekil unsurunda çok güzel örnekler verildi ama artık günümüzdeki anlam ve varlık algısı çok değişti. Okan Bayülgen’in Richard oyununa, Murat Menteş’in Fink romanına baktığınızda anlıyorsunuz zamanımızın tuhaflığını. Yani yarım kalmışlık, bir şeylerin tatlarının damaklarda kalması, gözleri açık gitme durumu gibi şeyler daha uygun sanki… Ölümün bir şeyleri hep yarım bırakması daha çok okumak isteyeceğiniz bir hikâye doğurmaz mı? Tıpkı Goethe’nin dediği gibi; “Sona erdiremeyişin… Budur seni büyük kılan!” Yani şunun gibi: aynı fikirde olduğum insanlar, benim için, gezip gördüğüm, duygusal bağlarımın olduğu şehirler gibidir. İlgi ve merakımı ise henüz görüp gezmediğim ülke ve iklimler besler. Merak, ters köşe, sürekli bir ilgi pışpışlanması, dikkat pohpohlanması…
– Bakın, siz mutluluğu olmadığınız yerde, aşkı henüz tanışmadığınız kişide, başarıyı gelecek planlarınızda gördüğünüz için tam anlamıyla memnuniyete ve tatmine kavuşacağınız bir alanın olmadığını, olamayacağını anlamanız gerekiyor. Siz, deneyimlediğiniz bir şeyden hemen sıkılıp yenisinin peşinde ufuklara açılmakla kendinizi tanımlayan birisiniz. Durum bu olunca emin olun, bir yeninin daha yenisi, hiçbir surette keşfedilmemişi hep ama hep var olacaktır. Anda kalın, ayrıntılarda boğulmayın ama detayları da ıskalamayın, derim. Benim cevabım sizin için değersizdir. Size, ancak sizin cevabınız etki edebilir. Hayatın değil, hayatınızın anlamı ancak kendi cevabınızla bulunur. Bu yol kimileri için uzun, kimileri için kısadır. Ama herkes için eşit derecede zordur. Kimileri bu eşiği atlayabilmiş, hayatını ve kendini okuyabilmiştir. Kimileri başaramamıştır bunu. Çoğunun gündemi bile değildir bu konu.
– Pardon ama bu nutuğunuzun konumuzla olan ilgisini çözemedim…
– Kusura bakmayın, meslekî deformasyon… Saate baktım ve seansımızın sonuna geldiğimizi fark ettim. Bugünkü ücretimi de hak etmiş olmak için vicdanî bir sorumluluk gereği dişe dokunur birkaç şey söylemek zorunda hissettim kendimi.
– Aaa, oldu mu o kadar! Hiç fark etmemişim zamanın nasıl geçtiğini. Peki, kendinize iyi bakın. Teşekkürler…
– Siz de… İlaçlarınızı ihmal etmeyin lütfen.
Hava kararmış, soğuk iyiden iyiye bastırmıştı. Çiselemeye başlayan yağmur, bir an alıntıyı hatırlattı: “Bizi bütün kötülüklerden koruması için, bir şemsiye gibi açmaya yelteniyoruz Tanrı’yı.” Otobüs geç geldiği gibi ilerlemekte de zorluk çekiyordu trafikten. Ayakta kalmıştı. Karşılıklı koltuklara doğru baktı bir umutla… Şu an orada oturmak için neler vermezdi… Eve gidip notlarını aldığı öyküyü yazmak için sabırsızlanıyordu. Birkaç durak sonrası yanıbaşında boşalan yere kurulur kurulmaz kulaklığını taktı ve yine etrafı kolaçan ettikten sonra telefonundan, önce gelen kutusu boş mailine, sonra da Instagram’ına baktı: Ekonominin durumuyla ilgili bir sokak röpotajında birbirine giren vatandaşlar, metroda uyuklarken ayakkabılarının bağcıkları birbirine bağlanan ve uyandığında adım atar atmaz düşen liseli, şehit haberlerinden dolayı veryansın eden muhalif haber sunucusunun isyanı, İsrail’e destek veren iş yerlerinin camlarını boyadığı için iş yeri çalışanlarıyla birbirine giren bir grup, duvara yansıtılan lazer ışınını gözleriyle takip eden bir sepet yavru baykuş… Tüm bunları izlerkenki yüzünün aldığı şekli düşündü bir an; birbiri ardına kaş çatma, gülümseme, alnını kırıştıtıp düşünme, kaşlarını kaldırıp şaşırma, dudaklarının kenarlarını indirip üzülme, yeniden bir sırıtma… Telefonun ekranını söndürüp bu sefer led ışıkların aydınlığında baktı yüzüne. Sonra kitabını çıkardı. Tam da Handel’in Passacaglia’sı denk gelmişti. Çevresindeki tüm ses ve hareketliliğe kendini kapattığında yolcular, trafiğin neden anormal bir şekilde sıkışık olduğunu öğrenmekle meşguldüler.
– İlerideki köprüde bir yol çalışması varmış.
– Yok yok, kaza olmuş.
– Ne kazası, adamın biri arabanın altında kalmış.
– Yok yahu, adam köprüden düşmüş.
– Ne düşmesi, atlamış, atlamış!
– Nasıl atlamış, intihar mı etmiş yani?
– Evet, intihar etmiş.
– Ölmüş mü?
– İntihar etmiş dedik ya…
– Yav, intihar etmiş de belki kurtulmuştur.
– Yok yok, kurtulmamış, ölmüş.
– Yok bee, baksana, son dakika haberi, ne ölmesi, hastaneye kaldırılmış.
– Ney, bacakları mı kırılmış sadece?
– Allah korumuş.
– Nasıl olmuş da bir araba falan ezip geçmemiş buranın işlek trafiğinde.
– Önce açık bir şemsiye düşmüş yukarıdan yola.
– Hey kurban olduğum Allah’ım!
– Yaaa, o kurtarmış adamın canını.
– Nasıl olmuş ki?
– İşte şemsiye düşünce trafik durmuş.
– Şemsiye niye düşmüş?
– Yav, ne bileyim, rüzgâr birinin şemsiyesini fırlatmış atmış işte.
– Allah Allah, hangi köprü?
– Halk Evi Köprüsü. Aha kamera görüntüsü bile var.
– Halk Evi Köprüsü mü?
– Evet, şu ilerideki?
– Yok, onun ilerisindeki…
– İyi de oradan niye atlamış ki; oradan atlamayla ölür mü insan?
– Nasıl ya? Yeni Cuma’dan atlasaydı da ölse miydi adamcağız?
– Tövbe, öyle demek istemedim de, yalnış seçim yani…
– Yalnış değil, yanlış.
– Ne buyurdun?
– Aman, hiç işte, adam kurtulmuş yani.
– Ben olsam Yeni Cuma’yı seçerdim.
– Ben de…
– Tövbeler olsun, Allah’ın verdiği canı…
– İyi bari, bak, yanlış seçimler de hayat kurtarabiliyor demek ki bazen.
– Demek ki…
Halk Evi Köprüsü’nün ilerisinde indi. İner inmez de kulağındaki müzikle gayet uyumlu bir ahenkte bir kâğıt, rüzgârın kollarında yükseldi, uçtu, süzüldü ve gele gele bizimkinin tam da suratına kondu. Ani bir iğrenme refleksiyle kaptı kâğıdı… “Iiiyyy, bu ne!” Kâğıt hafif ıslak, buruşuk, üzerindeki kargacık buracık yazılarla bir an ondan kurtulma isteği doğurdu içinde. Bunun için bir iki çaba da sarf etti. Ne var ki kâğıt, nemli olduğundan, eline yapışmıştı, düşmüyordu. O kısacık süre içerisinde fark etti bu kâğıdın ona bir yerlerden tanıdık geldiğini. Evet, bu kâğıt, o kâğıttı. Şöyle bir baktı. Sonra etrafını taradı. Adam yoktu. Nasıl olmuştu da düşürmüştü bu kâğıdı? Ve nasıl olmuştu da kâğıt yana döne onu bulmuştu. “Kaderin bir cilvesi herhalde,” diye geçirdi içinden. Sonra da durağın yanındaki çöp kutusuna attı kâğıdı. Ve kendi kendine konuşarak evin yolunu tuttu:
“Şekil, karizma o biçim yerinde ama daha yazdığına bile sahip çıkamıyor. Hem yazdığı da bir şeye benzese. Bir de yazar havaları falan; neymiş, bu son yazısıymış da yok, artık her şey bitmiş de, aman aman, yazacak bir şey kalmamış da… Heh, koskoca Tolstoy, Kafka, Atay, Anar bitiremedi, sen bitirdin edebiyatı… Öyle kalemi kaldırıp milletin içinde atmalar, poz kesmeler falan… Başını kaldırmadan konuşmalar, o dublaj yapar gibi ses tonu, sırf tuhaf olmak için sorduğu o ‘en yüksek köprü neresi’ falan gibi soruları… Hah, bi siz acayipsiniz yani, deha delilikleri falan filan… Hem öyle öykü mü yazılır hiç? İntihar notu gibi öykü. Ne olay var ne akış. İçerisi anlatım bozukluklarıyla, imlâ yanlışlarıyla dolu. Beceremiyorsan yazma kardeşim. Ulan düşünüyorum da, ben bir intihar notu yazsam öykü gibi olurdu vallahi. İçerisinde kurgu olurdu, sanat olurdu, tutku olurdu. Yani, şurada ben bene olduğuma göre dilediğim gibi övünebilirim sonuçta. Kimileri öyküsünü intihar notu donukluğunda yazar, benim gibiler de intihar notunu öykü kıvamında ve seviyesinde… Neyse, o kadar da şeyapmayayım adama, sonuçta bana iyi bir öykü fikri verdi. Eve gideyim de oturayım başına. Hissediyorum, güzel olacak… Güzel…”
Cüneyt Dal
1 Yorum