Sezai Karakoç’un Sohbetleri, Ziyaretçileri, Arkadaşları

Yazar Mustafa Kirenci’nin, Türk Dili dergisinde yayımlanan “Sezai Karakoç’un Sohbetleri, Ziyaretçileri, Arkadaşları” başlıklı yazısını önemine binaen iktibas ediyoruz.

***

Ülkemizde ben bildim bileli bir fikir ya da görüş sahibi −ideal sahibi ifadesini ilave etmiyorum o daha üst bir durum− olmayanlar müte­madiyen konuşmakta. Asıl konuşması gerekenlere de yok muamelesi yapılmaktadır. Arada asıl konuşması gereken biri ortaya çıktığı vakit de ya magazinel bir kolajla sunuluyor ya da onca gevezeliklerin ve fikir yerine yutturulan hezeyanların arasında sesi kaybolup gidiyor. Türkiye medya tarihi dönem be dönem konuşturulan, eskiyince bir köşeye atılan, yerine benzerleri getirilen sahte düşünürler, analiz­ciler ile doludur. Fikirleri kendilerinden önce ölen bu insanlar artık istihza hissi eşliğinde, ironik bir şekilde hatırlanabilmekte. Fikirle­rin ifadesi ve gidişatı önceleri kitaplar, gazete ve dergiler yoluylayken sonrasında TV yorumcuları ve analizcilerin uhdesine bırakıldı. Şim­di bunlara sosyal medya eklendi.

Sezai Karakoç bu anlamda hiç konuşturulmadı. Onun sesi medya ka­nalıyla hiç duyulmadı. O, kendi konuşma alanlarını kendi seçti. Aç­tığı mecralarda daha çok gönüllülere ve kısmen de “Ne diyor?” diye merak edenlere seslendi. Zannedildiği gibi kendi köşesine çekilip in­ziva hayatı da yaşamadı. Dediğim gibi kendi açtığı ya da kendisinin tek imkânı olarak gördüğü mecralarda devamlı konuştu. Sözlerinin çeşit çeşit insanlarda uçup gitmesine ya da daha iyimser bir ifadey­le onlarda bir nebze olsun yaşamasına rıza/kanaat gösterdi. Belki de fikirlerini, idealini kendisine gelen taliplilere ileride yeşerteceklerini umut ettiği bir tohum olarak bırakmayı düşündü.

Konuşmada vuzuh sahibiydi. Sohbetlerinde öylesine söylenmiş hiç­bir söz bulunmazdı. Hatta yer yer konuşma hor görülürdü. Derin, uzadıkça kendini daha çok duyuran sükûtları da olurdu. Bu hâlleri bazen karşısındakini birazdan duyacaklarına hazırlamak anlamına gelebilirdi. Bir disiplin, sanki bir kendine getirme işlemi.

Daha önceki yazılarımda anmıştım, 1998’de “Benim sohbetim mütenevvidir, sıkmaz adamı.” demişti. Anlattığı bir konu ya da sorulan bir soruya verdiği cevap kültürün her şubesinden, şiir, edebiyat, sanat, tasavvuf, tarih, psikoloji vb. alanlara dair çeşit çeşit örnekler içerirdi. Çağrışımlara ve tecrübelere yerli yerinde atıfta bulunulduğu ve seçilerek yer verildiği bu konuşmalar inanma­nın, ideal sahibi olmanın enerjisine sahipti. Heyecanı her zaman diriydi. Dü­şüncelerinin çizdiği geniş perspektif insana hâllerin ve şartların çizdiği çetin, aşılamaz addedilebilecek sınırların ötesine çıkma ümidi aşılardı. Sanki isterdi ki dinleyen kulak hiç değilse bunlardan biri ile yürüyeceği kapıdan içeri adım atabilsin. Mizacı, tabii özellikleri ya da topyekûn seciyesi savunduğu fikirlerle aynıydı. Genellikle insanlarda ciddi bir nakısa olarak görülen sözler ile davra­nışların arasındaki mesafe, tenakuz, ters düşme onda görülmezdi. Teorik ko­nular yanında, davranışlarla prensipleri uzlaştırmak, onları olabildiğince bir­birine yaklaştırmak, özleri soyut olsa da fikirler dünyasını hayata dâhil etmek, bunun için bazı denemeler yapmak, yol yordam önermek gibi çeşit çeşit ba­hisler bu konuşmaların cephelerini daima genişletirdi. Fethederek ilerlemek gibi. Eserlerinde de görüleceği üzere esas olanla arızi olanı bir çırpıda ayırt etme hüneri gösterir; esas olanı tebcil eder, arızi olanları da −bir gün şartların değişmesiyle birlikte kaybolup gidecek olanları− fikirleriyle aşmaya çalışırdı. Konuşmalarının, sohbetlerinin ve topyekûn çabasının, hedefinin hep bu oldu­ğunu düşünürdüm. Bir örnek verecek olursam: Esas kaide İslam dünyasının birlik içinde olmasıdır. Arızi olan ise parçalanmışlık, suni devletçiklerdir. Oysa bugün arızi olan esas gibi olağan görülmekte, esas olana ise ütopya, olmayacak şey nazarıyla bakılmaktadır. O, çeşit çeşit hileyle asıl kaidenin yerine konulan arızi duruma işaret eder, hile ile birlikte asıl kaideyi de teşrih masasına yatı­rırdı.

Konuşması ile hâli arasında çelişki bulunmazdı. Samimiyeti, hasbiliği muhte­mel bütün çelişkileri ta baştan bertaraf eder, açık gönüllerde bu hâlleri yankı­sını bulurdu. Bu hâllerinin ileri yaşlarında bile onu daima genç kıldığını düşü­nürüm. Hep arardı yine bana öyle gelirdi ki bu yolla kendisine kemale ulaşma yolları açardı. Şöyle de denebilir: Arayışları külli bir kaideye ulaşana, mutmain olana dek zihninin cevvaliyeti, sorgulamaları, mukayeseleri mütemadiyen de­vam ederdi. Bazen de geliştire geliştire ilerlerdi. Bu hâlleriyle kendisinde şair tabiatından daha çok düşünür tabiatının baskın olduğunu düşünürdüm. Şair tabiatı sanki düşünür tabiatına hizmet ederdi. Belki de şair tabiatı düşünür tabiatını hareketlendirir, düşünür tabiatı da onun nizama sokar, bir kaideye kavuştururdu.

Sohbetleri fikir ve bilgi doluydu. Bilgi sahibi olmak hele şimdilerde çok ko­laydır. Bilgiyi bir rabıtalar silsilesi içinde işlemek, ondan bir bilinç çıkarmak için çok başka şeylere ihtiyaç vardır. O; öncelikle insanının bütün varlığıyla katılacağı bir çalışma, dert etme işlemi olup, sonucu Allah vergisidir, insana bir ödül gibi gelir. Bu yüzden elde edilen bilgileri bir nizama kavuşturmak ondan bir görüş, hikmet, fikirler silsilesi çıkarmak ancak gerekli üstün çaba gösterildikten sonra elde edilen hasılayı daima bir lütuf, bir ihsan olarak an­larım. Üstat’ın sohbetlerinde insan hem öğrenir hem de ilk defa duyduğu şeylere hayret eder, belki de farkında olmaksızın yeni bakış açıları keşfederdi. Bir yazısında “Bir kitabı okumadan önceki insan ile okuduktan sonraki insan aynı in­san değildir.” dediği gibi bu kural onun sohbetleri, anlatımları için de geçerliy­di. Onun eserleri ve konuşmaları (sohbetleri) hayatının yegâne eylemleriydi.

***

Üstat’ın konuştuğu iki mecra vardı. İlkinden, en eski ve devamlı olandan daha geniş bahsedeceğim. İkincisi Diriliş Partisi idi. Başka yazılarda da bahsetti­ğim gibi 1990’da kurulan Diriliş Partisinin faaliyetleri çerçevesinde her hafta cumartesi akşamları Şehzadebaşı’ndaki İstanbul İl Merkezinde; ayda bir An­kara Genel Merkezde; yine ayda bir Sakarya, Bursa ve zaman zaman da bazı özel günler ile gezi programları dolayısıyla, Üsküdar, Gemlik, Niğde, Eskişehir, Elazığ, Boyabat, Pendik, Gebze şubelerinde 6 yıl boyunca sayısız konuşmalar yaptı. Bu konuşmaların süresi en az 3 saat olur, sorular bitinceye kadar devam ederdi. Yine 2007’de kurulan Yüce Diriliş Partisinde de bu konuşmalar eskisi kadar olmasa da devam etti. Hazır bir metin üzerinden değil irticalen ve kısa bir girişten sonra gelenlerin sorularına yer verilen ve soruların bitmesiyle son bulan bu konuşmaların hepsi kayda geçirildi. İleride kitaplaşacak olurlarsa eserlerinin şimdiki sayısını iki katına çıkaracak evsafta. Ayrıca konferansları, meydan konuşmaları da Çıkış Yolu üst başlığıyla 3 cilt hâlinde 2002 yılında yayımlandı. Partinin il, ilçe merkezlerinde yapılan konuşmalar yayımlandı­ğında onların her bir cildinin, medeniyet tarihi, tarih felsefesi, edebiyat, sanat, tasavvuf, yakın tarih, Türkiye siyasi tarihi analizleriyle dolu olduğu görüle­cektir. Hatta o zamanlar söylenen birçok şeyin bugünlere aydınlatıcı kapılar açtığı, yol-yordam ve bakış örneği getirdiği de anlaşılacaktır.

Yeni bir dünya savaşının dillendirildiği hatta başladığına dair işaretlerin iyi­ce aşikâr hâle geldiği şu günlerde, dünyanın hızla içine yuvarlandığı siyasi ve toplumsal meseleler o zamanlar, kesin bir tarih vermek gerekirse 1990 baş­larında uç vermişti. Üstat öngörülerini, değerlendirmelerini bu yönde dile getiriyordu. Diriliş Partisini küçümseyenlere, zamanın kıymetli, fikirlerin de­ğerli olduğunu anlamaları için “Türkiye’nin ve İslam âleminin en önemli, ha­yat-memat meseleleri burada konuşulmaktadır.” derdi. O farkındaydı ve anla­tıyordu, dinleyenlerin onun düşünceleri, uyarıları ya da öngörüleri hakkında o zamanlar ne düşündüklerini şimdilerde tahmin etmek daha mümkün. Ör­nek vermek isterim: 1990 yılında idi. Diriliş’e zaman zaman gelen tanıdığımız biri vardı. Yine bir gün geldiğinde hoş beşten sonra Üstat özetle “Amerika’nın Irak ve Suriye’yi işgal etmek, Ortadoğu’ya iyice yerleşmek istediğini, İslâm âlemi­nin geç kalmış olsa bile şimdiden hazırlık yapması gerektiğini” söyleyince misa­firimiz “Bu çağdaş dünyada mı efendim?” dediğini şimdilerde hep hatırlar oldum. Misafirimiz bugün ne düşünür gene bilmek zor. Meramımı anlatacak -etraflı anlatmayı başka bir zamana bırakarak- bir başka örnek de şudur: 2005 yılıydı. Bir partinin genel başkanı, İstanbul’un bir ilçesinin sabık belediye baş­kanı ve daha başka kişilerle geldiler. Üstat, “Madem geldiniz biz nitelikli adam yetiştirilmesi gerektiğini, kalabalıklara hitap etmenin uzun vadede bir anlamı olamayacağını, İslam birliğinin kurulmasını, İslam âlemi için bu birlik olmadan kurtuluş imkânı olmadığını savunuyoruz.” deyince genel başkan sessizliğini ko­rudu, hiçbir tepki vermedi; ne tasvip ne de itiraz ettiğine dair görebileceğimiz bir işaret hissettirmedi. Anlamamış gibi davrandı. Sabık belediye başkanının, “Siz böyle bir şeyin gerçekleşeceğine gerçekten inanıyor musunuz?” demesi üzerine Üstat, “Bugün için imkânsız gözükebilir, bu olmayacağı anlamına gelmez, çalışır­sak niçin olmasın. Ben olması gerekeni söylüyorum. Şartları değiştirecek olanlar insanlardır. Avrupa da kanlı bıçaklıydı, iki dünya savaşı geçirdi. Şimdi bakın bir­liklerinden bahsediyorlar, bizde o birliğe girmek için âdeta çırpınıyoruz.” diye söz­lerini tamamladı. Sonra da gittiler. Üstat bu gibi örneklerle sık sık karşılaşır ve “Asıl sorun aydınlarda, önce onları ikna etmek, inandırmak gerekiyor.” derdi. Esasında Diriliş Partisi bir aydın partisi idi, hem mevcut aydınlara hitap etmek hem de gençlerden yeni aydın kadrolar yetiştirmek amacındaydı.

***

Şimdi ilk mecraya, en eski ve devamlı olan mecraya geçmek istiyorum. Bu mecra düzenli olarak 1974’ten başlayarak Diriliş Yayınları bürosu idi. Diriliş Yayınlarının bulunduğu her mekânda, ziyaretçilerine kapısı daima açıktı. Bir kapı tıklatma (Üretmen Han), zile basma (Derin Han) sonucunda her gelen kendisini Üstat’ın karşısında bulurdu. Bazı devlet ricalinin ya da uzaktan ge­lecek olan birinin görüşme talebi karşısında görüşme saati belirleme dışında randevu sistemi yoktu. Kapıyı çalmak yetiyordu. Üstat gelenlerin durumuna, asgari de olsa saygıdan yoksunluklarına, hâl ve hareketine bakarak bazen bun­dan rahatsızlığını dile getirip “Yerimizin ve şartlarımızın mütevazılığı onlara bu cüreti veriyor, kapıda onları bir sekreterya karşılasa ve diğerleri gibi bekletse böyle davranamazlardı.” dese bile bu hiç bir zaman uygulanmadı. Böyle durumlarda Zamana Adanmış Sözler’deki şu mısralarını hatırlardım:

“….

Kapı çalınmıyordur çalınsa da açmamak onura aykırı
Açmak çağrılan bir pişmanlıktır
Ey, gelecek zaman ne kadar yakınsın artık

….” (Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2000, s. 449.)

Öyle anlardım ki çalınan kapıyı açmamak seçeneği bulunduğu hâlde açmama­nın onura aykırı olduğunu söyleyen şair kapıyı daima açık tutuyordu. Açıldı­ğında gelen çağrılan bir pişmanlık olsa bile…

Gelenler birkaç gruba sokulabilir.

İlki belli aralıklarla gelenler idi. Bunlar vaktiyle öğrencilik yıllarında ziyarete gelenler ve mezun olduktan sonra da tayin ya da görevleri icabı Anadolu’da bulunanlardı. İzinlerinde, özellikle yaz mevsiminde her yıl muhakkak gelir­lerdi. Bazılarında irtibatlar zaman zaman inkıtaya uğrasa da genellikle canlıy­dı. Diriliş fikrinin takipçileriydiler. Gelemedikleri vakit telefonla irtibatlarını sürdürürlerdi. Bazen de Üstat bir fırsatını düşürüp –özellikle cep telefonunun yerleşmesinden sonra– onları arardı. Bu grup içinde her yaş ve her kuşaktan kişiler bulunurdu. Sayıları zaman zaman değişse bile sabitkadem diyebilece­ğimiz vasfa sahiptiler. Geleneğimizden hareketle söyleyecek olursak üstat-ta­lebe ilişkisi hâkimdi. Onlar bilinirler, geldiklerinde eğer varsa yeni durumla­rı üzerinde konuşulurdu. Bu gruptakiler Üstat’a fikren bağlıydılar, yapılacak bir çalışmada (dergi, parti) dâhil olmaları yönünde adları geçerdi. Özellikle Gemlik, Bursa, Yalova, Niğde, Eskişehir’den ve memuriyet görevi dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunup da irtibatlarını daima devam ettiren­ler, hukuku ve bağlılığı koruyanlardı. Bir nevi “Diriliş’te gözünü açanlar, orada doğanlardı.” Parti döneminde kurulan il ve ilçe teşkilatları bu kişiler yoluyla hayata geçmişti. Bu gruptakiler Üstat’a fikren bağlı, onun yolunu yol bilmiş, “Diriliş” fikrini benimsemiş, Diriliş’e madden ve manen omuz vermiş kişilerdi. Birçoğu Diriliş dergi ve gazetesinin yazı ailesindendi. Dergi çıktığında abone yaparlar, yeni kitaplar çıktığında toplu olarak (başkalarına da hediye etmek için) alanlardı. 1970’li yıllardan başlayarak sürüp gelen bağlılıkları Diriliş’in gücü, bir bakıma insan kapasitesi idi. Geldiklerinde kısa bir hasbihâlden son­ra memleket meseleleri konuşulurdu. Konuşma daha serbestti, sorunlar daha aşikâr ifade edilirdi. Bir dahaki gelişlerine kadar da telefon yoluyla irtibatları devam ederdi. Gelmeleri beklenirdi. Herhangi bir sebeple gelemediklerinde merak edilirdi.

***

İkinci grup Üstat’ın kuşağı diyebileceğimiz kişilerden, eski tanıdıklarından, lise ve üniversite hayatından, akşamları buluşulan kahvehanelerdeki sohbet arkadaşlarından meydana gelen gruptu. Yaklaşık olarak aynı yaş grubundan olan bu kişilerden bazıları Üstat’ın memuriyeti sebebiyle İstanbul’a geldiği 1955 yılından itibaren tanıştığı görüştüğü kişilerdi. Üstat’ın “… Gelenler gi­denler, Anadolu’dan gelenler de bizi orada arıyor. Kitaplarımız orada, gazete ya­zılarımız ilkin orada ortaya çıkıyor. Dostluklar, nadiren de olsa kırgınlıklar. Sanki ikinci ev, ikinci yazıhane orası.” (Sezai Karakoç, Samanyolunda Ziyafet, Diriliş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2004, s. 127.) dediği Marmara Kıraathanesi’nden arkadaşları Filozof Cemal, Hilmi Oflaz, Teşkilat Refik [Demir], Neyzen Aziz, Şerafettin Sarı, A. Rahim Balcıoğlu, Osman Akkuşak, Hüseyin Rahmi Yananlı, Kâmil Öztürk, Mehmet Genç, Erol Güngör, Mehmet Çavuşoğlu zaman zaman Diriliş’e gelirler­di. 1985’ten başlayarak her cumartesi Üretmen Han çıkışı Koska’daki Set Üstü Kahvehanesi’nde sohbete devam eden, Kâmil Öztürk, Turgut Akman, Ali Öz­kavaf ve arada bir katılan Nazmi Temelcan’ın konuşmalarını hep hatırlarım.

Marmara Kıraathanesi müdavimlerinden Ziya Nur Aksun’u rahatsızlığı sebe­biyle çıkmadığından hiç görmedim, ama Diriliş’te adı en çok anılan isimler­den biriydi. Üstat’ın bu isimlerin her biriyle ilişkileri aynı sevide değildi. Kişi­sel farkların dikkate alındığı ve tatbik edildiği ama hasbiliğin −bu yerine göre, kızma olarak da tezahür ederdi− hiç terk edilmediği, fikrî kalibrenin daima ko­runduğu bir yakınlık düzeni vardı. Örneğin ikisiyle de aynı zamanlara tekabül eden bir arkadaşlığı olmasına rağmen Turgut Akman ve İhsan Babalı’yla aynı şekilde konuşmazdı. Daha çok mizaçlar dikkate alınır konulara o şekil verirdi.

Şimdi hiçbirisi hayatta olmayan bu kişilerin bazılarını daha yakından tanıma fırsatı buldum. Kâmil Öztürk, Refik Demir, İhsan Babalı, Ali Özkavaf, Ömer Faruk Turgut, Abdurrahman Tütüncü, Büyüyenayın kuruluşuyla eserlerini ve çalışmalarını yayımladığım Hüseyin Rahmi Yananlı’dan çok şey öğrendim. Lise ve üniversite arkadaşlarından sonra onlar hakkında yazacağım. Hem günlüklerimden hareketle hem de unutmadığım hâllerinden dolayı. Onlar­dan sadece hatıralarım olanlar yanında, yeterli bir gözlemim olanları da belki en doğru ifadeyle gözlemlerimi olgunlaştırabildiklerimi de yazmaya çalışaca­ğım. Bazılarının da bir cümlesi bile bende kalsa kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadığı için bahsedeceğim.

Liseden ve Mülkiyeden Arkadaşları

Diriliş Yayınlarına Üstat’ın liseden, üniversiteden birçok arkadaşı gelirdi. Sa­dece sözlerini hatırladıklarımı ya da günlüğüme kaydettiklerimi ve bende kalan izlerinden yol alarak paylaşacağım. Anlatacaklarımdan fazla idi gelen­ler. Anlatamadıklarıma dair maalesef sadece bölük pörçük şeyler hatırlıyo­rum. Mesela bir arkadaşı vardı, esprili biri idi, Üretmen Han’a bir veya iki kez gelmişti. “Sezai, senin ‘meydan’ (Roman olarak tasarlanan ama kısa roman ya da uzun hikâye diyebileceğimiz ilk hikâye kitabı Meydan Ortaya Çıktığında’ya telmihen.) kelimesine yüklediğin manayı, bu kelimeyi kullanışını çok seviyorum.” dediği dün gibi hatırımda, siması da, oturma şekli de âdeta gözümün önünde ama ismen maalesef hatırlamıyorum. Erken yaşta vefat eden, sessizliğini daima koruyan Doğan Yel de öyle.

Üstat’ın, Mülkiye yıllarında çeşitli fakülteler ve çeşitli sınıf ve yaşlardaki o za­manın öğrencilerini bir araya getirmesi, onları yazmaları yönünde cesaretlen­dirmesi, gelenlerin birçoğundan edindiğim bir intiba. Entelektüel ilişkileri ve arkadaşlıkları, fakülte son sınıfta iken sınıf tekrarı yapmak zorunda kaldığı 1955 yılında iki sayı çıkarabildiği Şiir Sanatı dergisiyle taçlanmıştır. Yazı kad­rosunun tamamının o zamanın öğrencilerinden meydan gelen derginin ilk sayısı 15 Ocak 1955, ikinci sayısı da 15 Şubat-15 Mayıs 1955 tarihine sahip. O sıralar Sezai Karakoç 22; Cemal Süreya (Mülkiye) 24; Gülten Akın (Ankara Hukuk) 22; Erdal Öz (Ankara Hukuk) 20; M. Nuri Pakdil (Ankara Hukuk) 21; Seyfettin Başcıllar (Veteriner Fakültesi) 25; Baha Galip Tunalıgil (Ziraat Fakül­tesi) 20; Cüneyt Gabran müstearıyla da yazan Orhan Duru (Veteriner Fakül­tesi) 22; din sosyolojisi alanında çalışmalarıyla bilinen M. Rami Ayas (Ankara İlahiyat-DTCF Felsefe) 24; Muzaffer Erdost (Veteriner Fakültesi) 23; Adnan Özkan (Tıp Fakültesi) ?; Cihat Alpan (?);Brüksel, Trablusgarp, Londra, Duessel­dorf, Viyana, Hamburg Büyükelçilik ve Başkonsolosluk görevlerinde bulunan Ülkü Başsoy (Mülkiye) 21 yaşındadırlar. Neredeyse önemli bir kısmı ilk yazı, şiir ve çevirilerini burada yayımlamışlardır; yeteneklerine dair ipuçlarını bu­rada göstermişlerdir. Üstat dergi ile ilgili düşüncelerini ve gözlemlerini, dergi­nin yaptığı etkiyi Hâtıralar’ında anlatmaktadır:

Ancak iki sayı çıkmasına rağmen büyük yankı yaptı. Orhan Velicilerin tı­kandığı, Attila İlhan’ın çıkışının da bir sonuç vermeyeceğinin anlaşıldığı bir anda, hiç de beklenmeyen bir noktadan bir gençlik, sanat ve edebiyat dünyasında boy gösteriyordu. Şiir Sanatı mükemmel bir dergi miydi? Ta­bii ki, değil. Ama, yeni bir dergiydi. Bir arayıştı. Apaçık bir red, bir pro­testo, bir isyan olmamakla birlikte, statükoyu kabul etmediği belli olan bir dergiydi. (Sezai Karakoç, Hâtıralar I, Diriliş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2022, s. 454.)

Cemal Süreya

Üretmen Han’da iken Cemal Süreya’nın iki kez geldiğini hatırlıyorum. Kısa kalmazdı. Yapılan çalışmalara dair, kitaplar, çeviriler üzerinden konuşulurdu. Britannica ansiklopedisine maddeler yazdığından söz açmıştı. Yazdığı isimler­den biri galiba Necip Fazıl’dı. Üstat ilk fırsatta “Mehmet nasıl, ne yapıyor?” diye oğlunu sorardı. Bir defasından Cemal Süreya “Memo o kadar iri yarı oldu ki beni omuzlarımdan tutup havaya kaldırıyor.” demişti. Üstat da “Ee erken yaşlarda ona beyin yediriyordun.” diye mukabelede bulunmuştu. 1969 doğumlu Memo Emrah Seber muhtemelen o sıralar 17-18 yaş civarında olmalı.

İkinci gelişinde de yine oğlu söz konusu olmuş, Cemal Süreya’nın “Bizim Memo kötü şeriatçı oldu, Seyid Kutup tefsiri okuyor.” demesine üzerine Üstat “Öyle deme, kötü şeriatçı olunmaz, seni kaybettik bari Mehmet’i kazanalım.” diye cevap vermişti. Üstat “Mehmet” diye anar Cemal Süreya “Memo” derdi. Üstat, oğlu söz konusu olduğunda hep “Mehmet dememek için Memo dediler zavallı çocuğa.” diye hayıflanırdı. Üstat Kadıköy yakasında otururken, zaman zaman vapur karşılaşmalarını anlatırdı. Onlardan bazılarını Cemal Süreya yazdı.

Ece Ayhan

Ece Ayhan’ın bir kez geldiğini hatırlıyorum. 1988 yılıydı. Ahmet Soysal’la bir­likte gelmişlerdi. Hâl hatır faslından sonra Ece Ayhan, dergi çıkardıklarından söz açmış, getirdiği dergiler arasından son sayımız dediği dergiyi imzaladık­tan sonra imzalı sayfayı işaret ederek “Sizi aramızda görmek istiyoruz.” sözleriy­le takdim etmişti. Dergiyi de “Sizi aramızda görmekten mutluluk duyarız. Saygı­larımızla.” ifadesiyle imzalamıştı. Beyaz dergisinin 13. sayısı yani son sayısı idi. Derginin eski sayılarını da getirmişlerdi. Dergi 1982’de Ahmet Soysal tarından çıkmaya başlamış, yayınını 1995’e kadar sürdürmüştü. Dergide Fazıl Hüsnü Dağlarca ismini hatırlıyorum.

Üstat derginin sayfalarını çevirdikten sonra derginin baskı ve dağıtımıyla ilgi­li bazı sorular sordu. Sonrasında konuşmalar, Ece Ayhan’ın sağlık problemleri ve hayatını sürdürdüğü Çanakkale üzerine devam etti.

Seyfettin Başcıllar

Şair Seyfettin Başcıllar 1930 Kilis doğumlu ve Üstat’tan 3 yaş büyük, Gazi­antep Lisesinden sıra arkadaşı. Üstat’ın Hâtıralar’ından öğrendiğimize göre 1948’de lise eğitimi ile başlayan bu arkadaşlık Ankara’da fakülte yıllarında da devam etmiştir. Seyfettin Bey fakülte eğitimine 1950’de Ankara Veteriner Fa­kültesinde başlamış 1955’te mezun olmuştur.

Hayat-ı ömründe pek çok şiir yazmış ve bunların çoğu kitaplaşmış olan Sey­fettin Başcıllar’ın benim bilebildiğim ilk şiirini -ilkokula başladığı Kilis Ke­maliye İlkokulu 4. sınıfta iken arkadaşlarıyla beraber çıkardığı Tanıt adlı bir gazetede yayımladığı, ayrıca Ülkü dergisinin 1949’da açtığı şiir yarışmasına “Umut” isimli şiiriyle katıldığı ve mansiyon kazandığı biyografisinde geçmek­tedir.– 22 yaşında iken yayımlamıştır. “Mona Roza”nın ilk bölümü olan “Aşk ve Çileler” (“Mona Rosa, Aşk ve Çileler”, M. Sezai Karakoç, Hisar, Cilt: 2, Sayı: 26, Haziran 1952, s. 7. İkinci kez: M. Sezai Karakoç, Mülkiye Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 10, 4 Aralık 1952, s. 14.) kısmı ilk kez Hisar dergisinde yayımlanışından 6 ay sonra ikinci kez Mülkiye Dergisi’nde yayımlandığı sayıda Seyfettin Bey’in “M. Sezai Karakoç’a” diyerek ithaf ettiği “Saat Onbuçuk” şiiri de yer almaktadır. Dergiyi açtığımız­da sol sayfada “Aşk ve Çileler” sağ sayfada da “Saat Onbuçuk” şiirleri karşılıklı yer almaktadır. Şiir bana hep “Monna Roza”ya nazire gibi gelir. Üstat’ın etkisi­nin açıkça hissedildiği 14 beşlikten meydana gelen şiiri okurken bazı mısra­ların, ifade ediliş tarzı, hatta duygusunun Üstat’ın “Yağmur Duası” ve “Mona Rosa”sına benzer olduklarını hissederim. Mesela: Çöllerin meyvesi sabır dalın­da/Bulutlar eskidir, bulutlar yalan/Öldürmedi beni bu gök, bu sağnak/Şarkılar! Şarkılar! Çılgın ve uzun… İlk 6 beşliğinden örneklerim. Şiir sanatına girmeden bende çağrıştırdıkları bakımından bu şiirin “Bir yıldız koparır adamın biri” ve “Nefsini bin defa yeniler günde” mısralarını severim.

Üstat, fakülte yıllarında Veteriner Fakültesi ile Mülkiye arasında karşılıklı gi­dip gelmeler olduğunu bazen Mülkiyede bazen de Veteriner Fakültesinde top­landıklarını söylerdi. Hâtıralar’dan okuyalım:

1953 yılı, Veteriner Fakültesi’ndeki arkadaşım Seyfettin, beni görmeye geldiği bir gün, bir hikâye göstermiş ve: “Fakültemize yeni bir arkadaş gel­di. Hikâye yazıyor. Sen anlarsın. Hikâyesini oku. Yazmaya devam etsin mi, etmesin mi, yeteneği var mı söyle” dedi. Hikâyenin adı “Sigaramın Dumanı İğri Tüter”di. Okudum ve arkadaşın yazmaya devam etmesini söyledim. Sonra, tanıştık. Hikâyenin sahibi Orhan Duru’ydu. Yine o sı­ralar Ziraat Fakültesine öğrenci olarak gelmiş olup sonraları Seyfettin ve Orhan’la aralarında âdeta bir sacayağı oluşan Muzaffer Erdost’la da bu yıl tanıştık. Karşılık fakülteler arası ziyaretlerimiz olurdu. Erdost zeki ve cesur olmakla birlikte, o yıllar sanırım, bizler kadar okumuş sayılmazdı. Ben de onları Cemal’le tanıştırdım. (Sezai Karakoç, Hâtıralar I, Diriliş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2022, s. 402.)

1955’te Üstat’ın çıkardığı Şiir Sanatı dergisinde “Yitik Aşk” şiiri ile yer alan Seyfettin Bey mezun olduktan sonra 1957’de Gaziantep Merkez Veterinerli­ğinde, ardından Kilis Sunî Tohumlama İstasyonunda görevlendirilmiş. Üstat memuriyeti dolayısıyla 1964’te Kilis’e gidişini, Seyfettin Bey Kilis Kent Gazete­si’nde “Sezai Karakoç Şehrimizde” (İmzasız, “Sezai Karakoç Şehrimizde”, Kilis Kent Gazetesi, Sayı: 787, 1 Nisan 1964.) başlığıyla 1 Nisan 1964’te haber olarak du­yurmuş ve gazete için Üstat’la yaptığı röportajı yayımlamıştır. Bu, Üstat’ın ilk röportajıdır. Üstat’ın poetik görüşlerini dile getirdiği bu röportaj 3 ve 4 Nisan tarihlerinde iki parça hâlinde yayımlanmıştır. (Sanat Görüşü, Şiirimiz-Akımlar Toplum ve Şair Hakkında, (Röportaj), Karakoç’la Bir Konuşma [Başlığıyla], Kilis Kent Gazetesi, Sayı: 789, 3 Nisan 1964, s. 1, 3 ve Sayı: 790, 4 Nisan 1964, s. 1, 3-4.) Bu röportaj ikinci kez 1967’de aylık çıkan Diriliş dergisinin ikinci döneminin son sayısında yer almıştır. (Diriliş Dergisi, Sayı: 10-11-12, Ocak-Şubat-Mart 1967, s. 1.) 1982’de ise röportaj formatından çıkarılarak ilk baskısı yapılan Edebiyat Yazı­ları (Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları II, Diriliş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1986, s. 36-40.) kitabının ikinci cildine “Sanat Görüşü, Şiirimiz-Akımlar, Toplum ve Şair Hakkında” başlığıyla alınmıştır. Seyfettin Bey’in 1966 Diriliş’inin Mayıs-Hazi­ran sayısında “Put” isimli şiiri de yer almaktadır.

Hayat macerası oldukça hareketli ve sıra dışı seyreden Seyfettin Bey’in sergü­zeştinden daha sonra yazacaklarım için oldukça kısaltarak bahsetmek isterim.

1966’da siyasi sebeplerle Söğüt’e tayin edilen Seyfettin Bey burada yaşadığı huzursuzluk sonucu bir akrabasının daveti üzerine 1968’de Amerika Birleşik Devletleri’ne göçer. Önce St. Louis Missouri, ardından Virginia ve en sonunda New Jersey eyaletinde karar kılan Seyfettin Bey’in buradaki ilk işi et müfet­tişliğidir. Amerikan Tarım Bakanlığı tarafından verilen “En Üstün Süpervizör” (USDA) ödülü başta olmak üzere pek çok mesleki ödül alır. 1998’de bir arka­daşıyla birlikte hacca giden Başcıllar, 2 Şubat 1999’da emekli olur. Aynı yılın Temmuz ayında Cuma namazı için gittiği Pensilvanya’da geçirdiği kısmi felç sonucu okuma-yazmayı unutur ve bir gözü görmemeye başlar. Tedavilerden sonra büyük ölçüde eski hâline dönen Seyfettin Bey, Mart 2001’de bir de kalp ameliyatı geçirmiş, bir yıl sonra da 25 Mayıs 2002’de vefat etmiştir. Güney New Jersey’de kurulan TAMCA (The Turkish Amerikan Müslim Cultural Assn.) başta olmak üzere ABD’deki birçok sivil toplum örgütü ve fonun kuruluşuna ön ayak olan Seyfettin Bey’in Alaaddin Yavaşça ve İrfan Doğrusöz tarafından bestelenmiş çok sayıda güftesi bulunmaktadır. (Seyfettin Başcıllar’a dair bazı kronolojik bilgiler Osman Eroğlu’nun hazırladığı yüksek lisans tezinden alınmıştır. bk. “Seyfettin Başcıllar’ın Hayatı, Sanatı ve Şairliği”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı, Gaziantep 2013, 364 s.) Mülkiye, Şiir Sanatı, Diriliş, Hisar, Türk Dili, Yeditepe, Papirüs, Sanat Olayı, Ülkü ve Zeytin Dalı gibi dergiler ile Vatan, Cumhuriyet ve Milliyet gibi gazetelerde yazı ve şiirleri yayımlanmış­tır. Önce Bulut Vardı, Altın Çağı Ölümün, Çiçek ve Silah, Sokak Şarkıları, Unutul­masın, Kıyısızlık, Gül Sesleri… isimli şiir kitapları yayımlanmış olan Seyfettin Bey’in yayımlanmamış öykü, makaleleri ve bir romanının da bulunduğu hak­kında yapılan çalışmalarda geçmektedir.

Seyfettin Bey çalışkan bir insandı. Memleket sevgisi her zaman hâl ve hare­ketlerinden aşikâr olurdu. Uçağın Türkiye hava sahasına girmesiyle söylediği “Aydınlık çoğalıyor. Derken dışarıda masmavi bir deniz, sonra karlı tepeler, mavi göller, yeşil yamaçlar başlıyor, kendi kendime: ‘Türkiye‘deyiz, yurdumuzun gök­lerindeyiz.’ diye sesleniyorum.” sözlerini her gelişinde çok başka şekillerde dile getirirdi.

Bir insanın bunca çalışkanlığıyla, memleket sevgisiyle −bunu söylediklerin­den ifade ettiği duygu ve düşüncelerden biliyorum− ülkesinde barınamayıp −bunun sebepleri benim meçhulüm, ama bir fikir yürütülebilir, hayatındaki kırılma 1966’da Söğüt’e tayin edilme sebebi orada yaşadıkları olabilir− kendi­ne yeni yollar arayarak ortaya koyduğu mesleki başarıları ve bunların yanında, hem kendisi için hem de diğer insanlar için faaliyet alanları açması, toplum hizmeti ifa etmesi benim daima dikkatimi çekmiştir. 1976’dan 2002 yılındaki vefatına kadar 26 yıl yaşadıkları New Jersey’deki çalışmalarını kendi dilinden okuyalım:

Güney New Jersey‘de TAMCA (The Turkish American Muslim Cultural Assn.) kurulmasına ön ayak oldum. Biri Levittown, Pa.‘da öteki Mondro Eville, N.J.‘de olmak üzere derneğimizin iki kültür merkezi var. Her mer­kezde Türk çocuklarına dillerini, tarihlerini, dinlerini öğreten okulları­mız var. İbadet için camimiz var: (Yunus Emre ve Murat Camileri). Sekiz yıldır bu derneğin başkanlığını yürütüyorum. Halkla aydınları bütünleş­tirmeyi çalışıyoruz. Kendi çapımızda sanat ve şiir geceleri yapıyoruz. Hal­kımızı çeşitli konularda aydınlatmak için toplantılarımız oluyor. ( Osman Eroğlu, “Seyfettin Başcıllar’ın Hayatı, Sanatı ve Şairliği”, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı, Gaziantep 2013, s. 22.)

O, bir yandan da şiir, güfte, hikâye, deneme, roman gibi alanlardaki kalem tec­rübelerini de iddiasız bir şekilde sürdürmüş; bu alanın usta isimleriyle, dost­luğunu devam ettirebilme başarısı göstermişti.

Seyfettin Bey belli aralıklarla Amerika’dan gelir, her geldiğinde de muhakkak arar Üstat’la görüşürlerdi. 80’lerde Amerika’da tanıştıkları Talat Sait Halman onu “Doyum olmaz sevecenliği, eşsiz gülüşleri, o güzelim Kilis şivesi ile büyü­ledi beni. Bir çırpıda dost olduk.” cümleleriyle anlatmış. Seyfettin Bey’in ben­de bıraktığı izlenimler de hep bu şekilde oldu. Gelişlerinde orada yaptığı çalış­malardan coşkuyla bahseder, uzun bir aradan sonra geldiğinden dolayı kendi­sinin de paylaşmaktan hoşlandığı izlenimleri dikkate değer olurdu. Coşkusu, şivesi kendisini dinletirdi. Amerika’ya yerleşmiş eski bir Yeşilçam oyuncusu olan Muzaffer Tema ile cami yapımı ve Müslüman mezarlığı açmak için yürüt­tüğü çalışmalardan bahsederdi. Üstat son geldiğinde dergiyi çıkarma ümidiy­le kendisinden Amerika’ya dair izlenimlerini yazdıkça göndermesini istemişti. O da döndüğünde birkaç yazı göndermişti. Ama dergi çıkmadığı için bu yazılar hiçbir zaman yayımlanmadı.

Günlüğümden:

21 Ekim 1996

Seyfettin Başcıllar Amerika’dan geldi. Henüz Üstat büroya gelmemişti. Orada Yunus Emre Camisi ve Kültür Merkezi açmış. Muzaffer Tema (eski Yeşilçam oyuncusu), Karadenizli hocayı, Başkan Nixon’ı anlattı. Sonra Sezai Bey gel­di. Aynı şeyleri coşkuyla anlattı. Başkan Nixon’a bir TV konuşmasında spiker “Dünyada birçok yer gezdiniz, en beğendiğiniz şehir hangisi?” diye sormuş. Nixon da hiç tereddüt etmeden “Tabii ki İstanbul!” diye cevap vermiş. Sezai Bey ilgiyle dinledi. Daha sonra Seyfettin Bey bu gelişinde (6 yıl önce gelmiş) birçok TV kanalı açılmış olduğunu ve onları geldiğinden beri zaman zaman seyrettiğini ve şu kanaati edindiğini söyledi: Türkiye İlk Çağ’ı, Orta Çağ’ı ve Mo­dern Çağ’ı aynı anda yaşıyor.

1998’in Ağustos’uydu. Seyfettin Bey’in yeni kitabı çıkmıştı. Gül Sesleri’ni (Seyfettin Başcıllar, Gül Sesleri, Sel Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1998.) getirdi. Üstat’a imzalarken ne yazayım, “Sınıf arkadaşım, sıra arkadaşım, dos­tum, şairim.” diye söyleyip kitabını imzaladı. Bu gelişinde önce Erdal Öz’le gö­rüşmüştü. Tam olarak kaybetmediği sevimli Gaziantep şivesinin hissedildiği sesiyle anlatmaya başladı. Erdal Öz’ü telefonla aradığında akşam vakti sakin olur Can Yayınlarında buluşalım diye kararlaştırmışlar. Dediği saatte gitmiş, binaya girdikten sonra sürekli bir uğultu gibi makine sesi geliyormuş. Yayıne­vinin kapısı önüne gelen kadar bu ses artarak devam etmiş. “Sezai ne gördüm biliyor musun bizim Erdal para makinesinin başına oturmuş, makina sürekli dönüyor, para sayıyor. Meğerse durmadan devam eden o ses para makinesin­den geliyormuş. Bizim Erdal tam kapitalist olmuş. Gördüklerim üzerine ben de, ‘Ne o kapitalist mi oldun?’ deyince ‘Hep bu Paulo Coelho ve Susanna Tama­ro’nun yüzünden!’ dedi.” Seyfettin Bey “Onların kitapları çok tutmuş, defalar­ca baskı yapmış.” diyerek Yüreğinin Götürdüğü Yere Git ve Simyacı’yı çantasın­dan çıkardı. Coşkulu ve esprili bu anlatımı hem kendisini hem de bizi güldür­müştü.

Necdet Kesmez-Ali Esen Minkari

Ankara’da ikamet eden Mülkiyeden Ali Esen Minkari, Necdet Kesmez de İstan­bul’a geldiklerinde muhakkak ziyaret ederlerdi. 1990’da Diriliş Partisi’nin ku­ruluşu sırasında Ankara’da parti çalışmaları için bir aydan fazla kalan Üstat’la o sıralar sık görüşürlerdi. Diriliş Partisinin tüzüğünün hazırlanmasında; Mali­ye Bakanlığında hesap uzmanlığı, gelirler kontrolörlüğü, bakanlık müşavirliği, TİKA Yönetim Kurulu üyeliği gibi görevlerde bulunmuş Necdet Bey’in katkısı büyüktü. O sıralar Sayıştay üyesi idi. Diriliş Partisi tüzüğü hazırlanırken Üstat tamamen işi ona havale etmişti. Vergi Daireleri İşlem Yönergesi’ni onun hazırla­dığını söylerdi.

Necdet Bey, Ankara’da ikamet eden Ali Esen Minkari Bey’le yakın arkadaş­tı. Partinin kuruluş çalışmalarında Ali Esen Bey de bulunmuştu. Demirkırat Belgeseline Dair, 1950-1960 Yıllarında İktisadi Kalkınma ve Gelişme başlıklı iki kitabı vardı. O sıralar, Ali Esen Minkari’nin babası Ahmet Şükrü Esen’in derle­diği, Pertev Naili Boratav’ın yayına hazırladığı ön sözünü kendisinin kaleme aldığı Anadolu Destanları isimli kitabını getirmişti. İki yazısını da o zamanlar yayınına devam eden Diriliş’in haftalık döneminde yayımlanmıştı. (Ali Esen Minkari, “Peresroika Hakkında Bir Konuşmadan Notlar”, Diriliş, Sayı: 87, 16 Mart 1990, s. 10-11; “Konuşmalar: Bir Grup Akademisyenin Moskova İzlenimlerine Dair Notlar”, Diriliş, Sayı: 89-90, 1-8 Haziran 1990, s. 7-9.)

Nihat Kemal Eren

Nihat Kemal Eren 1931 yılında Gümüşhane doğumlu. Sırasıyla Karayazı, Çif­teler, Demirci, Şavşat, Gölköy, Batman ve Ünye Kaymakamlığı yapmış. Son gö­rev yeri İstanbul Vali Yardımcılığı idi.

1978-1982 yılları arasında Karadeniz Ereğlisi kaymakamlığı yapan, Karade­niz Ereğlisi yerel basınında efsane kaymakam, halkla ilişkilerinden dolayı “Co­lombo Kemal” diye anılan Nihat Kemal Eren, 90’ların başından emekli olduğu 1996 yılına kadar İstanbul Vali Yardımcılığı görevinde iken ziyarete zaman zaman gelirdi. Üstat’ın, tayin isteyen zor durumda biri için ricası da olmuş, beni valiliğe göndermişti. Üstat, Nihat Bey’e hep dönem arkadaşlarını “… ne yapı­yor, haber alıyor musun?” diye sorardı. O da sorulan kişinin serencamını tek tek anlatırdı. Muhtemelen görevi dolayısıyla ilişkileri oldukça canlı, irtibatları devamlıydı. Konuşmalar daha çok fakülte yıllarına dair anıların tazelenmesi, hatırda kalanların paylaşılması yönündeydi. Nihat Bey bürodan ayrıldıktan sonra Üstat’ın hatırına biri gelir, “Tüh sormayı unuttuk!” diye hayıflanırdı. Bir dahaki gelişinde hatırlatmamı isterdi. Bazen Nihat Bey fakülte arkadaşların­dan birini arar telefonu Üstat’a verirdi.

Nihat Bey oldukça hareketli, pratik biriydi. Teorik, fikrî konulara girmez ge­nellikle ilişkiler, ahbaplıklar üzerinden konuşurdu. Belki de görevi gereği nefes alabildiği alanlar bunlardı. Yönetim anlayışındaki pratiklere dair fikir edindiğim bir gazete haberi okumuştum. Bir de şahit olduğum var. 1998 yılı olabilir. Bizim okuldaki hanım bir öğretmen arkadaş çocukları sebebiyle evine yakın bir okula tayinini aldırmak istiyordu. Bu konuda çok muzdaripti. Evine yakın açık kadrosu olan okul da bulmuştu. Bizim okul müdürü onay vermiyor –o zamanlar okul müdürlerinin öğretmenlerin mağdur olduğu böyle bir yetki­si vardı– o da ne yapacağını bilemiyordu. Çalmadığı kapı kalmamıştı. Sonunda biri vasıtasıyla Nihat Bey’e gitmiş. O da istediği okula tayinini çıkarmış. Okula geldiğinde anlattı, dualar ediyordu. Vali yardımcısı diye söz ettiğinden “Adını biliyor musunuz?” deyince Nihat Bey’in ismini söyledi. Öğretmen arkadaş sorunun hallolduğunu zannederken bu sefer de başka bir sorunla karşılaştı. Prosedüre göre yeni okuluna gidebilmesi için okul müdürünün ilişiğini kes­mesi ve buna dair yazıyı yeni okuluna götürmesi gerekiyor. Bizim müdür buna asla yanaşmadı. Arkadaş tekrar Nihat Bey’e çıkıp durumu anlatınca, Nihat Bey “O zaman işi tersinden çözelim. Siz yeni okulunuza gidin, göreve başlama yazısı­nı oradan alın, sonra da o yazıyı eski okulunuza götürürsünüz. O zaman mecbur ilişiğiniz kesilir.” demiş. Arkadaş bunu tatbik etti ve elinde yazı sevinçle okula geldi. Müdürümüz küplere bindi fakat istemeye istemeye ilişik kesme yazısını yazıp verdi. Yönetim pratiklerine, yöneticilerin sorunları halletme yolundaki tutumlarına dair küçük bir örnek olabilecek bu işlem dolayısıyla Nihat Bey’in sayısız dualar aldığı bu çözümünü hiç unutmam. Nihat Bey’in vefatını Ekim 2022’de gazete haberlerinden öğrendim. Ruhu şad olsun.

(Devam edecek…)

 


Kaynak: Türk Dili Dergisi, 869. Sayı, Mayıs 2024, Sayfa:62-74

Link: https://tdk.gov.tr/icerik/basindan/turk-dilinin-mayis-sayisi-yayimlandi-2/

Yazının devamını okumak için: https://tdk.gov.tr/wp-content/uploads/2024/05/Mustafa-Kirenci_E_-SEZAI-KARAKOCUN-SOHBETLERI-ZIYARETCILERI-ARKADASLARI-_-13.pdf

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir